Fırat Kızıltuğ için mersiye ama, ağıt

Abone Ol

Ey zâtı müziğin, Bayburt’tan Avrasya’ya hûbandın 
Kopuz Dünyası’na halaskârdın, say ki sâyebandın

Gizleyen kendini, on bir marifet on parmağından
Kattın acılar acılarına, gam kimin kervandın

Efsunkâr sesler bulandın, sada hoş çalgılarından
Makamı Cennet olan, Hüseyni, Sûzidilaraydın

Geçmiş zaman hekâtlarında Bey Böyrek ile Merdan
Kederinde batıni; ut, çello, lavtada ayandın

Ne mümkün Estergon’u, Eğri’yi, Temeşvar’ı uman
Yine de açtın sine neymiş görsün herkes, vefaydın

Müstesna acıların kimsesiz, hublarla mest olan
Yesari, Sabite Tur, Yorgo, Münir Bey’e sezaydın 

Kâr-ı nâtık’a Râst geldik hanende, mest oldu duyan
Ahdi dilkeştik ol kararda, bir mürekkep makamdın

Çekmeğe derdini âlemde açıldı yar-i yaran
Cevrettin kendine, etmedin yâdâ, sade cefaydın

Hüner veran, mîri mızrabın sustu, küskündü vedan
Hûlasa olurduk derdnâk, bence üstadı azamdın

Fırat’ın firakıydı Fırat gibi, anlarız haldan
Günden güne söndü sözün, bir kütüphaneydin yandın

Velhasıl el Hâk’a bedensiz uçmağ, orda azm ettin
Ki senle lavtan hüznümüze ölmeden ağlayandın

Huban – Güzel
Kopuz Dünyası – Orta Asya Türk ellerinin tamamı
Halaskâr – Koruyucu, muhafız
Sayeban – Gölgelik, dinlenme yeri
Gaip – Bilinmeyen
Efsunkâr – Büyüleyen
Hublar – İyiler, güzeller
Seza – Yaraşmak, eşdeğer
Cevretmek – Eziyet etmek, üzmek
Batıni – Görünmeyen, gizli
Kâr-ı nâtık – Klasik Türk Müziği’nde birçok farklı makamda besteleri ile sözleri geçkili olan büyük ‘form’
Dilkeş  – Gönül çelen
Hüner veran – Marifetli, becerikli
Miri – Hazineye ait, sahipsiz
Derdnak – Kederli, kaygılı, hüzünlü
Azm – Niyet, kavl, karar

Onu kaybettiğimizi, kadir bilir, vefalı eşi Ayşegül abladan duyduğumda gözlerim doldu, daldım. Ben onu Doğu/Batı usulün viyolonsel/çello ustası, müzik ögretmeni, şair, yazar, besteci, müzik tarihçisi, arşivci, çalgısının ustası ve çocuk koroları yöneticisi kimliğiyle ve iflah olmaz sevgilisi Bayburtlu kimliğiyle derinden andım. Ortak anılarımız gözlerimin önünden geçti. Hep bildiğimiz gibi böyle insanları kaybettiğimizde bir büyük kütüphane yanar. Yandı! 

O, keskin yargılı, iflah olmaz bir Türkçüydü. Yine de Polonyalı Ali Ufki (Wojciech Bobowski), Romanyalı Kantemiroğlu, Harputlu Hamparsum, Bursalı Bimen Şen Dergezeryan, Kütahyalı Gomidas, Tiflisli Aram Haçaturyan ve benim tanıştırdığım Vilayeti Sitte’den Gagossian ile benzer azınlık müzik üstadlarına biraz da kıskanarak ve karmaşık hislerle büyük hayranlık beslerdi. 

