ABD Başkanlarının dünden bugüne izlediği politikalara baktığımızda kendileri açısından kimi zaman başarılı, kimi zaman da başarısız oldukları görülür. Malum ABD'nin dünya gündemine oturmasında Japonya’nın Hiroşima bölgesine attığı atom bombanın etki payı çok büyüktür. Her nekadar ABD bu etkiyle dünyanın ilk beş sanayi ülke arasında önde bir konuma gelse de insanlığın hafızasında unutulmayacak olumsuz izler bıraktıktan sonra önde güç olsa ne, olmasa ne. Sonuçta bu atomik gücün karşılığında insanlık büyük bir yara aldı ya. Kaldı ki bu elim olay alınlarına büyük bir kara leke olarak geçmiştir. Tabii bu bizim vicdani kanaatimiz, Amerika açısından ise vicdan hak getire, umurunda bile olmaz. Baksanıza Japonya’ya attığı atom bombayla da kınında durmayacaktır. Amerikan yönetimi bilhassa o yıllarda geleceğe ufuk açabilmek için daha henüz dünyaca keşfedilmeyen atomun nasıl yapıldığına dair sırrı saklayabilmeyi kendilerine şart görüyordu. Hakeza siyasi yönden hızla dalga dalga yayılan Hitler kasırgasının üstesinden gelmeyi de kendilerine şart görüyordu. Hatta dış piyasada büyük ölçekte ekonomik parsa kapmanın gerekliliğini de kendileri için olmazsa olmaz şart görüyordu.
Ne diyelim, işte ABD kendine hedef belirlediği ilke ve stratejiler doğrultusunda; Hitler, Mussolini ve Japonya’ya karşı elde ettiği zaferlerle adından söz ettirir bir konuma gelir ama yine de arzuladığı pek çok şey yerli yerinde oturmuş sayılmazdı. Çünkü sadece Hitler, Mussoloni belasını def etmek yetmez, bir kere Sovyet yayılmacılığına karşıda önlem alması gerekiyordu. Nitekim bu uğurda Başkan Roosevelt’in izlediği sınırlı seferberlik politikalar rafa kaldırılıp yerine Truman doktrini ağırlık kazanacaktır. Ancak bu önlemde yetmeyecektir, buna ilave önlem olarak Marshall yardımları devreye girecektir. Hatta bu arada NATO kurulduğunda Avrupa içerisinde kendi açılarından yeni üsler elde etme fırsatı da doğar. Derken bu kurulan pakt eşliğinde Avrupa’yı içten içe tehdit eden Sovyet yayılmacılığına karşı önlem alınmış olur. Yine de bunca alınan önlemlere rağmen Küba lideri Castro'nun sol eksene kayması, Mısır lideri Nasır’ın da Sosyalizm bayraktarlığına soyunmasının önüne geçilemeyecektir. Tabiî ki Castro ve Nasır konusunda Amerika’nın çok büyük ihmalkârlığı söz konusudur.
Kennedy Başkanlığında ki ABD özgürlük meşalesiyle yola koyulacaktır. Hele ki Kennedy’nin bilhassa Doğu Almanya’da mülteciler meselesine el atması ve aynı zamanda köle ayrımcılığına son vermesi ABD'nin makûs talihini değiştirecek türden politikalar olarak dikkat çekecektir. Tabii ABD'de de bunlar olup biterken Rusya cenahında tam tersi durumlar yaşanacaktır. Düşünsenize Kennedy’i politikalarını özgürlük üzerine inşa ederken Rusya'da demir perde mantığı çerçevesinde politikalarını Berlin Duvarını örmek suretiyle belirleyecektir. Rusya yasakçı politikalarla duvarlar öre dursun ABD’nin açtığı özgürlük meşalesi pek çok ülkeyi cezp eder de. Hiç kuşkusuz ABD açısından sırf özgürlük rüzgârları estirmekle de bir yere varılamaz, mutlak neydip edip Sovyet-Rus stratejisini boşa çıkartacak hamlelere, yani nükleer silahların kontrol altına alınmasına yönelik SALT-I anlaşmasına da ihtiyaç vardı. Nitekim soğuk savaş sırasında 17 Kasım 1969'da imzalanan SALT-I sayesinde nükleer silahlanmaya sınır getirilir de. Yine Viyana’da Jimmy Carter ve Leonid Brejnev arasında gerçekleştirilen 18 Haziran 1979’da imzalanan SALT-II de bu anlamda dünya barışına katkı sunacak çok önemli bir adımdır.
