Kendilerini mücahit gören birtakım radikal Müslüman akımlar, aslında giriştikleri eylemlerle, anti medeni tutum sergilemekteler. Şu bir gerçek çağımızın bedevileri olduklarının ya farkındalar ya da değiller çokta fark etmez, sonuçta düşman bellediği kesimlere karşı güç gösteriminde bulunmakla İslâm toplumunu töhmet altına soktukları besbelli. Tabi bu gerçekleri dile getirenlerin çok ağır ithamlara maruz kalacağı da işin bir başka yanı. Bu yüzden radikal gruplarla fikri tartışma çoğu kez büyük bir risk teşkil etmekte. Çünkü hemen her şeyi kimlik kategorisinde sorgulayıp meseleyi iman konusu hale getirmekte pekte mahirler. Hele ehlisünnet yolunu düstur edinmiş bir Müslüman’la karşılaştıklarında hemen sorguya çekip kâfir ilan etmekten de beis görmezler. Hiç kuşkusuz Hariciler tarihte bunun en tipik misalini teşkil eder.
Malum, Hariciler çöldeki başıbozuk ve nizamsızlığa duydukları özlemi, Kur'an ayetlerini kendi kafalarınca yorumlayarak gidereceklerini sanmışlardır hep. Sadece yorumda bulunsalar gam yemeyiz, başta devlet başkanı olmak üzere kurumsallaşan tüm devlet mekanizmalarına başkaldıraraktan reddiye döşeyip kanda akıtmışlardır. Maalesef günümüzde de kırsal geleneksel kültürden gelen mankurtlaşmaya müsait bir kısım insanlar şehre yerleştiklerinde zinde güçlerin telkinlerine kapılıp Haricilere benzer bir tavır sergiledikleri görülebiliyor. Dahası kentin varoşlarına konuşlanmış bu tip insanlar bir bakmışsın bilgi çağının getirdiği birçok yeniliklere karşı uyum sağlayamamanın neticesi olarak terör odaklarının maşalığı rolünü üslenebiliyorlar. Oysa sosyal ve ekonomik değişimlere ayak uydurabilselerdi maşa olmak yerine kendilerini Yusuf Yüzlü sevgi ocaklarında, beyin fırtınasının yapıldığı alanlarda bulacaklardı. Ne var ki fanatizmin kucağına düşmüş pekçok insan, tarihte yaşananlardan hiç ders almadıkları o kadar kendini belli ediyor ki bu çağda bile kol gücüne özlem duyulabiliyor. Zaten tarihte Haricilerin yaptığı eylemlere şöyle bir göz attığımızda şiddet hareketlerinin arka planında göçebeliğin yerleşik düzene karşı başkaldırışı diyebileceğimiz fanatik tepki varı bilinçaltı boşalmanın varlığını görürüz. İşte aynı bilinçaltı boşalma refleksi günümüzde de geçerli olup bilgi çağına gulyabani kalmaktalar.
Evet, önümüzde ki tabloda şiddeti metot edinenlerin slogan varı eylemlerinde hamaset kokan fanatik duygu selinin dışa karşı deşarj olması hadisesi sözkonusudur. Ve böyle bir tabloda yer alan radikal gruplar eline tutuşturulmuş reçeteleri okuyarak ya da başkalarının bindirilmiş kıtaları olarak kullanılmakla adeta kendinden geçmekteler. Belli ki analitik düşünmek çok daha ciddi emek gerektiriyor, paspas olarak kullanılmak varken niye sağduyularını kullanıp analitik hareket etsinler ki. Onlar için düşünmemek en büyük eylemdir zaten.
