Gece yüzünü döner dönmez, daha tan yerlerinin serinliği yitmeden, içine kekik, envai çeşit çiçek, ot, toprak, içine dağların, köylerin, insanların kokusu karışmış rüzgâr; bir yanımız, yeşilin, sarının, yer yer başka renklerin olanca tonuna bürünmüş Mezopotamya’nın engin düzlükleri eşliğinde yola koyulur, ne yazık ki güneşin yakıp kavurduğu saatlerde varırdık Hasankeyf’e...
Yazı ve Fotoğraflar: Engin Kaban
Önce, yol üstünde görülmesi farz olan, ince “telkari”, oya işler gibi “taş işçiliği” ve büyük ustaları ile Dünyaya nam salmış Midyat’a uğranır, zaman da kuşluk vaktine yaklaşırdı. O zamanlar Hasankeyf’te konaklayacak bir mekân yoktu. Geceye, başka bir deyişle karanlığa kalmadan yollardan çekilmek de zorunluydu.
Bir zamanlar Diyarbakır’ın nüfusu 4 bin, Hasankeyf’inse 10 binmiş. 1960’larda nüfusu 30 bini bulan Hasankeyf, 2 binlerde ise 4 binin altına düşmüş. İşsizliğin had safhada olduğu çıplak gözle görülürken, çevreye, olup bitene bakıp insanların nasıl, ne ile geçindiğini yanıtlamaksa pek güç.
Gerçekten göremediğimiz bir büyüsü mü vardı buraların? İşte bir de bu sorular, zamanla büyüyen, kafamdan atamadığım bu düşünceler, Hasankeyf’i keşfetme, sihirini çözme isteğimi daha da büyütüyordu içimde...
Adı Abdullah, Ali veya Ahmet. Ama en çok Abdullah adına rastlamak mümkündü buralarda. Bir, biri anlatıyor, ardından diğeri alıyordu sözü. Hasankeyf’in tarihini, şeceresini çıkarmışlardı sanki. Fotoğraf karelerimizde yer almaya, yükümüzü hafifletmeye, en çok da tarih anlatmaya bayılıyorlardı.
Hasankeyf, Türkiye’nin geri kalmış ilçeleri arasında ilk sıralara yerleşiyor. Bundaki en büyük pay, handiyse yarım asırdır, 1978 yılında, “1. Derecede Arkeolojik ve Doğal Sit Alanı” ilan edilen, bütünlüğünü koruyabilmiş nadir Ortaçağ yerleşmesini sular altında bırakacağı söylenen baraj… Hasankeyf’in elini kolunu bağlamış bu söylenti. Ne işe gitmiş elleri insanların, ne de güce. Ne tat bırakmış, ne de tuz.
Üst üste keyifle içtiğimiz, zamanla bizde alışkanlık yapan çayın da, kahvaltımıza meze olan peynirin de tadı damağımızda, soluğu kalede aldık. Bir şey, ihtiyaca cevap verdiği için mi lezzetli gelir insana? Bir yiyeceğin veya içeceğin damakta tat bırakması o yerin havasından, suyundan mıdır? Yoksa içinde bulunduğumuz atmosfer midir ayrı kılan o şeyi?
Karşı kıyılar; insan azminin müthiş ürünü, üstüne saray, ibadethane, iç kale, üstüne kentler kurulmuş; içine mağaralar, merdivenler, gizli geçitler oyulmuş o sarp, doğal, yekpare, yüzü tıraşlanmış izlenimi veren kalenin altı; ana baba günüydü. Dört yan, yer gök, su, toprak, her şey tarihe kesmişti. Nereye baksan tarih, nereye baksan geçmişten izler çarpıyordu gözlere. Saraylar, kaleler, surlar, sarnıçlar, su kanalları, hanlar, hamamlar, mağaralar, yollar, geçitler, camiler, mezarlar, türbeler…
Zamanın yıkamadığını ne yazık ki mirasçılarının ilgisizliği yıkıyor...
Her şey, insanı sarhoş edecek güzellikte, başını döndürecek hızda anbean değişiyordu. Ve kapılar açılıp kapanıyor, bacalardan, bahçelerden dumanlar yükseliyor, odun ateşinin, sacda pişen lavaşın (yufka inceliğinde açılmış ve tazeliğini uzun süre koruyan yöreye özgü bir ekmek) kokusu sokaklara düşüyor, yükünü çevre köylerden tutmuş minibüslerin yaban elma’sı kokulu yolcuları bir bir boşalıyor, ilk ışıklarlarla birlikte kent, ağır ağır uyanıyordu...
