Evimiz tek katlı ve çok işlevsel bir evdi. Üç odası da -adları küçük oda, orta oda, büyük oda- yan yana sıralanır ve üçü de evimizin bahçesine bakardı. Küçük oda ile orta odanın kapılarının açıldığı yerde büyük bir salon vardı. Büyük oda ise özellikle kış aylarında günlük yaşamımızın geçtiği iç odaya açılırdı.
İç odanın aydınlatması tam tepesinde hiç açılmayan kör bir pencereden sağlanırdı. Kışın buraya kurulan soba gün boyu yanar, buradan çıkan köz de, sobanın yanındaki mangala alınarak üstü küllenirdi. İç oda da büyük salona ayrı bir kapıyla bağlanırdı. Evimizin her yanı; tavanı, tabanı, kapıları, pencereleri her yanı ahşaptı. Büyük salonun altında hiç kullanılmayan bir bodrum vardı. Bu salonun dip tarafında kocaman bir ambarımız yer alırdı. Ağaçtan yapılmış bu ambarda kışlık un ve bulgur, yarma gibi yiyecekler saklanırdı. Saklanacak şeyler ambarın üstünden doldurulur, içine girebilecek her şeyin önlenmesi için sıkıca kapatılırdı. Gereksinim duyulduğunda, alttaki küçük kapaklar açılarak yeteri kadar un, bulgur, yarma alınır ve sürgülü kapak özenle kapatılırdı.
Evimizin çok önemli bir yeri daha vardı: tandır evi… Evimizin yemek ve ekmeği burada yapılırdı. Bu bölüm evimizin yanından geçen İleri Sokak’a bakardı. Zamanla yol düzeyinin altında kaldığı için, yol ile arasında bir aydınlanma boşluğu vardı. Bu boşluğun iki ucu basamaklıydı. Tandır evinin pencereleri bu boşluğa bakardı. Tandır evi için gerekli yakacak ve yiyecekler bu pencerelerden verilirdi. Bu bölüme adını veren, kilden yapılan ve yere gömülerek kullanılan tandırımız, tümümüz için çok önemliydi. Ekmeğimiz, yemeğimiz burada yapılırdı. Evin sıcak su gereksinimi de tandırımızdan sağlanırdı. Ama annem ve yengem için daha da önemliydi. Çünkü onların günlük yaşantılarının büyük bölümü burada geçerdi. Annem ve yengem tandırın yandığı zaman üstlerine “tütünlük” denen entarilerini giyerlerdi. Ekmek yapmak için geceden ağaç bir teknede hamur hazırlanır ve mayalanmaya, anamın deyimiyle “kabarmaya” bırakılırdı. Sabahleyin ekmek yapma töreni başlardı.
Evimiz işte bu denli yalın ama yalın olduğu kadar da işlevseldi. Çok sağlıklıydı. Kalın taş duvarları nedeniyle yazın serin, kışın da sıcak olurdu. Bu evin bize sunduğu olanakları, başka hiçbir evde bulamadım. En modern evde bile, bu evin sunduklarından en az birinin eksik olduğunu gördüm.
Ama bu evin, özellikle de tandır evinin benim yaşantımda çok önemli bir yeri vardır. Orası bizim, ilkokuldaki arkadaşlarımın “ekmeğe hücum” yeriydi.
İlkokul üçüncü sınıftan başlayarak iki yeni arkadaşım oldu: Ergül ve Kemal… Nedenini şimdi anımsamıyorum ama birbirimize bağlanmıştık. Onlarla her şeyimi paylaşıyordum. Ergül ile Kemal’den de aynı yaklaşımı görüyordum. Ergül’ün ders araç ve gereçleri her zaman tamdı ve kullanımımıza açıktı. Kemal ise bizi hiçbir zaman yalnız bırakmazdı. Ben de aralarında idare ederdim. Ayrıca bizim evin, okulumuza yakınlığından üçümüz de yararlanırdık. Karnımız acıkınca, elişi derslerinde iğne-iplik gerekince bizim eve koşardık. Aslında üçümüzün ortak bir yanı yoktu. Mahallelerimiz ayrıydı. Boy pos farklarımız vardı. Anımsadığım kadarıyla bilye oyunlarını Kemal çok güzel oynardı. Birisinin babası fotoğrafçıydı, ama hangisi unuttum. Tüm bu zıtlıklara karşın çok iyi arkadaş olmuştuk.