Her şey bir yana, bir kere Resûlullah (s.a.v.)'ın “Kim çölde oturursa katılaşır, kim av peşinde koşarsa yitirir ve kim saltanata geçerse bozulur” sözleri bedevi toplum yapısının ruhunu ortaya koyması açısından kayda değer mucizevî bir hadis-i şeriftir. Gerçekten de sosyologların olmadığı bu dönemde böylesi mucizevî hadis-i şerifin zikredilmesi İslam bilginlerine ışık saçmışta. İşte İbn-i Haldun bu hadis-i şeriften hareketle “İslâm toplumları İslâm’dan önce bedevi idiler, İslâm tarihinin gelişmesi sürecinde hadariyete geçtiler” tarzında görüş serdetmiş bile. Hiçkuşkusuz İslâm’ın metafiziği, ahlâkı, hukuku, edebiyatı, musikisi, siyaseti çok geniş bir çerçevesi vardır. Dolayısıyla Resûlüllah (s.a.v.) İslam'ın bu geniş penceresinden hareketle ashabına yemek yiyişinden giyimine, oturuşundan kalkışana kadar hemen her alanda bir dizi adap ve usulleri öğretmiş ve böylece bedevi toplum yapısı zaman içerisinde medeni bir diriliş hüviyete kavuşmuş oldu.
Artık göçebelik, kabalık, yağmacılık vs. çok gerilerde kaldı, tarımdan ticarete doğru gelişme kaydedildikçe toplum sanayileşmiş bilgi toplumuna doğru evrilmekte. Derken toplum yapısı çok daha teşkilatlı hale gelmektedir. Dolayısıyla oluşan bu örgütlü sosyal organizasyona karşı radikal grupların asabı bozulmaktadır. Bir kere onlar alışmışlar bölük pörçük dağınık yaşamaya, bu yüzden değişmemekte ki kararlılıklarını eyleme dönüştürmekle diriliş ruhundan yoksun günümüzün yüz karası yeni Haricileri olmaktalar. Öyle ki bu gruplarda değişime karşı direnmek kronik bir vakadır. Her halükarda sert ve tepkici haletiruhiyeleri “kurallı yaşamaya” karşı direnişleri süreklilik kaydetmektedir. Sanki sanayileşmiş bilgi teknolojisine yabancı kalmak marifetmiş gibi bayat ve fosil kalmayı yeğlerler hep. Oysa çağımız, bilgi üretimine yönelik bir yapı arz eder. İşte bu yapı içerisinde Harici türü bu tip militan akımlar sosyal değişmenin en hızlı olduğu alanların merkezinde ya da kenarında seyredip kimi zaman Gezi eylemleriyle, kimi zaman Danıştay saldırısı sonrası gösterilerle, kimi zaman Diyarbakır Sur ve Ankara Gardaki patlamalarla kendini ele vermekte. Hatta fosilleşmiş ve bayatlamış alışkanlıklarını muhafaza etmek için gerektiğinde canlı bomba olmayı göze alırlar da. İkide bir teröre başvurmaları bu yüzdendir. İslâm’ın evrensel hakikatlerini anlamak basiretinden yoksun her tür radikal oluşumlardan başka bir şey beklenmezdi zaten. İyi ki Ehli Sünnet yolunu düstur edinmişiz de “tepkiciliği” değil “etkiciliği” esas almışız. Kaldı ki Müslüman’ın varlığı tepki için değil etki için vardır, Müslüman da etkilemek yakışır. Hatta öyle etkili olmalı ki bizi gören bizde dirilmeli. Yok, eğer kendimize çeki düzen vermeyip hamasi nutuklarla ve sloganlarla hareket edersek biliniz ki bir arpa boyu diriliş kaydedemeyiz.
Bakın, Gavs-ı Hizani’nin (k.s.) oğlu bir gün camii de vaaz verirken ne kadar bildik ayet ve hadis varsa cemaate döktürmüş. O sırada ezan okunduğunda Gavs-ı Hizani de camiye teşrif etmiş. Namaza durulacağı sırada Gavs-ı Hizani (k.s.) müezzine:
“-Haydi, kamet getirin” dediğinde cemaat cezbelenip adeta yerlere yıkılmış. Tabii namaz eda edildikten sonra oğlu babasına:
“-Babacığım, camiye teşrif etmezden önce ne kadar ayet ne kadar hadis varsa hararetle anlattığım halde milletin kılı kıpırdamadı, ama sen sadece ‘kamet getirin’ der demez cemaat bir anda yerlere yıkılıverdi, bu ne iştir?”
Gavs-ı Hizani (k.s.) cevaben şöyle der:
“-Oğul iş lafın zahirinde değil manevi tasarrufattadır.”
