Farabi’yi kaleme alırken, asıl anlamamız gereken hakikat şu olmalıdır: O, doymak bilmeyen bir ilim aşkıyla hem batının, hem de doğunun ismini andığı bir bilge insandır. Dahası batıda Alpharabius adıyla anılmaktadır. Sonuçta hangi ismiyle anılırsa anılsın, o ilim aşkını insanların yüreğine kazıyan, işleyen, nakşeden, öğrendiği tüm bilgileri ansiklopedi haline nasıl getirilebileceğini gösteren bilge şahsiyettir.
Mesela söz konusu ansiklopedik kaynaklardan kendine has “Kitab-el musiki” adlı o müstakil eser İstanbul’da Kılıç Ali Paşa kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. Hakeza Paris ve Escorial kütüphanelerinde mevcut mantıkla ilgili İbranice tercümeleri birçok batı bilim adamının başvurduğu kaynak eserlerdir. İşte bunlar arasından Fransız Bergson bu kaynak eserler sayesinde felsefenin esaslarını kaleme alabilmiştir. Yine İngiliz düşünürlerinden Hobbes’in Toplum teorisi, Spencer’in sosyolojik kuralları Farabi’den mülhem eserlerdir. Tabii bitmedi, dahası var; Alman filozofu Nıcolas‘ın Sezgici bilgi teorisi ve Rosseau’nun Sosyal sözleşme teorileri Farabi’den esinlenerek yazılmıştır. Hatta Farabi, Paracelsus’tan çok öncesinden “Mikro âlem” ve “Makro âlem”den söz etmiş düşünürümüzdür. Anlaşılan; Farabi’nin ortaya koyduğu bilgiler batı insanını derinden etkilemenin yanı sıra bilgilerin nasıl sistematik bir şekilde sunulması gerektiği hususu da aydınlığa kavuşmuştur.
Malum kendileri ismiyle müsemma 870 senesinde Buhara’nın Farab şehrinde dünyaya teşrif etmişlerdir. Bir başka ifadeyle Sır-derya’ya dökülen Aras nehrinin kıyısı Farab şehrinde doğmuştur. Doğduğu şehir eğitim yönünden zor şartların hüküm sürdüğü yıllara denk gelmiştir. Ki; o bunca meşakkate rağmen eğitimini ihmal etmeksizin önce İran, daha sonrasında Bağdat’a gidip öğrenimini tamamlayabilmiştir. O her şeyden öte kendine özgü hep aynı tip kıyafet giymekle alçak gönüllüğü hiçbir zaman elden bırakmayan bir davranış sergilemesi kendi içinde yalnız olduğuna işarettir. Belki de o bu haliyle:
"-Benim boş ve faydasız işlerden keyfim gelmiyor" demek istiyordu.
Bağdat’a gitmesi elbette ki babasının tavsiyesi üzerine olmuştu. İşte bu tavsiyenin gereğini yapıp fıkıh tahsili için Bağdat’a gitmiş. Böylece Bağdat onun için zahir ve batın ilmiyle ilerledikleri ilk durak olur. Bu durakta Arapçayı hıfzettikten sonra memleketine dönüp kadılık görevi üstlenmiştir. Fakat Kadılık görevi bir süre sonra onu sıkmaya başlar ve tekrar Bağdat yoluna revan olur. Burada felsefeye olan merakını Hıristiyan Filozof Mettâ bin Yûnus’un kitaplarının gölgesinde giderip, akabinde Ebu Bekir ibn el Sarrac’ın yanında gramer ve mantık derslerini tahsil eder.