Üzerinde herhangi bir kitabe bulunmayan, ancak ortaçağ tarihçilerinden İbn Havkal’ın söylediğine göre, 1116 yılında Artuklular tarafından yaptırılan tarihi köprünün, birkaç metre ötesine kurulmuş yeni köprüden izliyoruz çevreyi...
Onlarca uygarlığın yüz sürdüğü, sayısız mağarası, kalesi, dillere destan köprüsü, tarihi ve kültürel dokusu, doğal güzelliği, yaşamı ve daha gün yüzüne çıkmamış olanca sırrı ile Hasankeyf; sulara gömülecek…
Yazı ve Fotoğraflar: Engin Kaban
İsminin kökeni Asurca “kipani” (kaya) sözcüğünden gelen, eskilerin “Kastron Piskephas”, “Cepha”, “Hesna de Kepha”, “Hısn Keyf”, “Hısn Keyfa” ve şimdiki sahiplerinin “Kayahisar” alarak andığı Hasankeyf, çok çekmiş, çok gün görmüş. Öyküsü büyük ve derin. O’nu okumak, tarihini ifşa etmeye kalkışmaksa çetin iş.
Kaleye çıkarken; kimi iki gözlü, kiminde hala insanlar yaşayan mağara evler, oyuklar, mağaraların içine, sahanlığına kurulmuş turistik mekânlar ve ilginç kaya oluşumları da dikkatlerden kaçmıyor.
Hiçbir plan yapmadan oradan oraya koşturup durduk. Bir su kıyısına indik, bir kalenin eteklerine. Bir köprü başına çıktık, bir sokak aralarına. Eskisinin yanında forsu pek sönük bu çağa tarihlenen yeni köprünün Hasankeyf’e bağlanan ayağına yakın bir çayevinde soluklanıyoruz. Büyük kentlerdeki kahveleri andırsa da, geniş bahçesine atılmış kürsüleri, havası ve özellikle çayın tadı ile yine de bir başkalığı var bu mekânların.
Yazları 45 dereceyi bulan Hasankeyf’te geceler, “yıldız palas” altında tahtlarda geçiyor. Ancak bunun nedeni yalnızca sıcaklık değil. Bölgede çok can yakan, kimi zaman can alan akrepten ve diğer haşerelerden korunmak asıl gerekçe.
Hasankeyf’i anlatanlar kaleden kısaca söz ederler. Oysa kale civarında çözülmeye değer çok sır, keşfedilecek çok köşe, görülecek çok şey var. Kalenin kuzeyinde yer alan “Büyük Saray”ın önemli bir bölümü yıkılmış. Yuvarlak payandalarla desteklenmiş saray girişi, yüzünü sulara dönmüş sanki yüzyıllardır Dicle’yi izliyor.
Gizli geçit ve yolları saymazsak iki çıkışı var kalenin. Kale üstüne çıktığında insanın, eli ayağı dolaşıyor. Bir yanı uçurum, diğer yanı uzayıp giden tepeler, kimi yerde derin oyuklar, dik vadiler, sarp geçitler, en geride dağlar.
İlk kuruluş tarihi bilinmiyor Hasankeyf’in. Ama Hasankeyf’i, Dicle'nin sırrını çözenler kurmuş diyorlar. Geçmişinden ilk izler, 12 bin yıl öncesine uzanıyor. Bilinen ilk yerleşmecileri ise Asurlular ve Urartular. Sonrasında, dile kolay tam 40 uygarlık geçmiş bu coğrafyadan. Roma, Bizans ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklar. Krallıklar, beylikler.
Hasankeyf’te ilk dikkati çeken kale, bildik kalelerden değil. Zikzaklar çizen taş döşeli yollardan soluk soluğa kaleye çıkmadan önce, birbirinden başka taş işli, duvarlarını kabartmalar süsleyen biri büyük, biri yıkıntıları kalmış, biri kısmen ayakta üç kapıdan geçtik.
Henüz gecenin koynunda, sokak lambalarının solgun ışıkları altında daha bir gizemli duruyordu Hasankeyf. Elimizin altında, insanı geçmiş zamanlara götüren, masalsı, sessizliğin içinde bir açık hava müzesi, bir ortaçağ kenti duruyordu. Derken ezan sesi yırttı derin sessizliği...
Yazı ve Fotoğraflar: Engin Kaban
Gelişmelerden haberdar olmak istiyor musunuz?
Google News’te Bayburt Postası sitemize
abone olun.