Ziya Gökalp’i iyi okumak gerek. Ne yazık ki, “Türk Milliyetçisiyim” diyenler tarafından bile yeterince okunmuyor ve bilinmiyor.
Türklerin Müslüman olmadan önceki dinleri hakkında en çok araştırma yapan ve kalem oynatan da odur. Eski dinimiz, Göktanrı Dini de ülkemizde hiç bilinmiyor. Öğrenenler “harika bir din ve tertemiz bir inanç” diyorlar ama büyük çoğunluk bu konuda düşünsel bir tembellik ve önyargı içindeler. Hele de dinci çevreler, onlara göre Eski Türkler uygarlıktan yoksun göçebe, vahşi bir topluluktu, onlar Müslüman olunca uygarlaştılar ve şereflendiler (müşerref olmuşuz, sanki şerefsizdik İslam’dan önce).
Şimdi gelin bir bakalım, bizim nasıl bir dinimiz varmış o yüzyıllarda.
Önce Gökalp’in kaleminden okuyalım:
“Eski Türk dininde Türk Tanrısı, barış ve esenlik ilahı idi. Tanrı yalnız güzellik sıfatı ile tecelli ettiği için eski Türkler onu yalnızca severlerdi, Tanrı’ya karşı korku duymazlardı.
Eski Türklerde Vatanî ahlâk çok güçlüydü. Hiçbir Türk kendi İl’i yani millet için hayatını ve en sevgili şeylerini feda etmekten çekinmezdi. Çünkü İl, Gök Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. Gök Tanrı, Türklerce çok kutsal bilinen aşk gecesinde bir altın ışık olarak yeryüzüne inmiş, bir bâkireyi ya da bir ağacı gebe kılarak bu kutlu İl’in üremesine sebep olmuştu. İl’in oturduğu memlekete yurt ya da ülke denirdi.”
Gökalp’in bu bilgilerinin altına bir ünlü Türk Milliyetçisi bilim adamının Ord.Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal’ın “Teokratik Devlet ve Laik Devlet” adlı yazısından bir bölümü ekleyelim ve görelim GöktanrıDini’nin ruhanilerinin devlet yönetimi konusunda hangi konum ve yaklaşımda olduklarını:
“İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde ‘han’lar dini reis sıfatını taşımamışlardır. Orta Asya Türklerinin İslamiyet’ten önceki dini Şamanizm,evrenin yaratıcısı olarak bir Tanrı’nın varlığını kabul eden dinlerdendir. Bu dinin ruhanilerine ‘Kam’ deniyordu. Millet hayatında önemli rolleri olan Kam’lar devlet işlerine karışmıyorlardı.
Öte yandan gerek Doğu Türkistan gerek Batı Türkistan’daki çeşitli Türk hanlıklarında, o döneme göre çok ileri sayılabilecek derecede din hürriyeti vardı. Aynı devletin yurttaşları değişik dinlere bağlı olarak bir arada ve barış içinde yaşayabilmişlerdi.”
Eveet başlığımda vardı ya, şimdi gelelim şu Feminizm işine, Türklerin İslam’dan önce, nasıl bir feminist ve kadıncı olduklarını Ziya Gökalp’ten öğrenelim. Bu konuda, bu ülkede çok az bilinir. Oysa “Türkçülüğün Esasları” adlı eserde “Türk Feminizmi” başlıklı apayrı bir bölüm var. Okuyalım özetleyerek:
“Eski Türkler hem demokrat hem de feminist idiler. Zaten demokrat olan toplumlar genellikle feminist olurlar. Türklerin feminist olmasına başka bir sebep de, eski Türklerce Şamanizm’in kadınlardaki kutsal güce dayanması idi. Türk şamanları, büyü gücüyle harikalar gösterebilmek için kadınlara benzemeye mecburdular.