Böylece bu müthiş veciz sözle etkili (manevi tasarrufat sahibi) olmanın gerekliliğini vurgulanmış olur.
Slogan atmayı ve şiddeti metot edinenler belki iyi niyetli, İslâm’a gönül vermiş insanlar olabilir, ama iyi niyetli olmak ve gönül vermişlik tek başına yeterli kriter değildir, Yusuf Yüzlü olmaya ve bilgiye de ihtiyaç var. Hele toplumsal değişmenin hızla yaşandığı çağımızda meselelere satıh üstü kaba hükümler vermek yerine akl-ı selim düşünmeye mecburuz da. Ki, böyle yapmakla İslâm’a hizmet etmiş oluruz. Nice kelimeler var dua, nice kelimeler var ki etrafımızı kan gölüne dönüştürebiliyor. Şöyle tarihte yaşananları bir düşünün; “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetinden hareketle Müslümanların kanını helal sayan Hariciler değil miydi? Her ne kadar Harici kavramın lügat olarak 'dışarıdan biri' manasına gelse de, gerçek anlamı “huruç eden”, yani “başkaldıran” ve “isyan eden” anlamındadır. Çağımızın Haricileri başkaldıra dursunlar bizler asla başkaldırmak için değil “müjdeleyen”, “kucaklayan” ilmi ve tefekkürü esas alan bir yol izlemek için varız. Sırat-ı müstakim üzere yola koyulalım ki huzur bulalım. Kaldı ki İslâm uleması, kurallı ve isabetli görüşler sergilemeyi öğütler. Zaten sünni ulemanın hayatlarında reaksiyoner veya isyankâr davranışlara pek rastlanmaz. Bakın İmam-ı Azam, yaşadığı dönemde yönetimin haksız uygulamaları karşısında asla ayaklanma fetvası vermemiştir. Zira o biliyordu ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Müslümanlara zulüm yapan Kureyş Şeflerinden herhangi birini öldürmediği gibi suikastta tertiplememiştir. Madem öyle militana değil İnsan-ı kâmile ve tefekkür sahibi insana ihtiyaç vardır. Her militarist akım öteden beri ilme, Yusuf Yüzlülük ve hürriyet gibi değerlerle barışık olmadı ki, gelecekte de olsun.
Evet, bir kez daha söylemekte fayda var; radikalizm, fanatizm ve sloganik söylemler gelinen noktada sanayileşmiş bilgi çağıyla taban tabana zıt değerlerdir. İster adına militarizm, ister fanatizm, ister radikalizm diyelim farketmez insanlıktan nasiplenmemiş gulyabani akımlar anti medeniyet oluşum için varlardır. Bizim farkımız diriliş muştusu medeniyete sahip çıkmamızdır. Bize ne geziciler (Gezi zekâlılar), ne kominist fraksiyonlar, ne el Kaide, ne İran’daki devrim muhafızlığı, ne IŞİD, ne şu, ne bu asla örnek model olamaz. Modelimiz gayet net açık orta da, kendi engin kültür kodlarımızda var olan alperen tipiyle özdeşleşmiş kökü mazide ati olmak modelidir. İmam-ı Azam, Yunus ve Mevlâna’nın yürüdüğü yolu iz bildiğimizden anti medeni unsurlarla bir ilişki kurmayız. Çünkü biri korku ve vehim salan, biri iri olmayı diri olmayı bir olmayı müjdeleyen anlayıştır. Şu bir gerçek içi boş sloganlarla kitlelerin gönülleri fethedilemez. Ancak Hz. Mevlâna’nın, “Ne olursan ol yine gel” anlayışıyla gönüller feth olunur. Feth olunsun ki hayırlar feth ola şerler def olsun.
