Fethin sadece savaş yönünü görmek ve kahramanlığı ön plana alan değerlendirmeler yapmak yanlış kanaatlere yol açacaktır. Oysa fethin ekonomik, sosyal ve jeopolitik faktörleri de söz konusu.
Bu anlamda tarihimizi sosyo-ekonomik açıdan yorumlayan Ö. Lütfi Barkan, Fuat Köprülü, İlber Oltaylı ve Prof. Halil İnalcık gibi kıymetli tarihçilerimizin değerlendirmelerine kulak vermeli.
Dolayısıyla tarihçilerimizin, tarihe sosyo-ekonomik ve medeniyet yönüyle de ele almaları gerekiyordu. Aksi takdirde genç nesillerin fetih ruhunu söndürme görevi ifa etmiş olacaklardır.
Tek tip tarihi model anlayışları ile fetih ruhunu anlayamayız. Bu yüzden tarihi belgelerin ışığında, çok faktörlü yaklaşımla yorumlamaya objektif tarih modeli diye tarif edilir.
İstanbul’un fethini incelerken, hislerimizin telkininden ziyade aklımızın ışığında belgeleri konuşturmak, genç nesillere hizmet olacağı muhakkak... Çoğu kere, Ulubatlı Hasan’ın burçlara diktiği üç hilalli bayrağın hissi heyecanına kapılıyoruz ama, her nedense fethe zemin hazırlayan ekonomik, sosyal ve katılımcı örgütlenmeye dikkatimizi çekmiyoruz. Elbette ki, heyecanımız olacak, bu tabiidir. Fakat tarihi vakaları hislerle izah etmek, tarihe haksızlık olacağı gibi, yarınlarımızı da karartacağı apayrı açmazımız olsa gerektir.
Eğer, Fuat Köprülü ve Halil İnalcık gibi tarihçilerin tarihe sosyoekonomik ve kültürel bakışlarıyla tarihe bakabilmeyi kavrayabilseydik, hiç şüphesiz objektif tarih idrakine sahip olma imkânına kavuşabilirdik. Hatta Nizam-ı Âlem ülküsünün kuru cihangirlik davası olmayıp bir medeniyet hareketi olduğunu anlayacaktık.
Fetih deyince ne anlıyoruz? Fethin amacı neydi? Fethin takip ettiği metot, kullandığı malzeme ve mühimmatın evsafı nelerden ibaretti? Her nedense bu tür sorularla zihnimizi yormuyor, kolaycılığa kaçarak hemen fethin kahramanlık boyutuyla açıklamaya yelteniyoruz. Oysa Fetih çok boyutlu bir hadisedir. Fethin anlamı, yayılmak, açılmak ve fethetmek demek zaten... Yayılmak derken sadece belli bir coğrafyayı kuşatma diye nitelendiriyorsak, o zaman fetih ruhunun ne demek olduğunu anlamamış sayılırız. Tam aksine Fetih deyince, ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri alanda şekillenmek, yapılanmak ve açılmak tarzında ifade edebiliyorsak, o zaman ortaya doğru bir tarihi teşhis koymuş oluruz. O halde tarihi geleneğimizi kahramanlık boyutundan çıkarıp, medeniyet planında analiz etmekle sosyo-ekonomik ve kültürel tarihi perspektifi yakalayabiliriz pekâlâ.