(…) Kamu gücü, Hakan ile Hatun’un her ikisinde ortak tecelli ettiği için bir buyrultu yazıldığında ‘hakan buyurur ki‘ diye yazılsa geçerli olmazdı. Geçerli olması için “Hakan ve Hatun buyurur ki” sözüyle başlaması gerekirdi. Hakan tek başına bir elçiyi huzuruna kabul edemezdi. Elçiler ancak, sağda Hakan ve solda Hatun oturdukları zaman, ikisinin birden huzuruna çıkardı. Şölenlerde, Kenköşlarda (danışma toplantıları), Kurultaylarda, ibadet ve ayinlerde, savaş ve barış meclislerinde, hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu. Kadınlar tesettüre ait hiçbir kısıtlama ile bağlı değildiler. Hakan’ın hükümetteki ortağı olan Hatun’a Türkân unvanı verilirdi.
(…) Eski Türklerde kadınlar genel olarak amazon idiler. Askerlik, silahşörlük, kahramanlık Türk erkekleri kadar kadınlarında da vardı. Kadınlar doğrudan doğruya, hükümdar, kale muhafızı, vali ve sefir olabilirlerdi.
Sıradan ailelerde de ev karı ve kocanın ortak mülküydü. Çocuklar üzerindeki velayet hakkı baba kadar anaya da aitti. Erkek daima karısına saygı gösterir, onu arabaya bindirerek kendisi arabanın arkasından yürürdü. Şövalyelik eski Türklerde genel bir karakter idi. Feminizm de Türklerin esaslı şiarı idi. Kadınlar mallara tasarruf ettikleri gibi, dirliklere, topraklara ve malikânelere sahip olabilirlerdi. Eski kavimler arasında, hiçbir kavim Türkler kadar, kadın haklarına saygı göstermemişlerdir.
(…) İşte bu sebepledir ki, ülkemizde Türkçülük akımı doğar doğmaz, feminizm ülküsü de birlikte doğmuş oldu. Türkçülerin hem halkçı, hem de kadıncı olmaları, yalnız bu yüzyılın bu iki ülküye değer vermesinden dolayı değildir; eski Türk hayatında demokrasi ile feminizmin başlıca iki esas olması da bu bağlamda büyük bir etkendir.”
Evet şimdi koyun ellerinizi başınızın arasına ve düşünün, ne imişiz, ne olmuşuz…
Türklerin Müslüman olmadan önceki dinleri hakkında en çok araştırma yapan ve kalem oynatan da odur. Eski dinimiz, Göktanrı Dini de ülkemizde hiç bilinmiyor. Öğrenenler “harika bir din ve tertemiz bir inanç” diyorlar ama büyük çoğunluk bu konuda düşünsel bir tembellik ve önyargı içindeler. Hele de dinci çevreler, onlara göre Eski Türkler uygarlıktan yoksun göçebe, vahşi bir topluluktu, onlar Müslüman olunca uygarlaştılar ve şereflendiler (müşerref olmuşuz, sanki şerefsizdik İslam’dan önce).
Şimdi gelin bir bakalım, bizim nasıl bir dinimiz varmış o yüzyıllarda.
Önce Gökalp’in kaleminden okuyalım:
“Eski Türk dininde Türk Tanrısı, barış ve esenlik ilahı idi. Tanrı yalnız güzellik sıfatı ile tecelli ettiği için eski Türkler onu yalnızca severlerdi, Tanrı’ya karşı korku duymazlardı.
Eski Türklerde Vatanî ahlâk çok güçlüydü. Hiçbir Türk kendi İl’i yani millet için hayatını ve en sevgili şeylerini feda etmekten çekinmezdi. Çünkü İl, Gök Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. Gök Tanrı, Türklerce çok kutsal bilinen aşk gecesinde bir altın ışık olarak yeryüzüne inmiş, bir bâkireyi ya da bir ağacı gebe kılarak bu kutlu İl’in üremesine sebep olmuştu. İl’in oturduğu memlekete yurt ya da ülke denirdi.”