Her neyse geriye dönüp Nixon Başkanlığı dönemi ABD'de de izlenen domino taşları politikalarına şöyle bir göz attığımızda, her ne kadar bu politikalara Amerikan sağının hoşuna gitmese de, Nixon bildiğini okuyup Komünist Mao Zedong’la sıcak ilişkilere girmekte sakınca görmeyecektir. Hatta Çin’le sürekli diyalog içerisine girmeyi de ihmal etmez. Ancak ne varki Vietnam’la olan ateşkes anlaşmalar ihlal edildiğinde onca izlediği müzakereci politikalar hız kesip o çok övündüğü domino taşları teorisi kendiliğinden çökmüş olacaktır. Nixon’dan sonra ise Başkanlık koltuğuna oturan Ford, geçmişten yeterince ders almamış olsa gerek ki o da aynı hataya düşecektir. Zira Kamboçya’ya donanma çıkarması bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta kongreye danışmadan göze aldığı savaşlarda hanesine kötü bir sicil olarak geçer.
Peki ya Carter? Malum Carter’in diğer Başkanlardan farklı kılan yanı komünizmi potansiyel bir tehlike olarak görmemesidir. Çokta haksız sayılmazdı. Çünkü McCarthy’nin cadı avı politikalarının ABD'ye verdiği zararlar göz önünde bulundurup hesaba katıldığında haklı saymamız gayet tabidir. Bu yüzden Carter, geçmişte cadı avı uygulamalarının olumsuz yönlerinin bilincinden hareketle yukarıda da belirttiğimiz üzere SALT-II ile Sovyetlere yeşil ışık yakmasıyla birlikte Güney Kore’den askerlerini çekmesi gayet tabiidir. Ancak ne var ki Rusya bu girişimi pek inandırıcı bulmaz, bu nedenle Afganistan’ı işgal etmekten geri durmayacaktır. Carter, yinede boş durmaz iyi niyet çabalarından geri adım atmaksızın Mısır ve İsrail arasında zor görünen anlaşma zeminlerinin kapılarının aralamaya çalışacaktır. Ama ne var ki Enver Sedat’ın hunharca Mısırlı askerlerce katlediliş hadisesi her şeye tuz biber eker.
Şayet Carter politikalarında bir yanlışlık aranacaksa onun İran üzerinde ki Amerikan politikalarını Şah üzerinden yürütüp mollaları hiç hesaba katmaması eleştirilebilir. Ki, bu arada Carter’i derinden düşündürecek asıl bir olay daha yaşanır ki, malum o da molla yönetimince Amerikan askerlerinin rehin alınma hadisesidir. Böylece rehineler krizi Carter’i İran’la anlaşma zemini bulmak için masaya oturacak noktaya getirir bile. Neyse ki Carter sonrası Başkanlığa oturan Reagan’ın 4 Kasım itibariyle başlattığı girişimler meyvesini verdiğinde rehineler krizi de aşılmış olur. Tabi bu durum Reagan’a büyük bir prestij kazandırır, ama onun da ABD savaş gemilerini Lübnan açıklarında demirletip açıkça İsrail’e desteklediğini deklare etmesi prestijine gölge düşürecektir. Ki, desteğini deklare ettiğinde günümüze kadar bitmek tükenmek bilmeyen Filistin meselesinin kanayan yarası olmanın fitilini ateşlemiş olur.
Reagan ikinci dönemde tekrar Başkan seçildiğinde Sovyetler Birliğine olan eski husumetinden vazgeçip Rusya ile sıcak temaslara girecektir. Böylece bu temaslar etkisini gösterip Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesini beraberinde getirir. Hele ki sekiz yılı aşkındır devam eden İran ırak savaşının son bulması da hanesine artı puan olarak geçmesine yetecek bir neticedir. Keza 1970 yılı itibariyle Kürtlerin İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin'den yana tavır almalarına karşılık Kürtlerden desteğini çektiğinde de kendisi açısından artı puan getirecek bir politika sayılır.