Evet, müjdeleyen anlayışın ortaya koyduğu kardeşlik bilinciyle militarizm ortaya koyduğu kin ve nefret tohumları taban tabana birbirine zıt bakış açılarıdır. Birkere kültür mayamız diriliş muştusu sevgiyle yoğrulmuş, istesekte bir tek karıncayı incitmeyiz. Düşünsenize Yavuz Sultan Selim gibi gözü kara bir padişahın daha önceden kafasına koyduğu tüm dünyada küffarın kökünü kazıma düşüncesi Şeyhül İslam Zenbilli Ali Efendi engeline takılabiliyor. Bu demektir ki Osmanlıda padişahta olsa kendi başına buyruk kesilemez. Çünkü Şeyhül İslam makamı kurallı davranmanın gücünü gösteren baş makamdır. İşte tüm bu gerçekler ortada iken halen birileri tarihimizi kılıç kalkan ve cengâver tarihi olarak nitelemekten dem vurabiliyor. Aklını karaya oturtmuş bu malum çevreler azcık bir arşiv taraması yapmış olsalardı tarihimizin sadece huduttan hududa, sadece seferden sefere, gazadan gazaya koşan tarih olmayıp aynı zamanda hak, hukuk, adalet ve medeniyet tarihi olduğunu görmüş olacaklardı. Hele birde tarihi köklerin biraz daha derinliklerine dalmış olsalardı Selçuklu, Osmanlı medeniyet oluşumunun temellerinde Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin Türk'ün Alp’ini erenlikle buluşturup diriliş muştusu medeniyet hamurunun o gün yoğrulduğuna vakıf olacaklardı. İyi ki de Alpler, Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin dergâhına gelmişlerde Alperen olmuşlar, bu sayede üç kıtaya hükmedecek bir Osmanlı’nın doğuşuna zemin hazırlamışlardır. İşte bu anlamda Söğüt bir otağ olmanın ötesinde Osman Gazi ve Şeyh Edebali’nin elinde ulu çınara dönüşen bir diriliş hamlesidir. Ve bu kutlu ulu çınar ağacı Fatih ve Akşemseddin elinde Nizam-ı âlem’e dal budak salar da.
Dün nasıl ki Osmanlı; Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûresini Îlay-ı kelîmetullah için Nizam-ı Âlem ülküsüne dönüştürmüşse, bugün de her türlü radikal akımları İslâm’ın hoşgörü, sevgi, ilim ve tefekkür ikliminde eritip yeniden bir medeniyet hamlesiyle dirilişe geçebiliriz, neden olmasın ki. Öyle ya, tarihi süreç içerisinde çöl, çetin coğrafya şartları göçebe insanı sert ve savaşçı yaptığı muhakkak. Ama öyle bir dönem gelmiş ki aynı göçebe insanı yerleşik hayata geçişle birlikte medeni olup müesseseleşmeye, hukuka ve kurallı davranmaya uyum sağlayabilmiştir. Madem değişim gerçeği var, o halde bizde tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi çağına hatta bilgi ötesine tarihi kodlarımızda var olan diriliş ruhuyla yeniden çağlara ferman okuyabiliriz.
Vesselam.
Malum, Hariciler çöldeki başıbozuk ve nizamsızlığa duydukları özlemi, Kur'an ayetlerini kendi kafalarınca yorumlayarak gidereceklerini sanmışlardır hep. Sadece yorumda bulunsalar gam yemeyiz, başta devlet başkanı olmak üzere kurumsallaşan tüm devlet mekanizmalarına başkaldıraraktan reddiye döşeyip kanda akıtmışlardır. Maalesef günümüzde de kırsal geleneksel kültürden gelen mankurtlaşmaya müsait bir kısım insanlar şehre yerleştiklerinde zinde güçlerin telkinlerine kapılıp Haricilere benzer bir tavır sergiledikleri görülebiliyor. Dahası kentin varoşlarına konuşlanmış bu tip insanlar bir bakmışsın bilgi çağının getirdiği birçok yeniliklere karşı uyum sağlayamamanın neticesi olarak terör odaklarının maşalığı rolünü üslenebiliyorlar. Oysa sosyal ve ekonomik değişimlere ayak uydurabilselerdi maşa olmak yerine kendilerini Yusuf Yüzlü sevgi ocaklarında, beyin fırtınasının yapıldığı alanlarda bulacaklardı. Ne var ki fanatizmin kucağına düşmüş pekçok insan, tarihte yaşananlardan hiç ders almadıkları o kadar kendini belli ediyor ki bu çağda bile kol gücüne özlem duyulabiliyor. Zaten tarihte Haricilerin yaptığı eylemlere şöyle bir göz attığımızda şiddet hareketlerinin arka planında göçebeliğin yerleşik düzene karşı başkaldırışı diyebileceğimiz fanatik tepki varı bilinçaltı boşalmanın varlığını görürüz. İşte aynı bilinçaltı boşalma refleksi günümüzde de geçerli olup bilgi çağına gulyabani kalmaktalar.
