Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim-El Hüseyni

Abone Ol
Suriye’de yetişen son devrin evliyalarından Şeyh Ahmed el Haznevi Hazretlerinin halifelerinden olup ismi Abdulhakim'dir. Kendisi aynı zamanda ehlibeyt neslinden Peygamber torunu Hz. Hüseyin'in soyuna nisbetle Hüseyni olarak bilinecektir. Ayrıca baba tarafından dedeleri Bilvanis’li olması hasebiyle Gavs-ı Bilvanisi diye de anılır.

Gavs-ı Azam Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s) Hicri 1322 yılın Zilhicce ayının onuncu gün, yani perşembe günü öğle ile ikindi arasında Bitlis'e bağlı Baykan ilçesinin Kermet köyünde dünyaya teşrif etmişlerdir. Tarihler 1972 (H. 1392) yılını gösterdiğinde ise bu kutlu teşrif irşad dönemlerinin son demlerinde Ankara’da vefatıyla birlikte yerini bir başka doğuma bırakacaktır. Yani Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde şeb-i arus’u vuku bulacaktır.

Madem öyle, dünyaya teşrifinden şeb-i arus gününe kadar ki hayat süreci nasıl geçmiş bir bakalım.

Evet, sanki yediden yetmişe herkes o’nun doğumunu bekliyordu. Çünkü doğumundan bir müddet sonra babası medresede hem talebe okutmak hem de imamlık teklifi alması üzere davet edildiğinde komşu Siyanüs köye taşınacaklardır. Ne var ki babası Seyyid Muhammed (k.s)  imamlık ve talebe okutma heyecanına ve imamlık vazifesine tam doyamadan taşındığı altıncı ayında vefat edecektir. Neyse ki oğlu Abdulhakim el Hüseyni (k.s) öksüz kalmayacaktır. Dedesi bizatihi o’nu bağrına basıp himayesine alacaktır. Böylece o’nun terbiye ve yetişmesi bundan böyle dedesi Seyyid Maruf (k.s)’ın gözetiminde seyredecektir.  Zaten dedesinin rahleyi tedrisatından geçip yetiştikçe pırıl pırıl aydınlık bir çehre yüze bürünp çok değişik haller üzerinde tecelli eder de. Nitekim geriye dönüp şöyle hayat öyküsüne baktığımızda tam tamına yirmi altı senesini ilim tahsili ile geçirmiş, yetmemiş devrin en büyük âlimlerin eşiğini de aşındırıp onlardan ders almak suretiyle İslami ilimlerde epey mesafe kat edecektir.  Öyle ki bir gün Abdurrahman-i Tahi (k.s)'in halifesi Abdulkahhar Zokaydi Hz.lerinin yolu Çamtaşı (Arınç) köyüne düştüğünde bir anda Abdulhakim el Hüseyni (k.s)’ın o masum yüzüyle göz göze geldiğinde merak edip etrafındakilere şöyle der:

-Maşallah, Allah bağışlasın bu çocuk kimindir?  Bu ne güzel bir yüzdür,  bize öyle geliyor ki bu çocuk ilerisinde büyük bir zat olacaktır. Zira bu çocukta zerre miskal bir eksiklik görmüyorum, inşallah çok halim bir zat olarak adından söz ettirecektir.

