Elçibey ve Bayburtlu Şehit…

Abone Ol


Bu öykülerden birisi “Şamahı’nın Bağında” adını taşlıyor. 1992 yılında bendeniz, 1918 yılında Nuri ve Halil Paşa’ların komutasında Anadolu’dan gelerek Azerbaycan’ı kurtaran Kafkas-İslam Ordusu’nun güzergâhı üzerinde bulunan Şamahı Şehri’ne gidip o bağları görmüştüm, Bakû-Şamahı yolu üzerindeki Acıdere Mevkiinde şehit yüzbaşımızın kabrini de ziyaret etmiştim. Sonra ünlü Hiciv Şairi Mirze Elekber Sabir’in anma gününe katılmıştım. Afşar Çelik’in bu öyküsünün bir yerinde Bayburt çıktı karşıma çok duygulandım, hatta ağladım da. Sizinle de paylaşmak istiyorum önemli yerlerini:

“Havada, eski günlerin kokusu var… Rafik Bey ve oğlu İsmayıl, dönüp Bey’e baktılar. Çoktan solmuş otların, rüzgârda dalgalandığı bir Haziran günü, Şamahı yakınlarında dolaşıyorlardı. Bey, hapisten çıkalı çok olmamıştı.

Hiçbir şeyden kaçmadığı için can sıkıntısının bile içine dalıp, ondan bir fikir çıkarıyordu mutlaka… Onu buraya dinlenmesi için getiren dostlarından daha dinç duruyordu.

Konuşmadan önden yürüyüp giderken… Aniden durup gözlerini kapattığı anlarda, belki de hayatın kendisinin, candan dilenecek bir türkü olduğunu düşünüyordu.

(…) Arkadaşları, nefeslerini kesen bir yönetimin, daha ne kadar devam edeceğini düşünüyorlardı. Bazen yürüyüşte geride kalıp; KGB’nin bir sonraki tutuklama dalgasında ne yapmaları gerektiğini alçak sesle tartışıyorlardı.

Bey, belki bunları işitiyor, belki de işitmezden geliyordu.

Durumun en karanlık göründüğü zamanlarda Bey ‘Bir gün bağımsız olacağız. Bir gün Türkiye’deki kardeşlerimize sarılacağız’ diyordu.

Ve şimdi gene… O, en önde yürüyordu. Bazen yerden eğilip bir taş alıp inceliyor; bazen ağaçlardaki kuş yuvalarını seyrediyordu

(…) Nihayet Bey, bir iğdenin altında durduğunda, yetiştiler ona. Bir taşın başında, bağdaş kurmuş, ellerini açmış dua ediyordu. Onlar da eşlik ettiler.
Havada hâlâ bahardan kalan bir serin tedirginlik, yine gölgelenen rüzgârla ürpertirken, Bey’in konuşmasını beklediler.

‘Ha böyle yazasın ahretlik! Diyesin ki anama… Aaah Dur, az bekle… Yatarak konuşacağım ya bağışlayasın. De ki anama ahretlik… Anacağım, burada kardeşlerimle beraberim. Senin mübarek karnından çıkmasalar da… Aaah! Ama dünyanın bir ucunda…. Aaah anacığım bilesin ki senin mübarek kokunda ve dahi elceğizlerinle kınalı… Yazdın mı ahretlik? İyi… Anacığım senin ellerin gibi kınalı eller buldum. Su verdiler, ayran verdiler, ekmek verdiler… Ekmek toprağın sütüyse ana… Süt anam oldular, bilsin… Dilleri bizim köyün dili ana… Öz be öz köyümün dili… Suyu ballı, şerbetli.. Mübarek bir yer ana… Bilesin… Göğü bizim gök, iğdesi aynı iğde, serinliği bile aynı serinlik. Meğer bizim köy ne büyükmüş, büyükmüş ki adına derler ‘Vatan’… Bilesin ki ben vatanın bağrındayım; sanki senin kucağımdayım, üzülmeyesin…

Yazdın mı ahretlik? Ne diyordum ben… Öhöö öhö! Aah!

Anacağım gönlün sıkılmasın benden yana… Ben harp görmüş adamım amma… Bu memlekette hadise harpten ayrı bir muamma… Moskof’un pençesini, öfkesini tattıydık ya… Bağışlayasın oğulcuğunu ama… Çoluk çocuk demeden, kıymışlar herkese ana… Tazı ördeğe dokunmaz ama… Bunlar avcıdan önce parçalamışlar avlarını… Ben sevinirdim ki Bayburt kurtulmuştur, bunların şerrinden… Aha anam! Burası iki Bayburt, iki Elazığ, iki Van!

Merak etmeyesin; erzakımız, giyimimiz evelallah tam. Nuri Paşamız başımızda, nasıl hakikatlı, cesur, iyi bir adam. Gözün kalmasın arkada.
Şayet dönemezsem merak etmeyesin. Oğlun yad elde değildir. Kardeşlerinin, bacılarının ellerindedir.”

Bey, duasını etti. Eliyle toprağa yarı yarıya gömülmüş bir taşı işaret etti: “Bu taş var ya bu taş… Bu taş bir Mehmetçik’e ait”. Rafik ve İsmayıl anlayamadılar önce.
“Bakın üzerinde ne yazıyor? ‘Ali oğlu Mehmet, Bayburt Sancağı… Tarih 1334…’ Yani 1918. Nuri Paşa’nın aslan parçalarından biri, burada kalmış gördünüz mü?”

Bu bir selam, hem de ne selam! Diyor ki kendince “Yel de sel de düşman da gelip geçer… Adımız taşlarda bâki kalır. Hani diyor ya Ruslar durup da tepemizde ‘Onlar Türk, ya siz kimsiniz?’ cevabı burada yatan Türk evladı veriyor.

Ben bir taş binada yatmışım çok mu? Bakın burada taşına sarılmış bir Mehmetçik yatıyor. Ben bundan severim, susup da iğdelerini söğütlerin, yelin sesini dinlemeyi… Hadi oturun da şu gölgede çörek keselim…“

Ve bu da Kop Dağı'dan bir Şehit mektubu

Kop dağında şehit olan bir erin üzerinden çıkan yavuklusuna yazmış olduğu şu mektup Türk milletindeki vatan sevgisinin en samimi bir ifadesi değil midir?

“Sevgili Ayşe,
Sana bu satırları cepheden, Kop dağlarından yazıyorum. Seni dünyada her şeyden çok sevdiğimi zannederdim. Lakin yanılmışım. Beni affet… Kalbimi bilirsin doğruyu söylemekten zevk alırım. Dünyada meğer senden ziyade sevdiğim vatanım varmış. Vatan aşkı yanında senin aşkın, evet senin ateşli aşkın söndü… Sönük kaldı… fakat yine seni unutmadım, yine seviyorum. Bak, karşımda kanlı kanatları ile ölümü gördüğüm halde vakit buluyor, acele sana bu mektubu yazıyorum… Allah’a çok dua ettim. İnşallah eline geçer. Beni unutma. Lakin benim için ıstırap çekme. Çünkü ben mesudum… MEHMET”

(Kaynak: Mazlum Nusret Kılıçkıran, Söyleyim Bayburt’un Vasfı Halini, İzmir, 1975. s. 33.)