Derin duygulu, içe bakışlı ve hep hüzünlü biriydi. Her zaman, hep bir yerlerde, seminerlerinde, nadir olarak bende ve hastalığında da evinde hemen hemen ayda bir mutlaka buluşurduk. Evindeysek Ayşegül abla bizi yalnız bırakır arada getirdiği çayı bile hissettirmeden bırakır çıkardı. O, geçmişi, yapacaklarını anlatır ve filozof bir edayla dertlenip iç çekerdi. Çocukluğundan, babasından, babamdan, vefasızlıktan, Bayburt’tan, aşktan, sevdadan ve müzikten anlatırdı. 2 bine yakın klasik eserimizi sözleri ve notalarıyla hafızasına mıhlamıştı. Unutulmuş şarkılar söylerdik. Gamlanarak onu dinlerdim. Ölümünden üç yıl kadar önce vasiyetini bir kağıta yazıp bana vermişti. En önemli vasiyeti Bayburt’a gömülmekti. Olmadı..

---

Osmanlı’nın özellikle son dönem osmanlıcası birkaç dilin sözcükleriyle oluşturulmuş ekletik, hatta dil bilimcilere göre köksüz ve eklektik bir dildi. Daha çok, son dönem saray, çevresi, kimi şairleri ve Enderun kullanırdı. Müziği ise nota öncesi müziklerden Bizans’a, Orta Asya’dan Anadolu’nun eski dönem seslerine her türlü melodi, sada ve ritimden beslenmiş iki kültür varlığından ikincisiydi. Bu iki kültür sütunundan dil 20. yüzyıl başlarında ve müzik de 60’lara kadar son eserlerini vererek sonlandı. Ancak müzik inanılmaz sayı ve derinlikteki eserlerinin sadece değerli icralarıyla yaşarken; dil Arapça, Farsça ve az da Latin köklü sözcüklerden ayıklanıp bir tür safrasını atarak sadeleşip binlerce yıllık aslına döndü. Serpilip, gümrahlaşıp, arınarak güzelleşti. Aslına döndü Türk Dili oldu. Müzik ise inanılmaz güzelikteki zengin külliyatıyla, edvarıyla ve icralarıyla Klasik Türk Müziği olarak aramızda yaşıyor. 

Fırat ağabeyimi, bu her iki kültüre de hem hakim hem de bağlı; saygıdeğer büyüğüm, kıymetli hemşerim ve müziği seçme nedeni olarak gördüğü babasıyla, babamın hayranıydı. Ben ise onun hayranı. Kendisiyle her buluştuğumuzda hatıralar, müzikler, yıpratılmış temiz duygu dünyasının tortusu olan gam ve keder içinde kaybolurduk. Kendisiyle 70’lerin başında İstanbul Üniversitesi Korosu’ndan bugüne sürdürdüğümüz dostluğun anısına, bu sevdiği ama bitmiş dilde belki de haddimi aşarak, (ve elbet biraz hadsiz, biraz özenti ama mutlak hatalarla dolu) mütevazi bir saygıda bulunup veda etmek istedim. Onun deyimiyle “el kadar’ ilk kitabı Bayburt Şikesteleri’ni yaptığımda ikimiz de çocuklar gibi sevinmiştik. Bazen onu zamanla inşa ettiğim ‘enternasyonalci, solcu, milliyetçi’ (!) kimliğimle  kızdırır, bazen de anlattıklarımla gülümsetirdim. Kim bilir bu eskimiş ve bitik dille dün uyumadan yazılımış kederli şiiri de okuyup belki gülümsüyordur şimdi.

Kızkardeşiyle (1937)

Babası ve kızkardeşiyle (1938)

Sünnet düğününde kardeşleriyle, cümbüş sesini ilk kez babamdan duyup aşık olduğu hatırası (1943)

“Çocukluğumun en unutulmaz arkadaşı” dediği Hikmet Saatçi’ye sunulmuş fotoğrafı (1966)

İşyerimde Bayburt Şikesteleri zamanı (2005)

Bayburt’ta BEKDER ödülünü aldığında Kop Dağı Şehitliği’ni ziyareti (2011)

Evimde Şerif Muhiddin Targan’ın Ferahfeza saz semasini çalıyor (2020)

Evinin yakınında Bostancı’daki bir bahçede vasiyetini yazdığı gün Ayşegül ablanın çektiği fokoğraf (2021)

Evinde nota yazarken, iznini alarak çektiğim fotoğrafı (2022)

Türk Dünyası Ödülü ile evinde çektiğim son fotoğrafı (Ağustos 2024)