İşte bu veciz söz üzerine başka ne diyebiliriz ki. Bizim haddimize mi hüküm vermek. Zaten onu gören gözler görmüş ve hakkını teslim etmişler de. Bize ancak o gören gözlerin hürmetine Sadatların izinde iz sürmek düşer. İnşallah bu kutlu yolun büyüklerinin izinden gidelim ki, bilhassa Gavs-ı Bilvanisi’nin neslinden gelecek olan tüm gönül sultanlarının feyiz ve bereketinden istifade edebilelim. Nasıl böyle bir arzu içerisinde bulunmayalım ki,  bakın o Gül neslin evlatlarına ta küçük yaşlarda sahip çıkılmış. Düşünsenize dedesi torununun sorumluluğunu üzerine alır almaz bu görevi tam ve eksiksiz yerine getirmek için tez elden zamanın en büyük âlim ve meşayıhı Muhammed Diyauddin Nurşin Hz.lerinin ders halkasına katacaktır. Ki, sorumluluk üstlendiği ilerisinin büyük zatı o çağlarda sekiz yaşında bir torundur. Ama bu çocuk yaşından büyük işler başaracaktır. Nitekim o yaşta pek çok medrese talebesine taş çıkarttığı gibi en nihayetinde on dört yaşına kadar böylesi büyük bir zattan ilim tahsil etmenin tadını çıkarıp feyz ve bereketine mahzar olacaktır.  Öyle ki Hocası Muhammed Diyauddin Hz.leri yetiştirdiği bu talebesi hakkında ilerisinde çok büyük bir zat olacağını müjdelemekten kendini alamaz da.  Dile kolay tam altı yıl boyunca hocasının dizinin dibinde büyük bir aşk ve vecdle ilim tahsil edip hakkını vermiş de. Hatta Abdulhâkim el Hüseyni Hz.leri Hocası Nurşin'e taşındığın da bile ilim tahsiline ara vermeyip bu kez bir başka medresede ilim tahsil edecektir.  Ancak ne var ki bir dönem tekke ve medreselerin kapatılmasıyla birlikte mollalık icazetini tamamlayamadan Siyanüs köyüne dönüşü gerçekleşecektir. Tabii Siyanüs’te de boş durmaz,  hemen yanı başındaki komşu Taruni köyünden kendisine imamlık ve talebe okutma daveti geldiğinde bu davete icabet edip gereğini yapar da. İşte davete icabet etiği o yıllarda iki şeyi bir arada yaşayacaktır, bir yandan imamlık yapıp talebe okutma sevincini yaşarken diğer yandan da kendisinin yetişmesinde çok büyük emeği olan Hocası Muhammed Diyâeddin Nurşini Hz.lerini kaybetme hüznünü yaşayacaktır.  İşte bu vefatın ardından hem eksik kalan ilim tahsilini hem de tasavvufta Seyr-u sülukunu tamamlamak için hemen arayışa koyulup Muhammed Diyauddin Nurşini'nin (k.s.) talebesi Şeyh Selim'e bağlılık isteğini bildirecektir. Ancak bu arada vefat eden Hocası Hazret Muhammed Diyâeddin Hz.leri rüyasına girer.  Ve o’na halifesi Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s.)’e bağlanmasını işaret eder.  Hatta gördüğü rüyada Hocası, halifesi Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s.)’e hitaben hakkında şöyle talimat verir de:

''Ey Şah-ı Hazne! Şunu iyi biliniz ki Seyyid Abdulhakim'in babasının bizde emeği çoktur. Bu yüzden ona gözün gibi bakıp hakkını yerine getiresin.''

İşte bu rüya âleminde zahir olan haller Abdulhâkim el Hüseyni (k.s.)’in Suriye'de soluğu almasına yetecektir.  Derken Suriye’nin Hazne köyünde Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.)'in eşiğine yüz sürüp beyat edecektir.