Reagan sonrası Başkanlığa oturan Bush’ta benzer politikalar izleyecektir. Nasıl mı? Mesela Çin Tiananmen Meydanında özgürlük adına gösteri yapan gençlerin tankların altında ezilmesine ses çıkarmaması bunun tipik misali zaten. Ses çıkarmamak ilk etapta zaafiyet gibi görünse de ABD açısından bu sessiz kalışın politik sırrı önce komünist rejimin Sovyetler Birliğinde çatırdaması, sonrasında dünya ölçeğinde tehdit kapsamından çıkıp ABD’ye avantaj sağladığı görüldüğünde anlaşılacaktır. Öyle ya komünizm tehdit olarak ortadan kalkıp Sovyet-Rusya’nın bağrında yaşayan pek çok ülke bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra daha komünizmin lafı mı olur. Hele birde bu arada Almanyanın doğu ve batı yakasını biribirinden ayıran Berlin duvarının yıkılışı ve Demirperde’nin çöküşü de buna dâhil olduğunda ABD’nin konumunu güçlendiren avantaj olmanın yanı sıra dünyada tam bir bahar havası esmeye yetecek gelişme olur. Evet, bu bahar havası en çok ABD'nin işine yarayıp dünyada tek rakipsiz Jandarma süper güç konuma yükselir. Nasıl olsa komünizm tehdit kapsamından çıktı, o halde ABD açısından yeşil kuşak kapsamında yeni bir tehdit algısı oluşturmak zamanıdır. Ve tez elden Büyük Orta Doğu (BOP) projeleri devreye girdiğinde bunun ilk işaretleri Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme olayında kendini ele verir de. Nasıl mı? ABD'nin malum işgal olayını bahane ederek Saddam’ı devirmeye yönelik kendince haklı gerekçelerle üretip Irak'a girmekle elbet. Tabii bu mesele dünya gündeminde sıkça konuşuldukça Bush’un karşı atağa geçmesine gerekçe teşkil edecek şartlar oluşmuş olup Saddam’a yönelik haddini hududunu bil türünden çıkarma gerçekleşir bile. Gerçekten o yıllarda işgal gerekçesinin nedeni Saddam mı, yoksa petrol mü pek sorgulanmaz. Sorgulanmadığı şöyle belli, tüm batı dünyası televizyon ekranları başında Bağdat’a atılan füzeleri canlı olarak izlediklerinde aslan kesilen Bush’un, şöyle geriye dönüp bakıldığında aynı Bush’un Filistin’de, Çeçenya’da, Bosna’da insanlık dışı trajediler yaşandığında niye suspus olduğunun sorusunun cevabını aramamalarından anlıyoruz.
Peki ya doğu dünyası? Adı üzerinde doğu, yani hissi yönleri ağır basan insanları bağrında taşıyan coğrafyadır. Elbette ki her zaman olduğu gibi doğu insanı tüm olup bitenleri yüreğine taş koyarak izleyecektir hep, elinden başka bir şeyde gelmezdi zaten, ama en azından Amerika’nın işgal girişiminin arka planındaki asıl niyetin ne olduğunu ferasetiyle sezebiliyordu. Nasıl sezmesin, bikere Bosna’da, Filistin’de Çeçenya’da petrol kokusundan eser yoktu çünkü. Hele ki Sam amca petrol kokusu almaya dursun dün bir bakmışsın Kürtlere köstek olan Amerika, bir bakmışsın ani bir dönüşle Irak’taki petrollere konmak adına bu kez Kürtlere destek çıkmakta beis görmeyecektir. Zaten Kürtlerinde canına minnet, bu destek sayesinde Amerika’yı arkalarına almış olacaklar. Arkalarına aldılar da ne oldu o günleri yaşayanlar çok iyi bilir bağımsız devlet olamayacaklardır. Sadece özerk bir yönetime sahip olmakla yetineceklerdir.
Bush sonrası Bill Clinton Başkanlığında ki ABD faaliyetlerini güvercin politikalar izleyerek yürütecektir. Zaten Amerikan yönetim modelinde Cumhuriyetçi ve Demokrat kanat arasında ki farkı birinin şahin varı, diğerinin güvercin politika izlemeleriyle ayırt ederiz.