Batı’da, M. Boch, L. Febvre ve Fernand Braudel gibi aydınlar, tarihi sosyal değişim üzerine kurmakla alışılmışın dışında yeni anlayış getirmişlerdir. Bu gibi yaklaşımların bizdeki öncüsü olan Ö.Lütfi Barkan, Fuat Köprülü ve Prof. Halil İnalcık, İlber Oltaylı gibi birçok tarihçilerimizin zihninde, tarihe sosyo-ekonomik olarak bakmasına etki etmişlerdir. Dolayısıyla bizde bu verilerden hareketle Fetih Ruhu ve Nizam-ı âlem ülküsünü medeniyet çerçevesinde değerlendirmeye çalışalım:
Bilindiği gibi Fethin 54 güne sığan muazzam bir hazırlık boyutu var. Bu kısa zamanda fethin gerçekleştirilmesinde kahramanlığın yanı sıra;
—Fethe halkın katılımını sağlamadaki büyük bir teşkilatlanma ağı,
—Ordunun tam teçhizatlı hazırlanması,
—Lojistik donanımın temini,
—Gemilerin karadan Haliç’e inecek tarzda yapılması,
—Derviş gazilerin maneviyat rolü,
—Üç katı surları yıkabilecek topların döktürülmesi
gibi fevkalade bir dizi tedbirler, fethin müessir olmasında en önemli unsurlardır. Maddi ve manevi her alanda organize olmuş halimiz Türk’ün kültürü, sanatı, ekonomik yapısı, hayat tarzı, kabiliyeti ve medeniyeti hakkında ışık vermektedir. Hâsılı İstanbul’un fethinde kültür var, sanat var, ekonomi var, beceri var, kahramanlık var, hemen hemen her şey var. Önemli olan var olan maddi ve manevi unsurları görebilmektir. Anlaşılan tarihi iyi analiz ettiğimizde Fetih Ruhu ve Nizam-ı Âlem esprisinin ne demek olduğunu daha da kavramış olacağız.
Fetihlerin savaş cephesini görüp de, perde arkasındaki ekonomik sosyal ve kültürel yönüne bakmamak abesle iştigaldir. Rumeli Hisarı’nın surlarına bakıp dururuz ama, o hisarların dört buçuk ayda tamamlanmasındaki üretkenliği ne hikmetse es geçiyoruz. Oysa Osmanlı’nın üreticiliği ve zamana karşı yarışı, kendi devrinin imkânları doğrultusunda medeniyetini oluşturması dillere destan müthiş bir hadisedir. İşte, Fetih Ruhu bu müthiş medeniyet misyonuyla gerçekleşti. Fatih’in topların dökümünde Macar Urban’dan faydalanması ve kendisinin bizatihi balistik muayenelerini kontrol etmesi, o övülmüş kumandan nezdinde toplumumuzun dışa açık yönünü de ortaya koyar. Sanıldığının aksine Osmanlı “içe kapanık” bir toplum olmayıp, “dışa açık” ve bir o kadar da üç kıtaya yayılan fetih toplumu idi. Fetih, hem iç hem de dış dinamiklerimizin enerjiye dönüşmesi şeklinde tezahür etti. İşte bu enerjinin adı Nizam-ı âlem iksiridir.
İstanbul’un fethinde en çarpıcı yanlarından biri de muazzam örgütlenme olgusudur. Eli kılıçlı gazi-alperenler, şeyhler, müderrisler, kumandanlar, ahiler ve halkın bütün birimlerinin katılımı ile gerçekleşmiş bir fetih abidesi, bütün canlılığı ile önümüze sergilenmiştir. Katılımcılığın organizasyonundaki beceri örneği, Osmanlı’nın teşkilatlanma yapısının üstünlüğüne işarettir. Bazı önyargılı tarihçilerin “Barbar Türkler” suçlamalarında bulunmaları haksızlıktır. Rumeli Hisarı’nın yapımında katılımcı anlayışla gerçekleşen taşların taşınması, işlenmesi, iş disiplini ve büyük bir dayanışma örneği ortaya koyma becerisi, onların bu iddialarını çürütmektedir. Biz fetih anında dahi böyle bir organizasyonu kurma maharetini ortaya koymuş milletiz. Yerleşik kurumlarımızı harekete geçirerek İstanbul’u fethetmişiz. Eğer göçebe dinamizmi ile fethetmeye kalkışsaydık, tarihte yıkıcılığı ile ün salmış Moğol kasırgasından hiçbir farkımız kalmayacaktı. Osmanlı, medeniyet olarak fethe damgasını vurduğu için, gelecek nesillere kalıcı eserler bırakabilmiştir. Kabalık, yıkıcılık gibi öğeleri fetih ruhunda göremezsiniz. Ekonomi, sosyal ve kültürel ağırlıklı fetih sembollerimiz, barbarlık yaftalamalarının yanlışlığını ispatlamaya yetiyor zaten.