İlginçtir, Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.) daha beyatının ilk gününden itibaren ona ‘Molla Abdulhakim’ diye hitap edip o’nun ilim ve irfanını tüm mollaların huzurunda takdir eder de. Ama o bu takdir karşısında en ufak şımarıklığa kapılmadan sanki ilim yolunda daha toy talebeymişçesine hareket edecektir. Bu arada fırsat bulduğunda sıla-i rahim yapmayı da ihmal etmez. Nitekim Türkiye ve Suriye hattı üzerinde tam on dört sene boyunca seyrüsefer yapmak suretiyle ziyaretlerini aksatmadan ilim ve tasavvuftaki derecesini artırmasını bilmiştir. Derken otuz dört yaşına geldiğinde medresede okuyan talebelere ilim öğretir hale gelir de. En nihayetinde medrese, dergâh koşuşturması derken otuz altı yaşında Şah-ı Hazne (k.s) onun halifelik icazetini verecektir.  İşte bu halifelik icazetiyle birlikte her Suriye’ye gidiş ve dönüşlerinde yol boyunca karşılaştığı hangi köy, hangi kasaba her ne varsa irşaddan geri durmayacaktır.  Yine bu arada hiç kuşkusuz bir yandan talebe yetiştirmeyi de ihmal etmeyecektir. Zaten Hocası Ahmed-el Haznevi (k.s.)'in vefatının ardından irşad postuna oturduğunda ise sohbetlerine çok büyük bir rağbet olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Böylece ilgi odağı olacaktır.  Dahası akın akın dergâhına gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifade etmek için yarışacaklardır. Ancak kıskançlık bu ya o’nun bu manevi tasarrufatı bazı civar kasaba ve köyler de bir takım şeyhlerin takdirine ve gıptasına mucip olurken, maalesef bir kısım ulemanın ise kıskançlık hedefi olacaktır. Neymiş efendim kendilerine bağlı müritler Abdulhâkim el Hüseyni  (k.s.)’ın sohbetine katılıyorlarmış. Nitekim civar köylerin Şeyhlerinden biri kıskançlığını gönderdiği mektupla açığa vurur da. Bakın o şeyh mektupta ne diyor:

''İnsan düşünür ve kabul eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan birinin bir kaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iade etmek lazımdır. O halde sende bizim sürüden ayrılanları iade etmelisin.''

Tabii Abdulhâkim El Hüseyni Hz.leri mektubu okuduğunda tebessüm edip cevaben şöyle göndermede bulunacaktır;

“Biz cedd-i pakimizin (Peygamber Efendimizin) ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim miras bırakmıştır. Bu ilme kim sahipse varis odur. İnşallah bu miras gerçek varislerinin eline geçer diye dua ediyoruz.”

Anlaşılan o ki Gavs Hz.leri irşad halkasını büyüttükçe münkirlerde boş durmayacaktı. Onlar boş durmaya versin, o da Peygamber kavlince diyar diyar hicret ederek irşadını sürdürecektir. Elbette ki belli bir yerde sabit kalmak olmazdı, zira irşadın aksamasına yol açardı bu. Öyleyse hicret etmek en doğrusuydu. Nitekim Taruni ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nahiyesine, oradan da Siirt'in Kozlu kasabasına bağlı Gadir köyüne yerleşecektir. Gadirden sonraki durak ise malum ismiyle müsemma Durak köyüdür zaten, Yani bugünkü adıyla Menzil’dir. Üstelik Gavs Hz.leri buraya yerleştiğinde adını Buhara adıyla anacaktır.

Menzil’de irşat etmeye başlayınca sohbetlerde beraberinde gelecektir. Nitekim Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) bir sohbetlerinde tövbe hususunda şöyle buyurmuşlardır:

“Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamanı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin imanı kabul olmadığı gibi Mü'min'in tövbesi de makbul değildir. “Muhakkak Allah-u Teâlâ kulun tövbesini ruh gargaraya gelmeden önce kabul eder” (hadis). Nihayet can boğazına çıkınca ne kâfirin imanı, ne de müminin tövbesi kabul değildir.”

İlginçtir Abdulhâkim el Hüseyni Hz.leri Menzil'de irşad dönemlerinin son döneminin yaklaştığı veya hastalanmasına ramak kala günlerde Menzilde şimdiki medfun olduğu merkadın bulunduğu yerin etrafına taşlar dizerekten defnedileceği yeri işaretleyip vasiyet eder de.  O işaret eder de vasiyet yerini bulmaz mı, hem de ileriki yıllarda sağına ve soluna medfun olacak oğullarını yanına alacak şekilde vasiyet yerini bulur. Böylece Ravza-i Mutaharra’da ki Mescid-i Nebevin mana ve ruhu Menzil-i Şerifte tecelli eder de. 