Bill Clinton'dan sonra malum Başkanlığı Oğul Bush devr alacaktır. Oğul Bush’ta tıpkı babası gibi yolunu yol bilip, babasının 2001 yılında Afganistan’ı işgal ettiği noktada durmayacak, o da Saddam Hüseyin’i devirmek bahanesiyle Irak'ı işgal etmek için harekete geçecektir. İlginçtir Saddam rejimini devirmek hiçte zor olmaz. Düşünsenize nasıl devirmekse hiç bir karşı koyuş veya herhangi barikatla karşılaşmaksızın elini kolunu sallayarak işgal gerçekleşir. Ne diyelim böylesi bir devrilişe her halde 'kadife eldiven' devriliş dersek yeridir. Ama bu tür işgal girişimi nereye kadar devam edebilirdi ki. Ta ki Saddam’ın devriliş sonrası heveslerini kursaklarında bırakacak kâbusa dönüşen bir tablo ortaya çıkana kadar elbet. Hani evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya, aynen öyle de ABD Irak topraklarına yerleştiğinde bu denli büyük bir direniş tablosuyla karşılaşacağını hiç ummuyordu. Birde üstelik bunun üzerine Irak işgalinin dünya çapında tepkiye dönüşen etki yansımaları da ABD’yi çok düşündürür. Nasıl düşündürmesin ki tüm dünyada anti-Amerikan gösterilerinin çığ gibi artış kaydetmesi ABD'nin prestijini sarsacak türden gösterilerdir. Belli ki Oğul Bush, bölgede ABD-İsrail hâkimiyeti kurmayı kafasına koymuş olsa gerek ki bodoslama dalıp önce Irak’ı, sonra sırasıyla Suriye ve İran’ı halledecek bir maceraya itmiş kendini. Bodoslama dalıp maceraya attıda ne oldu, sonuçta beklentilerinin tam tersi bir durumla karşı karşıya kalacaktır. Oysa geçmişten ders çıkarmış olsaydı gerilla direnişiyle karşı karşıya kalıp yeni bir Vietnam bataklığı yaşamazdı. Zira yanlış hesap Bağdat’tan dönebiliyor.
Evet, Oğul Bush’ta geçte olsa batağa saplanmış olduğunu fark etti etmesine ama ne işe yarar ki, işgal ettiği Irakta yönetimi Şiilere bırakmak zorunda kalır. Hatta sonradan bu işe sünnilerde dâhil olur. Beyaz Saray istemesede Sünniler de güç dengesi içerisinde yerlerini alacaklardır. Öyle ki; 15 ağustos 2005 itibariyle Irak Anayasa’sının geçici yönetimce kabul edilmesi beklenirken, beklentinin tam aksine Şii ve Sünni kesimin rest çekmesi gözlerden kaçmaz. Neyse ki bu rest çekiş 15 Ekim 2005 referandumuyla anayasanın kıl payı geçişine mani olamayacaktır. Derken 2005 genel seçimleriyle birlikte 275 milletvekilinden ibaret Irak Meclisi oluşur. İlla da ABD’nin Irak girişiminde bir olumluluk aranacaksa belki Irak halkını ilk defa seçimle buluşturmasını ancak olumlu adım olarak addedebiliriz. Gerçekten de tarihler 30 Ocak 2005'i gösterdiğinde Irak Ulusal Meclisi ve Yerel Yönetimleri Temsilcileri için yapılan seçimlerin kazasız belasız atlatıldığı görülecektir. Peki ya seçim sonrası? Malum Şiiler su koyverip Yeni Irak’ın oluşumunda federal otonomi isteğinde bulunmaları hem ABD'nin canını sıkacak hem de Şiilerin bu tutumu Kürtlerce de kabul görmeyecektir. Şiilerin umurunda mı, Anayasa’nın oluşumunu veto edip sonuçta bilerek ya da bilmeyerek ilerisinde Kürt-Sünni-Şii üçgeni arasında çıkması muhtemel iç savaşların fitilini ateşleyen etken unsur olacaktır.