Üçümüz için çok önemi olan bir ortaklığımız daha vardı: Ekmeğe hücumda ön sırayı kapma yarışı…
O yıllarda cumartesi günü, yarım gün öğretim yapardık. Öğleye kadar dört saat ders yapardık. Derslerden sonra bayrak töreni düzenlenirdi. İstiklâl Marşının okunmasından önce çoğunlukla okul müdürü konuşur; kimi değerlendirmeler yapar, gerekli duyuruları okurdu. Tüm öğrenciler kendi sınıflarıyla sıraya girer, öğretmenleri de başlarında bulunurdu. Kar-kış, soğuk- sıcak, ayaz-yağmur ayrımı gözetilmeden ayakta bekletilirdik. Törene katılan herkes sabırsızlıkla bayrak törenine başlanmasını beklerdi. O anda konuşan herkes bize çok sevimsiz gelirdi! Sonunda da bayrak göndere çekilir, marşımız okunurdu. Okul müdürünün “Paydos!” seslenmesiyle birlikte bir koşuşturma başlardı: Ekmeğe hücum…
Biz okulda bu heyecanı yaşarken, bizim tandır evinde de ayrı bir telâş yaşanırdı. O gün evimizde ekmek yapma günüdür. Anamın deyişiyle iki “ağız” hamur, geceden hazırlanmıştır. İlk ağız biraz daha küçük; ikincisi ise daha büyüktü ve bu ağızla evimize bir hafta yetecek kadar ekmek yapılacaktı. Anam öyle ayarlardı ki, okulun dağılmasından önce evin ekmeğini yapar, ekmek dolabına kaldırırdı. Küçük hamur topağını tandırın yanına alır ve ilk parti lavaşı tandıra yerleştirirdi. Tam okul dağıldığında da yengem tandır evinin penceresindeki yerini alır, önündeki sıcak ekmeklerle öğrencileri beklerdi. Anam ise ikinci ve son parti ekmeği de tandıra atmıştır bile.
Paydos ile birlikte amansız yarış başlardı. Okulun dik merdivenlerini bir solukta inerdik. Bu yarışın içinde yer almak çok önemliydi. Hele Ergül, Kemal ve benim için çok daha önemliydi. Her şeyimizi paylaşan üçümüz, bu yarışta amansız birer rakip oluyorduk. Yarışta iyi bir yer alabilmek için, o gün okula gereksiz hiçbir şey, hatta çanta bile götürmek istemezdik.
Amaç tandır evinin önünde ve ilk sıralarda yer almaktı. Çünkü anamın deyişiyle “öğrenci hakkı” ekmek, çok çok yirmi tane çıkardı. İlk yirmide yer aldın aldın, alamadınsa kendi aramızda söylediğimiz gibi “havamızı alırdık”. Ben yıllar boyu türlü sıralara girdim; otobüs, sinema ya da tiyatro, stadyum… Hiç birisinde bizim ekmek kuyruğundaki gibi bir düzen görmedim.
Aslında bu aydınlık çukuruna ancak arka arkaya sıralanarak dizilebilirdi, o kadar dardı. Belki bizi bu sıra düzenine alıştıran da bu özelliğiydi.
Koşarak gelen öğrenciler, tandır evimizin önündeki pencere çukuruna okul tarafından girer; hızla pencerenin önüne gelir; tandırdan yeni çıkmış, el yakacak kadar sıcak lavaşı yengemin elinden alır, çukurun alt yanından tekrar yola çıkardı. Ekmeği alanlar mutlu ve kışkırtıcı bir biçimde ekmeği yerdi. Bazı çok iyiliksever(!) arkadaşlarımız -ki ben ve yakın arkadaşlarım hiçbir zaman iyiliksever olmadık- lavaşlarından, ekmek alama-yanlara birer “lokma” verirlerdi. Elbette bu yarışa katılanların ödülü sıcacık ekmekti. Anamların ödülü ise öğrencilerin bağrışıp çağrışarak eve kattıkları şenlikti. Yengemin “La cavırın uşağları, ecele etmen, ellerinizi yakman..!” bağırışlarıyla, anamın tandırdan yeni çıkardığı ekmekleri yengeme atarken “Gız ahan geldi, ahan geldi!” diye bağırışları hâlâ kulağımdadır.
Sona kalıp ekmek alamayanların çok cılız bir sesle “Bize yok mu ana?” bağırışları ya yanıtsız kalır, ya da anamın özür diler gibi ve sevgi dolu “Bi dahaki sefere, bi dahaki sefere!” ünlemesiyle son bulurdu. Kimi zaman pencereden ben de bağırırdım ama aldığım yanıt, “Senin sırada işin ne?” der gibi aynıydı: “Bi dahaki sefere, bi dahaki sefere!”
Bir yaz, evimizin tandır evi yıkılarak, evle yol arasına ek bir bina yaptırdı babam. Artık tandıra da gereksinim duyulmuyordu. Evimizde “çarşı ekmeği” yeniyordu. Yemekler, sobanın üstünde ya da gaz ocağında yapılıyordu. Kocaman sinilerde yapılan baklava ve kurabiye gibi yiyecekleri de ekmek fırınlarına götürüp orada kızarttırıyorduk. Herkes çok mutluydu; anam ve yengem tandırın telaşından kurtulmuştu, babam tandır yakacağı edinme çabalarından kurtulmuş, en büyük ağabeyim de bir ev sahibi olmuştu. Ama ben ve arkadaşlarım o sıcacık ve mis gibi kokan ekmeklerimizden olmuştuk. Bir daha da o duyguları yaşamamız mümkün olmadı. Ne zaman bir hamur kokusu duysam hep o sesi duyar gibi olurum:
“Bi dahaki sefere, bi dahaki sefere!”
Kasım 2012
Editör: Yazar Ali Kemal Temuçin'in anılarını içeren yazı dizisi devam edecek...