Hiç kuşkusuz O, ömrü hayatı boyunca Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için gayret etmiş büyük bir zattı. Öyle ki bu kurtuluş heyecanı bir sohbetine şöyle yansır da: “Evliya yetiştirme mektepleri olan tarikatlar, artık iman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp Müslümanların imanlarının kurtulması için çağırıyor ve talipli topluyorlar. Şah-ı Hazne (Ahmed el Haznevi (k.s.)) Ümmet-i Muhammed’in imanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır. Tam hidayet Mehdi Aleyhirrahme zamanında olacaktır.”

Evet, sohbetler ardı ardına geldikçe artık ayrılık vaktinin geldiğinin de işaretleri de kendini hissettiriyordu. Öyle ki en son gönül alıcı o nasihat tarzı sohbetleri mübarek lisanından sevenlerine şöyle dökülür: “İnsan fakir olmalıdır. Rabbül âlemin hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünya malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benliğini yenmesi lazımdır. Nefsini gören kendinde büyüklük eden kimseyi Allah-u Teâlâ sevmez. Şeytanın küfre girmesinin sebebi nefsini, kendini büyük görmesi değil miydi? İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki, baş kaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddat, Karun gibilerin felaketlerine nefisleri sebep oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dava güttüklerini, ilah olmadıklarını ve Allah-u Teâlâ’dan uzak olduklarını bildikleri halde nefislerinin ilahlık davalarına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar çok büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu.

İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaatı ebediyyete kadar devam eder. İşte Ashab-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münasebetiyle haram ve necistir. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak gerekir
(Şafii mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için Allah-u Teâlâ onu beraber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis olduğu halde cennetlik oldu ve cennette iyilerle beraber bulunacaktır. Hâlbuki Nuh (a.s.)'ın oğlu Ulu'l Azam bir peygamberin oğlu olduğu halde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için imanını kaybetti. Allah-u Teâlâ onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine imansız gitti. Öte yandan necis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; İnsan her kimi seviyor ise kıyamette de onunla beraber haşrolacak, kiminle arkadaş ise haşirde de onunla arkadaş olacaktır.”

Derken ardı ardına yaptığı o buram buram vuslat kokan sohbetlerin akabinde bir yıl kadar kaldığı Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanır. Ve tedavisi için Diyarbakır'a götürülür. Oradan Ankara'ya nakledilir. Sonuçta hangi hastaneye nakledilirse nakledilsin gerek hastalığının başlangıcında gerekse ağırlaştığı dönemlerinde o’nu hiçbir sızı elem ve keder farz ve gece namazlarını ayakta kılmaktan alıkoymayacaktır. Düşünebiliyor musunuz hastalık halinde bile ibadetlerini tam tekmil yerine getirecek titizlikte bir haletiruhiyeye sahiplerdir.  Bu arada hasta ziyaretine gelenlere kendisinde hiçbir şey yokmuş gibi ağırlardı. Hatta Ankara da hasta yatağında yattığı süre içerisinde kendilerini ziyaret edip dua talep eden bazı siyaset adamlarına nasihat etmekten de imtina etmezdi. Bakın onlara hitaben; ''Halis niyetle din-i mübine, İslam dinine her kim hizmet etmek isterse Allah-u Teâlâ onu muvaffak kılsın... '' diye dua edip öyle uğurlardı.

Artık vuslat anı gelmiştir,  ameliyata alındığı Ankara’da tedavisi cevap vermeyecektir, derken ameliyattan üç gün sonra (Hicri 1392-Miladi 25 Mayıs 1972 972) Haziran ayının ilk Perşembe günü saat beş civarında Ankara’da Rahmeti Rahmana kavuşur. Şimdi sıra da vasiyetinin yerine getirilmesindedir.  Nitekim Nûr’u naaşı Menzil köyüne götürülüp hayattayken işaretlemiş olduğu yerde defnedilir.