Gerçektende Bağdat ilim ve feyiz kaynağı olan bir mekân. Öyle ki; burası Aristo’nun doğuya ait eserlerin yanı sıra bütün tercüme ve şerhlerini tamamlayıp felsefe alanında epey bir yol kat ettiği bir yerdir. İşte Aristo’nun kitabını anlaşılır hale gelme fırsatını bu topraklarda elde edecektir. Hatta ilim yönünden bereket fışkıran Bağdat onu yeşertip ikinci üstat olarak adından söz ettirecektir. Zaten onu ilginç kılan haslet dersleri çabucak kavramasıdır. Hatta hocaları bile ona hocalık yapmaktan çok ondan istifade etmeyi yeğlemişlerdir. Bir gün gelmiş kabına sığmayıp Bağdat’tan Haran’a gitmiş ve orda Sabit bin Kurre’nin Wabi Sabi felsefesine vakıf olmuş, derken artık bu konularda eser bile yazacak hale gelmiştir. Farabi burada aldığı eğitimle Tıp tahsilini başarıyla bitirebilmiştir. Hakeza Matematik alanında da öyledir. Yaşı olgunlaştıkça Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Süryanice dillerine de nüfuz etmiştir.
Farabi, Samani hükümdarı Nuh bin Saman’ın daveti üzerine bir ara Buhara’ya çağrılmış, hükümdarın isteği üzerine adına “El-Ta’lim-üs Sani’ verdiği bütün ilimleri bünyesinde taşıyan ansiklopedik eserini tamamlamak nasip olmuştur. Davetin gereğini yapmanın gönül hoşnutluğuyla tekrar Bağdat dönüş yapar. Fakat burada da birtakım siyasi karışıklıklardan dolayı durmayıp Hemedani Hükümdarı Seyfüddevle’nin çağrısına icabet etmiş. Böylece Halep’e hicret etmiş olur. Burada şair ve bilginlere önem vermesiyle tanınan Hemedani hükümdarının; “O bizim sarayımızın süsüdür” demesi onun ne büyük bir deha sahibi olduğunu göstermeye yeter artar bile.
Hayatının son dönemlerini Halep’te geçirdikten sonra 80 yaşına geldiğinde ardından insanlığa ışık tutan 70 civarında eserini miras bırakıp 950 yılında Şam’da hayata veda eder. O artık ardından bıraktığı eserleriyle yaşıyor. Özellikle onun “İhsan-ül-ulüm-ilimlerin tasnifi” eseri ilimleri beş başlık altında kategorize etmesi onu adından söz ettirecek düzeye taşımıştır. Ve ardından asırlar geçse de kendini unutturmayacak nitelikte gönül tahtına oturmuştur. Zira bu tasnif sayesinde belagat (güzel konuşma ve yazma), metafizik, mantık, tabii ilimler (matematik, astronomi, geometri vs.) ve medeni ilimler (ahlak, siyaset, ekonomi) anlam kazanmıştır. Her şeyden öte o Allah’a giden yolda eserden müessire ve vacib-ül vücud yoluyla ulaşılabileceğini vurgulamıştır. Yani Kâinatta her ne varsa o eserin mutlaka bir mimarı olabileceğini, aynı zamanda var olan her şeyin ya vaciptir, ya da mümkündür tarzında bütün varlıkların kaynağı Allah olduğunu dile getirmiştir. Dolayısıyla kâinatta sebep netice ilişkisinde varılacak en son menzil; varlığı kimseye muhtaç olmayan Yüce Allah’tan başkası değildir elbet. Bu fikirleri serd ederken de kullandığı metot bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşmak diye tabir edilen dedüksiyon metodu olmuştur. Böylece onun sayesinde İslami konular insanlığın idrakinde anlaşılır hale geliyordu. Bu yüzden mantık çalışmalarını mukaddime, burhan ve netice ekseninde ele almıştır. Mesela burhan kurgusunu önce tarif (tasavvur yöntemi), sonra kabul (tasdik), en nihayet ispat esası üzerine dayandırmıştır.
Farabi’nin tasavvuf konusunda görüşleri de ilginçtir. Ruhun pirupak olabilmesi için evvela nefsi emmarenin başının ezilmesi gerektiğini ve bunun yok edilmesiyle birlikte nefsi levvameye geçilip akabinde basamak basamak diğer tüm nefis mertebelerini aşıp Allah’a vuslatın gerçekleşeceğine inanmaktır. O zaten bu güzel düşüncelerle sevgililerin sevgilisine çoktan kavuştu bile.
Ruhu şad olsun.
Mayıs 2013