Evet, önümüzde ki tabloda şiddeti metot edinenlerin slogan varı eylemlerinde hamaset kokan fanatik duygu selinin dışa karşı deşarj olması hadisesi sözkonusudur. Ve böyle bir tabloda yer alan radikal gruplar eline tutuşturulmuş reçeteleri okuyarak ya da başkalarının bindirilmiş kıtaları olarak kullanılmakla adeta kendinden geçmekteler. Belli ki analitik düşünmek çok daha ciddi emek gerektiriyor, paspas olarak kullanılmak varken niye sağduyularını kullanıp analitik hareket etsinler ki. Onlar için düşünmemek en büyük eylemdir zaten.
Her şey bir yana, bir kere Resûlullah (s.a.v.)'ın “Kim çölde oturursa katılaşır, kim av peşinde koşarsa yitirir ve kim saltanata geçerse bozulur” sözleri bedevi toplum yapısının ruhunu ortaya koyması açısından kayda değer mucizevî bir hadis-i şeriftir. Gerçekten de sosyologların olmadığı bu dönemde böylesi mucizevî hadis-i şerifin zikredilmesi İslam bilginlerine ışık saçmışta. İşte İbn-i Haldun bu hadis-i şeriften hareketle “İslâm toplumları İslâm’dan önce bedevi idiler, İslâm tarihinin gelişmesi sürecinde hadariyete geçtiler” tarzında görüş serdetmiş bile. Hiçkuşkusuz İslâm’ın metafiziği, ahlâkı, hukuku, edebiyatı, musikisi, siyaseti çok geniş bir çerçevesi vardır. Dolayısıyla Resûlüllah (s.a.v.) İslam'ın bu geniş penceresinden hareketle ashabına yemek yiyişinden giyimine, oturuşundan kalkışana kadar hemen her alanda bir dizi adap ve usulleri öğretmiş ve böylece bedevi toplum yapısı zaman içerisinde medeni bir diriliş hüviyete kavuşmuş oldu.
Artık göçebelik, kabalık, yağmacılık vs. çok gerilerde kaldı, tarımdan ticarete doğru gelişme kaydedildikçe toplum sanayileşmiş bilgi toplumuna doğru evrilmekte. Derken toplum yapısı çok daha teşkilatlı hale gelmektedir. Dolayısıyla oluşan bu örgütlü sosyal organizasyona karşı radikal grupların asabı bozulmaktadır. Bir kere onlar alışmışlar bölük pörçük dağınık yaşamaya, bu yüzden değişmemekte ki kararlılıklarını eyleme dönüştürmekle diriliş ruhundan yoksun günümüzün yüz karası yeni Haricileri olmaktalar. Öyle ki bu gruplarda değişime karşı direnmek kronik bir vakadır. Her halükarda sert ve tepkici haletiruhiyeleri “kurallı yaşamaya” karşı direnişleri süreklilik kaydetmektedir. Sanki sanayileşmiş bilgi teknolojisine yabancı kalmak marifetmiş gibi bayat ve fosil kalmayı yeğlerler hep. Oysa çağımız, bilgi üretimine yönelik bir yapı arz eder. İşte bu yapı içerisinde Harici türü bu tip militan akımlar sosyal değişmenin en hızlı olduğu alanların merkezinde ya da kenarında seyredip kimi zaman Gezi eylemleriyle, kimi zaman Danıştay saldırısı sonrası gösterilerle, kimi zaman Diyarbakır Sur ve Ankara Gardaki patlamalarla kendini ele vermekte. Hatta fosilleşmiş ve bayatlamış alışkanlıklarını muhafaza etmek için gerektiğinde canlı bomba olmayı göze alırlar da. İkide bir teröre başvurmaları bu yüzdendir. İslâm’ın evrensel hakikatlerini anlamak basiretinden yoksun her tür radikal oluşumlardan başka bir şey beklenmezdi zaten. İyi ki Ehli Sünnet yolunu düstur edinmişiz de “tepkiciliği” değil “etkiciliği” esas almışız. Kaldı ki Müslüman’ın varlığı tepki için değil etki için vardır, Müslüman da etkilemek yakışır. Hatta öyle etkili olmalı ki bizi gören bizde dirilmeli. Yok, eğer kendimize çeki düzen vermeyip hamasi nutuklarla ve sloganlarla hareket edersek biliniz ki bir arpa boyu diriliş kaydedemeyiz.