O aynı zamanda iki evli olup, yedi oğul, altı kız evladı vardır. Hayatta iken evlatları arasında sadece bir oğlu vefat etmiştir. Kabri Şerifi hala sevenleri tarafından ziyaret akınına uğramakta, ziyaret edilmesi de gayet tabiidir. Çünkü Nakşibendî yolunun nisbetini Suriye’den Türkiye’ye taşıyan zattır o. İşte bu nedenle devr aldığı bu Nebevi ışık kıyamete kadar sönmeyen kandil hükmünde bir ışıktır. Şimdi o sönmeyen kandil ışığını önce Seyda Hz.leri devr alıp  kemale erdirdi, sonrada Seyda Hz.lerinin elinden kardeşi Gavs-ı Sani Hz.leri devr alıp  bu yüce  Nakşibendiyye nisbet ışığı bir bambaşka mana kazanır da.  

GAVS-I BİLVANİSİ (K.S)  HAKKINDA MENAKIBLER

Seytac yayınlarından ‘Gavsı Azam Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s)’ adlı eserin sayfalarını çevirdikçe şu ilginç mana yüklü menakibler ister istemez dikkatleri çekmektedir. Menakibler bile onun ne kadar büyük bir zat olduğunu göstermeye yeter artarda. Madem öyle, menakiblere bir göz atalım. Ancak şu da var ki Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’nin kıymetini takdir etmeye elbette ki kalemin gücü yetmez, ama yinede onu yakından görüp hemhal olan sevenlerin hatıralarını görmezden gelemeyiz. Menzil kitapevi tarafından bastırılan Seytaç yayınlarından çıkan Gavsı Azam Seyyid Abdülhakim el Hüseyni adlı eserin sayfalarını çevirdikçe ilginç anekdotlarla karşılaşıyoruz. İsterseniz bunlardan birkaçına hep birlikte göz atıp onu yâd edelim. İşte onun hakkında söylenen hatıralar:

Şeyh Abd'ül Kahhar'ın (k.s.) torunu Şeyh Fudayl (k.s.) şöyle der:

Bir seferinde Şeyh Abd'ülhakim (k.s.) bize taziyeye gelmişti. Taziyeden sonra yola çıkmadan dedem Şeyh Abd'ül Kahhar’ın (k.s.) türbesini ziyaret ettiler. Orada murakabeye varıp, bir süre kaldılar. Ne var ki beraberindeki gelen yol arkadaşı ikide bir:

— Kurban geç oldu, gidelim mi deyip duruyordu. Oysa Gavs Hazretleri (k.s.) murakabeye devam ediyordu. Hatta yol arkadaşı, aynı sözleri bir kaç kez tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh'e karşı bir hürmetsizlik olduğu, dolayısıyla Şeyh'in bir noktadan sonra ona ihtarda bulunabileceği aklımdan geçti. Bir an olsun bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştım, ama bir türlü aklımdan atamadım. İşte bu esnada Gavs Hazretleri (k.s.) murakabeden başını kaldırdıktan sonra dönüp bana dedi ki:
— Ey Fudayl! Deden Şeyh Abd'ül Kahhar (k.s.) bizim hakkımızda çok halimdir diye buyurdu. Böylece Gavs Hazretlerinin (k.s) kalbime vakıf olduğunu anladım. Ki; onu tanımazdan on beş sene kadar Şeyhimin yanında kalan biriydim. Hiç bir kötü halimin iyiye doğru değişmediğini farkedince, kendi Şeyhimi inkâr etmemek kaydıyla Gavs Hazretlerinin (k.s.) yanına gelip, kendisine intisab ettim. Aradan bir zaman geçtikten sonra, il'de eski mürşidimle karşılaştım. Kendisini ziyaret ettiğimde bana:
— Neden bizi bırakıp başka yere gittin? Bizden bir zarar mı gördün? Diye sordu:
— Kurban, doğrusu sizden zarar görmediğim gibi bir istifade görmedim, dedim. Bu kez bana:
—Nasıl yani? Dedi.
Cevaben:
—Size gelip teveccühünüze girip eve dönerken mutlaka bir şey çalıyordum. Hatta yörükler bazen köyün yakınından geçerken onlardan birkaç koyun veya keçiyi çalmaktan geri durmazdım. Yanınıza o kadar gelip gittiğim halde hiç bir kötü halden kendimi men edemedim. Ne zaman ki Gavs-ı Bilvanisi’nin (k.s.)  yanına gidip gelmeye başladım, işte o gün bugündür çok şükür bütün kötü fiilleri terk ettim. Üstelik eskiden çaldıklarımı sahiplerine verip helâlaşıyorum bile, dedim.