Malum Şia düşüncesinde dini otoritenin olmanın ötesinde aynı zamanda siyasi otoritedir. Bu yüzden Irak Şiilerinin İran’a yakın durmalarına şaşmamak gerekir. Dolayısıyla ABD’nin bir şekilde yeni çıkış yolları bulması gerekirdi, ama hiçte öyle her şey kolay halledilebilecek işler gözükmüyordu. Baksanıza icabında Iraklı Şiileri kullanıp İran’ı etkisizleştirmek gerekti, ama bir bakıyorsun İran’da radikal söylemleriyle dikkat çeken Mahmud Ahmedinejad’ın seçimlerden başarıyla çıkması her şeyi altüst edebiliyor. Zaten ABD ve İran arasında öteden beri var olan rekabet, Ahmedinejad’ın iş başına gelmesiyle birlikte daha da kızışır hale gelir de. İşte bu noktada Oğul Bush'un İran’a yönelik başlattığı ambargo uygulanması yönünde bir dizi yaptırımların BM nezdinde kabulünü sağlayacak girişimler devreye girecektir. Tabii bu girişimlere destek bulmaya çalışırkende İran’ın elinde bulundurduğu nükleer santral ve teknolojiler gerekçe gösterilecektir. Fakat ABD Irak topraklarına girdiğinden beri pek yeterli desteği bulamamış olsa gerek ki yeni politikalar üretme ihtiyacı hisseder. İşte bu ihtiyacı gidermek içinde bikere İsrail’in Gazze'den askerlerinin çekilmesi gerekti, çekilir de. Bu demektir ki çekilmez sanılan İsrail duruma göre çekilebiliyormuş. Böylece İsrail 1967 yılında işgal ettiği toprakları terk edip Filistin’e devredecektir. Tabii ki bu çekiliş Şaron’un tek başına kendi gönül rızalığıyla aldığı bir karar değildi, ABD’nin İsrail'e Filistin direnişi karşısında bunun daha fazla sürdürülemeyecek yönde telkinlerde bulunmanın neticesi bir karardır. Hiç kuşkusuz bu olumlu gibi gözüken geri adım karşısında İsrail’in Arzı Mevud idealinden vazgeçtiği düşünülemez, olsa olsa ideallerinin bir süreliğine askıya alma taktiğidir bu. Sonuçta nasıl yorumlarsak yorumlayalım bir şekilde ABD, Arap-İsrail meselesinin Bağımsız Filistin Devleti kurulmasıyla çözüleceği noktasına geldi ya, bu bizim için sevindirici durum olmaya yetmez mi. Zaten bu noktaya gelmesi de gerekir. Aksi halde gerek dünya kamuoyu, gerek Ortadoğu ülkeleri, gerekse Hamas ve İslami Cihad gibi örgütler İran’ın yanında yer alma riski doğabilir. Şayet İran’la baş edebilmek için tek çıkış yolu Filistin Devleti’nin kurulmasından geçiyorsa, ABD bunu Filistin’den niye esirgesin ki. Yeter ki ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine halel gelmesin, bak o zaman Filistin Devletinin kurulmasında hiç sakınca görmeyecektir. İşte bunca olan bitenden sonra George Bush dönemi hakkında söylenilecek tek şey Bush'un dünyaya yön verme yetkisini kendinde görme ihtirasına kapılmasıdır. Böylece bu ihtirasın neticesinde ortaya savaş ve gözyaşı çıkmıştır.
Bush'tan sonrası ABD’yi bu kez siyahî Başkan Barak Obama idare edecektir. Gerçekten de yeni siyahî Başkan Barak Obama döneminde ABD halkı eskisi kadar sabah akşam bombardıman haberleriyle yatıp kalkmayacaktır. Yani eskisi kadar diken üzerinde olmayacaklar, rahat uyuyabilirlerdi artık. Fakat bizim açımızdan meseleye baktığımızda hele bilhassa Obama döneminin son dönemlerinde ABD’nin Türkiye'nin Fırat Kalkan Hareketinden rahatsızlık duydukları besbelli. Kendi güvenlikleri söz konusu olduğunda bir bardak suda fırtına koparıp dünyayı ayağı kaldıran ABD, her nedense bizim güvenliğimiz sözkonusu olduğunda harekete geçmemizi içine sindiremiyorlar. Öyle ya nasıl olurda Türkiye bizim iznimiz olmadan kendi insiyatifiyle Fırat Kalkanı Operasyonuna girişebilir. Hem de üstelik 15 Temmuz 2016 FETÖ İhanet Çetesi darbe girişimine maruz kalmış bir Türkiye’nin sanki hiç bir şey olmamışçasına yıkılmadım ayaktayım dercesine Özgür Suriye ordusuna destek vererekten sınır ötesine çeki düzen verme hamlesi uykularını kaçırmaya yetmiştir. Şimdi Şam hattından sonra sırada Irak Musul hattı var, hiç kuşkusuz derin güçler Türkiye’nin bu hat üzerinde de insiyatif alışına hazmedemeyeceklerdir. İşte DAİŞ’se DAİŞ, terörse tüm terör unsurlarıyla mücadele budur, tüm dünyanın DAİŞ’le baş edemediğini Türkiye baş ediyor, daha ne istiyorlar anlamak mümkün değil. Belli ki Borak Obama derin Amerika’ya diş geçirip dünya barışına katkı sunamayacak, o halde dünya barışına katkı sunmak ancak Osmanlının evlatlarına has bir durumdur, zaten o 15 Temmuz ruhu gereğini yapıyor da.