Bakın, Gavs-ı Hizani’nin (k.s.) oğlu bir gün camii de vaaz verirken ne kadar bildik ayet ve hadis varsa cemaate döktürmüş. O sırada ezan okunduğunda Gavs-ı Hizani de camiye teşrif etmiş. Namaza durulacağı sırada Gavs-ı Hizani (k.s.) müezzine:
“-Haydi, kamet getirin” dediğinde cemaat cezbelenip adeta yerlere yıkılmış. Tabii namaz eda edildikten sonra oğlu babasına:
“-Babacığım, camiye teşrif etmezden önce ne kadar ayet ne kadar hadis varsa hararetle anlattığım halde milletin kılı kıpırdamadı, ama sen sadece ‘kamet getirin’ der demez cemaat bir anda yerlere yıkılıverdi, bu ne iştir?”
Gavs-ı Hizani (k.s.) cevaben şöyle der:
“-Oğul iş lafın zahirinde değil manevi tasarrufattadır.”
Böylece bu müthiş veciz sözle etkili (manevi tasarrufat sahibi) olmanın gerekliliğini vurgulanmış olur.
Slogan atmayı ve şiddeti metot edinenler belki iyi niyetli, İslâm’a gönül vermiş insanlar olabilir, ama iyi niyetli olmak ve gönül vermişlik tek başına yeterli kriter değildir, Yusuf Yüzlü olmaya ve bilgiye de ihtiyaç var. Hele toplumsal değişmenin hızla yaşandığı çağımızda meselelere satıh üstü kaba hükümler vermek yerine akl-ı selim düşünmeye mecburuz da. Ki, böyle yapmakla İslâm’a hizmet etmiş oluruz. Nice kelimeler var dua, nice kelimeler var ki etrafımızı kan gölüne dönüştürebiliyor. Şöyle tarihte yaşananları bir düşünün; “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetinden hareketle Müslümanların kanını helal sayan Hariciler değil miydi? Her ne kadar Harici kavramın lügat olarak 'dışarıdan biri' manasına gelse de, gerçek anlamı “huruç eden”, yani “başkaldıran” ve “isyan eden” anlamındadır. Çağımızın Haricileri başkaldıra dursunlar bizler asla başkaldırmak için değil “müjdeleyen”, “kucaklayan” ilmi ve tefekkürü esas alan bir yol izlemek için varız. Sırat-ı müstakim üzere yola koyulalım ki huzur bulalım. Kaldı ki İslâm uleması, kurallı ve isabetli görüşler sergilemeyi öğütler. Zaten sünni ulemanın hayatlarında reaksiyoner veya isyankâr davranışlara pek rastlanmaz. Bakın İmam-ı Azam, yaşadığı dönemde yönetimin haksız uygulamaları karşısında asla ayaklanma fetvası vermemiştir. Zira o biliyordu ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Müslümanlara zulüm yapan Kureyş Şeflerinden herhangi birini öldürmediği gibi suikastta tertiplememiştir. Madem öyle militana değil İnsan-ı kâmile ve tefekkür sahibi insana ihtiyaç vardır. Her militarist akım öteden beri ilme, Yusuf Yüzlülük ve hürriyet gibi değerlerle barışık olmadı ki, gelecekte de olsun.