Bir başka menakıp ise;
Gavs (k.s.) ile beraber iken: Bir kör adam geldi. Gavs Hazretleri (k.s.) ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın gözleri görmeye başladı. Sonra evine gitti. Tabii ev ahalisi:
—Sen nasıl görebilirsin diye sorduklarında, 
Adam;
—Vallahi benimde gözüm görüyor, artık ben de sizin gibiyim cevabını verir. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Gavs (k.s.) Hazretlerinden tövbe alıp tarikata intisab ettiler.

Bir hatırayı nakleden bir başka sofi ise düşüncelerini şöyle dile getirir:     
Gavs-ı Bilvanisi’ye (k.s.)  intisap ettiğim zaman yörenin tanınmış bazı ileri gelenleri benim bu halimi taaccüb ile karşıladılar. Bana gayet sıkıntı veren bazı işler yaptılar. Ben bu hale dayanamaz oldum. Gavs’a (k.s.)  durumu izah etmek için bir arkadaşımla Gadir'e gittik.
Yatsı namazı vakti yakındı, mübareği ziyaret ettim. Hemen benim halime tercüman olacak sohbet edip şöyle anlattı: 
—Gavs-ı Hizani (k.s.) Seyyid Taha’ya (k.s.) intisap ettiği zaman, yörenin bazı ileri gelenleri ona sıkıntı vermeye başladılar. Gavs-ı Hizani (k.s.) ise bu hale dayanamayıp, durumu gidip Seyyid Taha’ya (k.s.)  anlattı. O da: 
— İnşallah sabret iyi olur. Sen yerinde kal,  diye buyurdu. Derken bir zaman sonra Gavs-ı Hizan’ye (k.s.)  kızanlar, gelip Seyyid Taha’ya (k.s.) mürit oldular.
Gavs’ın (k.s.)  bu sohbetinden sonra, arkadaşlarıma dedim ki:
— Bu sohbetten maksadın ne olduğunu izah edeyim mi?  Bu durumda arkadaşım: 
— Farketmez, o zaten cevabını verdi, dedi.
Yine de ben yaşadığım halimi zahiren Gavs’a (k.s.);
—Kurban artık dayanamıyorum... diyerek anlatmaya başladığımda Mübarek gülümseyerek; 
—İyi olur inşallah, dedi.

