Apartmanın beşinci veya yedinci katına çıkmak gibi bir şey değil bu. Asansör yok, korkuluk yok bu tırmanışta. "Öd"ünüz ne kadar sağlam da olsa, hafif bir ürperti sarıyor bedeninizi. Psikolojiktir belki, şeytan en korktuğunuz sahneleri getirir gözünüzün önüne... Korku filmlerini hiç sevmeseniz de, sevesiniz gelir içinizden! Bilirsiniz ki, izlediğiniz sahnenin arka bölümünde set ekibi vardır, kameramanlar, rejisörler, yönetmenler vardır... Bir an olsun rahatlar, sonra devam edersiniz korkunun içinden yürümeye...
Kalbinizin bu kadar çalışkan olduğunu bilmezdiniz, ciğerlerinizin temiz havaya bu kadar aç olduğunu da... Ve soluğunuzun size bu kadar yakın, size bu derecesine ait olduğunu...
Gözünüzün ucu hep en son noktadadır ve hep en son nokta yeniden, yeniden oluşmaktadır... Pişman olup dönmek geçer belki aklınızdan ama siz yine de aklınızı kullanırsınız... O son noktanın yüksekliğini ve uzunluğunu mutlaka okumuşsunuzdur bir yerlerden, adımlarınızla metre hesabı yapmaya, tahminler yürütmeye çalışırsınız...
Derken ilk sürpriz rüzgarla başlar. Bildiğiniz rüzgar değildir bu, tanıdığınız rüzgar sesi bu değil, “en azgın ve en korkunç sesli rüzgarların mekanı burası herhalde” diye söylenirsiniz. Bu melodiyi hiç bir macera filminde duymadığınıza eminsinizdir ve hiç bir belgesel müziğinin sizi bu kadar etkilediğini; yavaş yavaş, usul usul içine çektiğini... Halinize; bir şeker için ilerleyen çocuk elleri de diyebiliriz, fakat en son noktayı şekeri elinde tutan kişiye benzetemezsiniz!..
İnatçı merak da diyebilirsiniz buna: Yüzücülüğünüzü ispatlamış olsanız da açıldığınız denizin hep sonuna gitme isteği gibi, tehlikeli olduğunu bilseniz de ıssız ormanın vahşi ortamına sokulmak gibi ya da biten bir aşkın peşinden bin bir umutla koşmak misali... Hep sonunu merak edersiniz, bir sürü şey kurgularsınız hayalinizde final için, hiç hayal kurmamışlardan değilsinizdir ve bu düşünceler biraz daha cesaret verir yüreğinize, yüreklenmeniz ayaklarınızı tetikler ve siz habire, habire ilerlersiniz...
"Yüksekliği 2750 metredir.." satırı daha dün okuduğunuz gibi gözünüzün önünden geçer ve aynen bahsettiği gibi bulutlar gözükmeye, hatta içlerinden yürümeye bile başlarsınız... Artık heyecan doruktadır ve siz doruğa daha yakınsınızdır. Puslu, sisli atmosferin içinde bir tablodur aslında varlığınız. En son tepe, artık yakınlaşmaya, yeni tepeler oluşmamaya başladığında korkunuz sevince, içinizdeki ürperti ve heyecan, zafere dönüşür...
Rüzgar "hoş geldiniz" ezgisine başlamıştır bile. Sisten bir peri belirir, sarılır bedeninize... Ayak uydurursunuz ezgiye, yeni aşklar ve taze kanlar dolaşır benliğinizde... Atılan her başarılı adımla bulutlar biraz daha yakınlaşır gözlerinize...
Uçsuz bucaksız yaylalarda, yılda bir gün hariç(!), yalnızlığın kuşatması vardır… Derken yaylalar, şanlarına yakışır cinsten bir şaka yaparlar ve evrenin gizemini fısıldarlar kulağınıza...
Bir gün hariç: İşte o gün bütün yılın acısını çıkarmak istercesine renklerin tümünü etrafında toplar yaylalar, civardaki tüm insanlara davetiye çıkarırlar kuşlarla ve insanlar eteklerine daha yeni ulaşmışken çiçekleriyle karşılarlar...
Evet; belki tepeler uzaktan çoğunlukla kıvırcık saçlı çocuğu andırırlar; oysa yaylalarda bir ciddiyet var, asker traşı gibi, gözünüzün alabildiğince aynı uzantı, son noktaya dek aynı nizam... Farklılık diyebileceğiniz sadece renklerin tonları... Ve bu tonlarla oluşturulmuş, muazzam bakış açısı... Bir de düzenlenen şenliklerin yılda sadece bir gün askıda duran, çerçeveli yankısı!
(Bu yazı Aksiyon Dergisinin 346. sayısında “Yaylalarda Bayram Vakti” başlığı altında yayınlanmıştır.)