Evet, bir kez daha söylemekte fayda var; radikalizm, fanatizm ve sloganik söylemler gelinen noktada sanayileşmiş bilgi çağıyla taban tabana zıt değerlerdir. İster adına militarizm, ister fanatizm, ister radikalizm diyelim farketmez insanlıktan nasiplenmemiş gulyabani akımlar anti medeniyet oluşum için varlardır. Bizim farkımız diriliş muştusu medeniyete sahip çıkmamızdır. Bize ne geziciler (Gezi zekâlılar), ne kominist fraksiyonlar, ne el Kaide, ne İran’daki devrim muhafızlığı, ne IŞİD, ne şu, ne bu asla örnek model olamaz. Modelimiz gayet net açık orta da, kendi engin kültür kodlarımızda var olan alperen tipiyle özdeşleşmiş kökü mazide ati olmak modelidir. İmam-ı Azam, Yunus ve Mevlâna’nın yürüdüğü yolu iz bildiğimizden anti medeni unsurlarla bir ilişki kurmayız. Çünkü biri korku ve vehim salan, biri iri olmayı diri olmayı bir olmayı müjdeleyen anlayıştır. Şu bir gerçek içi boş sloganlarla kitlelerin gönülleri fethedilemez. Ancak Hz. Mevlâna’nın, “Ne olursan ol yine gel” anlayışıyla gönüller feth olunur. Feth olunsun ki hayırlar feth ola şerler def olsun.
Evet, müjdeleyen anlayışın ortaya koyduğu kardeşlik bilinciyle militarizm ortaya koyduğu kin ve nefret tohumları taban tabana birbirine zıt bakış açılarıdır. Birkere kültür mayamız diriliş muştusu sevgiyle yoğrulmuş, istesekte bir tek karıncayı incitmeyiz. Düşünsenize Yavuz Sultan Selim gibi gözü kara bir padişahın daha önceden kafasına koyduğu tüm dünyada küffarın kökünü kazıma düşüncesi Şeyhül İslam Zenbilli Ali Efendi engeline takılabiliyor. Bu demektir ki Osmanlıda padişahta olsa kendi başına buyruk kesilemez. Çünkü Şeyhül İslam makamı kurallı davranmanın gücünü gösteren baş makamdır. İşte tüm bu gerçekler ortada iken halen birileri tarihimizi kılıç kalkan ve cengâver tarihi olarak nitelemekten dem vurabiliyor. Aklını karaya oturtmuş bu malum çevreler azcık bir arşiv taraması yapmış olsalardı tarihimizin sadece huduttan hududa, sadece seferden sefere, gazadan gazaya koşan tarih olmayıp aynı zamanda hak, hukuk, adalet ve medeniyet tarihi olduğunu görmüş olacaklardı. Hele birde tarihi köklerin biraz daha derinliklerine dalmış olsalardı Selçuklu, Osmanlı medeniyet oluşumunun temellerinde Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin Türk'ün Alp’ini erenlikle buluşturup diriliş muştusu medeniyet hamurunun o gün yoğrulduğuna vakıf olacaklardı. İyi ki de Alpler, Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin dergâhına gelmişlerde Alperen olmuşlar, bu sayede üç kıtaya hükmedecek bir Osmanlı’nın doğuşuna zemin hazırlamışlardır. İşte bu anlamda Söğüt bir otağ olmanın ötesinde Osman Gazi ve Şeyh Edebali’nin elinde ulu çınara dönüşen bir diriliş hamlesidir. Ve bu kutlu ulu çınar ağacı Fatih ve Akşemseddin elinde Nizam-ı âlem’e dal budak salar da.
Dün nasıl ki Osmanlı; Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûresini Îlay-ı kelîmetullah için Nizam-ı Âlem ülküsüne dönüştürmüşse, bugün de her türlü radikal akımları İslâm’ın hoşgörü, sevgi, ilim ve tefekkür ikliminde eritip yeniden bir medeniyet hamlesiyle dirilişe geçebiliriz, neden olmasın ki. Öyle ya, tarihi süreç içerisinde çöl, çetin coğrafya şartları göçebe insanı sert ve savaşçı yaptığı muhakkak. Ama öyle bir dönem gelmiş ki aynı göçebe insanı yerleşik hayata geçişle birlikte medeni olup müesseseleşmeye, hukuka ve kurallı davranmaya uyum sağlayabilmiştir. Madem değişim gerçeği var, o halde bizde tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi çağına hatta bilgi ötesine tarihi kodlarımızda var olan diriliş ruhuyla yeniden çağlara ferman okuyabiliriz.
Vesselam.