Bir başka sofide anısını şöyle anlatıyor;
Bir gün Gadir'e gidiyordum. Ana yol ile köy arasında bir dere vardı. Arabayla geçerken tam derenin ortasında kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım dersem yeridir. Sonra içime Gavs (k.s.) Hazretlerinden himmet isteyip; "Sen bilirsin artık" diye yardım talebinde bulundum. Biraz sonra kalabalık amele grubunu taşıyan bir kamyon geldiğini görünce derin bir nefes aldım. Çünkü buralarda böyle bir kamyon geçmesi imkânsız gibi bir şeydi. Derken işçilerin çabası ile arabayı dereden çıkmış oldu.
Yine başka bir seferinde, Gavsımızı (k.s.) ziyarete giderken, Silvan ile Diyarbakır arasında arabamda bir arıza oldu. Çaresiz bir vaziyette arabayı Gavs (k.s.) Hazretlerinden himmet isteyip orada bıraktım. Doğruca köye gidip pazar gününe kadar orada kaldım. Aslında niyetim pazartesi günü çarşı açılınca Silvan'a gidip bir tamirci bulmaktı. Derken pazartesi günü köyden ayrıldım. Yolda bir kamyoncuya el işareti yapıp kamyona bindim. Şoför yolda bana şunları söyledi:
— Dün buralarda çok acayip şeyler gördüm. Gece yolun kenarında bir araba gördüm.   Arabanın başında iri bir zat elinde asası ile nöbet tutuyordu. Öyle korktum ki, hemen oradan süratle uzaklaştım.
Yine bir sofi anlatıyor:
Gavs’ı (k.s.)  ziyaret etmek için hazırlanırken, yöremizin tanınmış ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi, ona dedim ki;
—Hocam! Haydi,  beraber Gavs’a (k.s.) gidelim. Hoca şöyle dedi:
—Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim. 
Bunun üzerine kendisine:
— Hocam Gavs (k.s.) bize, sizin istediğiniz gibi bir kahvaltı yaptırır, dedim
Sonunda Hocayla beraber Gavs (k.s.) Hazretlerini ziyarete gittik. Ziyaret ettikten sonra,      Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) dönüp bana:
— Sofi, hocayı divana götür kahvaltı yapın,  zaten birazdan yanınıza geleceğim, dedi.
Ben de emir edileni yaptım.  Öyle ki; kahvaltı olarak bize bal ve ayran ikram edildi. Tabii Hoca merak edip sordu:
—Size her gelişimizde bal ikram edilir mi?
Cevaben;
— Hayır, efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Galiba siz geldiğiniz için bal ikram edildi, dedim.
O an hoca efendi şöyle dedi:
— Bak oğul, belli ki;  bu şeyh hakiki mürşittir. Çünkü ben kendime âdet edinmiştim. Her sabah kahvaltısında aç karnına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, ya da Gavs ise benim balımı bana ikram eder. Gerçekten de aklımdan geçirdiğimi ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük bir velidir, büyük bir zattır.
Biraz sonra Gavs Hazretleri (k.s.) divana gelip hoca ile beraber sohbete başladılar. Gavs (k.s.) sordu:
—Hocam Allah (c.c.) neden dut ağacını büyük, meyvesini küçük yaratmıştır?
 Hoca: 
—Allah (c.c.)'ın kudretindendir efendim. 
Gavs (k.s.) Hz.leri:
—Elbette ki Allah (c.c.) kadirdir, kudret sahibidir. Neden dut ağacı büyük oluyor da meyvesi küçük olsun ki?
Hoca:
—Allah (c.c.) kadirdir öyle yaratmıştır.
Gavs (k.s.):
—Peki, Allah (c.c.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu bu ağaca aşı yapsa yine aynı küçük meyve verir mi? 
Hoca: 
— Hayır, efendim, büyük meyve verir.
Gavs (k.s.);
—Peki, hoca hani Allah (c.c.) ile kul arasında kimse giremezdi, bu kişi aşı ile meyvenin cinsini değiştirdi. Allah (c.c.) her şeye kadirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir vesileyi niçin gerekli kıldı ki? 
Hoca,  bu akıl dolusu sorular karşısında Gavs'ın (k.s.) eline sarıldı: 
—Efendim beni affedin, ben yıllardır, Allah (c.c.) ile kul arasına kimse giremez derdim.  Hatta Kur'an sünnet ve müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var ki derdim. Şuanda ise aklımın aştığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intisap edeceğim der. Nitekim Hoca intisab eder de.

Vesselam.