Osmanlı fethettiği yerleri fethetmekle kalmıyor aynı zamanda medeniyetini de götürüyordu. Yani ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel dokusunu da yayıyordu. O günkü şartlarda dışa açılma olayı fetih ruhu sayesinde Nizam-ı âlem ülküsü gerçekleşiyordu. Çünkü İstanbul’un fethi, hem stratejik, hem kültürel, hem ticari, hem de askeri yönden önemliydi. Zira İstanbul dışa açılmanın kilometre taşını oluşturuyordu. İstanbul, aynı zamanda ikinci Söğüt’tür. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali ile yoğurduğu Söğüt ruhuna benzer ruh, Fatih ile Akşemseddin ikilisinde yeniden tazelenir. Nasıl ki, Osmanlı küçük bir aşiret iken, Osman Gazi ile Şeyh Edebali elinden yoğrularak beylikten “devlet”e geçilebildiyse, Fatih ile Akşemseddin’in elinden yoğrulan ikinci Söğüt hamuru ile de Viyana kapılarına uzanarak dışa açılma dediğimiz “Nizam-ı âlem” esprisi zirveye taşınmıştır. Şayet İstanbul fethedilmeseydi, Balkanlar’da, Akdeniz’de, Anadolu’da ve Karadeniz’de açılım gerçekleşemezdi. Fetih öncesine baktığımızda Osmanlı gerek Balkanlarda, gerekse Anadolu’da birçok çökme badireleri atlattığını görürüz. Boğazlara hâkim olunca bu problem büyük ölçüde giderilmiş, böylece Osmanlı’nın kendine güveni artarak fetih ruhu yeniden dirilişe sahne olmuştur.
Fetih, Türk tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Selçuklu coğrafyasında vatanlaşan Türkler, fetihle uygarlaşma doruğuna ulaşmıştır. İstanbul’un alınmasıyla müesseseleşme de daha da ileri adımlar atılmış, şehircilik örnekleri verilmiş, lonca sisteminde gelişmişlik kaydedilmiş ve kendi içimizde yeniçağımızı kurmuşuz. Anlaşılan; Türk’ün yeniçağı İstanbul’un fethi ile başlamış. Yeniçağımız bir anlamda fetih ruhunun özüdür. Nitekim her milletin gelişme evrelerinde göçebelik, yerleşiklik, sanayileşme ve bilgi toplumu gibi basamakları vardır. Mesela bir Avrupalı için yeniçağın başlangıcı Amerika’nın keşfidir. Yani Avrupa Amerika’nın keşfine kadar ortaçağını yaşarken, Osmanlı o sıralarda gelişme (yükseliş) çağlarını yaşıyordu. Hatta Osmanlı kapitülasyon uygulamaları ile 1580’de İngiltere’ye ticaret serbesti imkânı sağlayarak sanayileşmelerinde önemli ölçüde katkıda bulunmuş ve üstelik cüzi bir rakamla gümrük vergisi dahi almıştır. Böylece İngiltere, Devlet-i Aliye sayesinde mevcut yan sanayisini beş misli artırarak kendi “kapitalizmini” kurmuştur.
Osmanlı fethi müteakip, dünyaya yön vermede önemli pay sahibidir. Osmanlı serbest pazarının, İngiltere’nin sanayileşmesine önemli katkısı inkâr edilemez. Tıpkı, bugün ABD’nin dünya dengesine etki yapmasında olduğu gibi. Dün Osmanlı modaydı, bugün ise Amerika.
Fetih şuuru, Fatih’te çocuk yaşta filiz vermeye başlar. Bu bilinç 13 yaşındaki bir çocukta nasıl olur demeyiniz. Ta o devrelerde sürekli yanında bulunan Zağanos ve Şehabettin gibi hem siyaset, hem de kumandanlık dehası olan bu ikili lalanın varlığı büyük bir şanstı. O’na fetih ruhunu aşılıyorlardı habire. Çandarlı Halil Paşa’nın muhalefetine rağmen, Fatih kararını çoktan vermişti bile: “Bizans ülkemizin ortasında kaldıkça bizim devletimiz için emniyet yoktur” diye.