Gökalp’in bu bilgilerinin altına bir ünlü Türk Milliyetçisi bilim adamının Ord.Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal’ın “Teokratik Devlet ve Laik Devlet” adlı yazısından bir bölümü ekleyelim ve görelim GöktanrıDini’nin ruhanilerinin devlet yönetimi konusunda hangi konum ve yaklaşımda olduklarını:
“İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde ‘han’lar dini reis sıfatını taşımamışlardır. Orta Asya Türklerinin İslamiyet’ten önceki dini Şamanizm,evrenin yaratıcısı olarak bir Tanrı’nın varlığını kabul eden dinlerdendir. Bu dinin ruhanilerine ‘Kam’ deniyordu. Millet hayatında önemli rolleri olan Kam’lar devlet işlerine karışmıyorlardı.
Öte yandan gerek Doğu Türkistan gerek Batı Türkistan’daki çeşitli Türk hanlıklarında, o döneme göre çok ileri sayılabilecek derecede din hürriyeti vardı. Aynı devletin yurttaşları değişik dinlere bağlı olarak bir arada ve barış içinde yaşayabilmişlerdi.”
Eveet başlığımda vardı ya, şimdi gelelim şu Feminizm işine, Türklerin İslam’dan önce, nasıl bir feminist ve kadıncı olduklarını Ziya Gökalp’ten öğrenelim. Bu konuda, bu ülkede çok az bilinir. Oysa “Türkçülüğün Esasları” adlı eserde “Türk Feminizmi” başlıklı apayrı bir bölüm var. Okuyalım özetleyerek:
“Eski Türkler hem demokrat hem de feminist idiler. Zaten demokrat olan toplumlar genellikle feminist olurlar. Türklerin feminist olmasına başka bir sebep de, eski Türklerce Şamanizm’in kadınlardaki kutsal güce dayanması idi. Türk şamanları, büyü gücüyle harikalar gösterebilmek için kadınlara benzemeye mecburdular.
(…) Kamu gücü, Hakan ile Hatun’un her ikisinde ortak tecelli ettiği için bir buyrultu yazıldığında ‘hakan buyurur ki‘ diye yazılsa geçerli olmazdı. Geçerli olması için “Hakan ve Hatun buyurur ki” sözüyle başlaması gerekirdi. Hakan tek başına bir elçiyi huzuruna kabul edemezdi. Elçiler ancak, sağda Hakan ve solda Hatun oturdukları zaman, ikisinin birden huzuruna çıkardı. Şölenlerde, Kenköşlarda (danışma toplantıları), Kurultaylarda, ibadet ve ayinlerde, savaş ve barış meclislerinde, hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu. Kadınlar tesettüre ait hiçbir kısıtlama ile bağlı değildiler. Hakan’ın hükümetteki ortağı olan Hatun’a Türkân unvanı verilirdi.
(…) Eski Türklerde kadınlar genel olarak amazon idiler. Askerlik, silahşörlük, kahramanlık Türk erkekleri kadar kadınlarında da vardı. Kadınlar doğrudan doğruya, hükümdar, kale muhafızı, vali ve sefir olabilirlerdi.
Sıradan ailelerde de ev karı ve kocanın ortak mülküydü. Çocuklar üzerindeki velayet hakkı baba kadar anaya da aitti. Erkek daima karısına saygı gösterir, onu arabaya bindirerek kendisi arabanın arkasından yürürdü. Şövalyelik eski Türklerde genel bir karakter idi. Feminizm de Türklerin esaslı şiarı idi. Kadınlar mallara tasarruf ettikleri gibi, dirliklere, topraklara ve malikânelere sahip olabilirlerdi. Eski kavimler arasında, hiçbir kavim Türkler kadar, kadın haklarına saygı göstermemişlerdir.
(…) İşte bu sebepledir ki, ülkemizde Türkçülük akımı doğar doğmaz, feminizm ülküsü de birlikte doğmuş oldu. Türkçülerin hem halkçı, hem de kadıncı olmaları, yalnız bu yüzyılın bu iki ülküye değer vermesinden dolayı değildir; eski Türk hayatında demokrasi ile feminizmin başlıca iki esas olması da bu bağlamda büyük bir etkendir.”
Evet şimdi koyun ellerinizi başınızın arasına ve düşünün, ne imişiz, ne olmuşuz…