Fethe önce iki sene süren bir ince eleyip sık dokuma denilen analitik hesaplarla işe koyulunmuş, ardından o müthiş hazırlık safhasıyla birlikte İstanbul’un fethi nasip olmuştur. Öyle ki her şey bir sistem dâhilinde ayarlanmış. Hatta stratejik önlemler alınarak mesela, Karaman arkadan saldırmasın diye sus payı olarak arazi veriliyor, dahası Venedikliler ile anlaşma yapılıyor, bir yandan askeri teçhizat yenileniyor diğer yandan da sayısı artırılıyor, derken toplar döktürülüyordu. Bütün bunlardan daha da önemlisi, İslâm hukukunda Müslüman bir devletin, harbe girmeden önce üç defa teslim teklifinde bulunması kaidesi uygulanıyor. Fatih, şehrin harabiyetine yol açmama adına can ve mal zayiatının fazla olmaması taraftarıydı. Üstelik hukukun gereğini de yerine getiriyordu. Fakat teslim teklifi karşılık bulmayınca fetih kaçınılmaz hal alıyordu. Böylece, Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev gibi âlimler ve Zağanos, Şehabettin gibi paşalar (lalalar) ve gazi alperenlerle sayesinde 21 yaşındaki genç Fatih komutasında İstanbul’un fethi vuku buluyor. Zafer günü şehir kapısından Ayasofya’ya adım atar atmaz atından inip, ilk iş olarak alnını secdeye koyması ve iki rekât şükür namazı kılması mühim bir hadisedir. Çünkü zaferin heyecanına kapılıp da bir an olsun gurura kapılmamak adına, o yaşta Allah’a kul olmanın idrakiyle hareket ediyordu. Ona da o yakışırdı zaten.
Fatih’in kumandanlık meziyetinin yanı sıra, ince ruhluluğu da kayda değerdir. Şöyle ki, O hem şair, hem âlim hem de dervişti. O’nun G. Bellini’ye elinde gülü ile kendisini resimlettirmesi, peygamber gülünün takipçisi olduğunu gösterir. Biliyordu ki gül sevgidir, sevgilinin bakışlarındaki pırıltıdır. İşte o pırıltı, o heyecan fethin manevi yönünü de ortaya koymaya yetti bile.
Fatih, aynı zamanda Nizam-ı Âlem davasına gönül vermiş bir kumandandır. O’ndaki Nizam-ı Âlem şuuru şu sözlerde bütün heybetiyle gösteriyor ve diyor ki: “Bütün İslam dünyasının gaza kılıcı benim elimdedir” Gerçekten de fethi müteakip bu veciz güzel sözler yazılı olarak Memluk Sultanlığına da iletilerek o ince hilal kaşlarındaki bakışları yeni bir hedef için Roma’ya çevrilmiştir. İstanbul fethedilince, bu sefer de kızıl elmamız Saint Pierra’nın kubbesine oturur.
Artık, İstanbul’dan ötelere taşmak gerekiyordu. Nizam-ı Âlem ülküsü, öyle bir ülkü ki durmak bilmiyor, ölümüne bir sevda ile yüklü bir davadır. Bu sevdayı yaşayan bilir, yaşamayan asla bilemez. İşte fetih ruhu dediğimiz hareketin sırrı bu ruhu tadanlarda gizli. Yaşadılar ve sonunda zafer onların oldu. Nitekim göndere üç hilalli bayrağı çekmeyi başardılar da. Hilaller üç kıtayı, yani Nizam-ı Âlemi müjdeliyordu adeta...
Fetih olayı, bir hareket olmanın ötesinde Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Avrupa’ya yönelen diriliş hamlesidir. Bu diriliş ruhu, batı’yı korkuya sevk ettiyse de ileride avantaja dönüşen hareket olmuştur. Zira İstanbul’un fethiyle Osmanlı’nın ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel yapısının etkileri Batı’ya yansıyacaktır. Kelimenin tam anlamıyla Avrupa devletlerinin toparlanıp, sistem oluşturmasında Osmanlı’nın çok payı vardır. Bu gün her sahada batıya dönük hayranlığın bir başka benzeri o dönemde Osmanlı’ya duyuluyordu. Bir aydınımızın: “Tarihte tek mucize var, o da Osmanlı mucizesidir”dediği olay, batı’yı derinden etkilemiştir. O mucizenin adı hiç kuşkusuz Nizam-ı Âlem ülküsüydü.
Osmanlı fetih ruhu ile batıya yayılırken, doğu dünyası da Haçlı seferlerinden korunmuş oluyordu. Demek ki; fetih açılmanın ötesinde koruyucu şemsiye de. Böylece bu şemsiye sayesinde İslam dünyası himaye altına alınmıştır.
Batıya rehber olan ve doğuyu da koruyan, tek güç Nizam-ı Âlem vakasıdır... Vesselam...
Haziran 2012