Velhasıl, ABD'de ister siyahî ister beyaz Başkan olsun, fark etmez, sonuçta ABD’ye yön veren küresel baronlar ve derin ABD'dir. Dolayısıyla derin güçler varlıklarını sürdürdükçe hem ABD’nin hem de dünya ülkelerinin yüz gülmeyecek gibi. Baksanıza her taraf kan revan içinde, nasıl yüzler gülsün ki.
Vesselam.
Ne diyelim, işte ABD kendine hedef belirlediği ilke ve stratejiler doğrultusunda; Hitler, Mussolini ve Japonya’ya karşı elde ettiği zaferlerle adından söz ettirir bir konuma gelir ama yine de arzuladığı pek çok şey yerli yerinde oturmuş sayılmazdı. Çünkü sadece Hitler, Mussoloni belasını def etmek yetmez, bir kere Sovyet yayılmacılığına karşıda önlem alması gerekiyordu. Nitekim bu uğurda Başkan Roosevelt’in izlediği sınırlı seferberlik politikalar rafa kaldırılıp yerine Truman doktrini ağırlık kazanacaktır. Ancak bu önlemde yetmeyecektir, buna ilave önlem olarak Marshall yardımları devreye girecektir. Hatta bu arada NATO kurulduğunda Avrupa içerisinde kendi açılarından yeni üsler elde etme fırsatı da doğar. Derken bu kurulan pakt eşliğinde Avrupa’yı içten içe tehdit eden Sovyet yayılmacılığına karşı önlem alınmış olur. Yine de bunca alınan önlemlere rağmen Küba lideri Castro'nun sol eksene kayması, Mısır lideri Nasır’ın da Sosyalizm bayraktarlığına soyunmasının önüne geçilemeyecektir. Tabiî ki Castro ve Nasır konusunda Amerika’nın çok büyük ihmalkârlığı söz konusudur.
Kennedy Başkanlığında ki ABD özgürlük meşalesiyle yola koyulacaktır. Hele ki Kennedy’nin bilhassa Doğu Almanya’da mülteciler meselesine el atması ve aynı zamanda köle ayrımcılığına son vermesi ABD'nin makûs talihini değiştirecek türden politikalar olarak dikkat çekecektir. Tabii ABD'de de bunlar olup biterken Rusya cenahında tam tersi durumlar yaşanacaktır. Düşünsenize Kennedy’i politikalarını özgürlük üzerine inşa ederken Rusya'da demir perde mantığı çerçevesinde politikalarını Berlin Duvarını örmek suretiyle belirleyecektir. Rusya yasakçı politikalarla duvarlar öre dursun ABD’nin açtığı özgürlük meşalesi pek çok ülkeyi cezp eder de. Hiç kuşkusuz ABD açısından sırf özgürlük rüzgârları estirmekle de bir yere varılamaz, mutlak neydip edip Sovyet-Rus stratejisini boşa çıkartacak hamlelere, yani nükleer silahların kontrol altına alınmasına yönelik SALT-I anlaşmasına da ihtiyaç vardı. Nitekim soğuk savaş sırasında 17 Kasım 1969'da imzalanan SALT-I sayesinde nükleer silahlanmaya sınır getirilir de. Yine Viyana’da Jimmy Carter ve Leonid Brejnev arasında gerçekleştirilen 18 Haziran 1979’da imzalanan SALT-II de bu anlamda dünya barışına katkı sunacak çok önemli bir adımdır.
Her neyse geriye dönüp Nixon Başkanlığı dönemi ABD'de de izlenen domino taşları politikalarına şöyle bir göz attığımızda, her ne kadar bu politikalara Amerikan sağının hoşuna gitmese de, Nixon bildiğini okuyup Komünist Mao Zedong’la sıcak ilişkilere girmekte sakınca görmeyecektir. Hatta Çin’le sürekli diyalog içerisine girmeyi de ihmal etmez. Ancak ne varki Vietnam’la olan ateşkes anlaşmalar ihlal edildiğinde onca izlediği müzakereci politikalar hız kesip o çok övündüğü domino taşları teorisi kendiliğinden çökmüş olacaktır. Nixon’dan sonra ise Başkanlık koltuğuna oturan Ford, geçmişten yeterince ders almamış olsa gerek ki o da aynı hataya düşecektir. Zira Kamboçya’ya donanma çıkarması bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta kongreye danışmadan göze aldığı savaşlarda hanesine kötü bir sicil olarak geçer.
Peki ya Carter? Malum Carter’in diğer Başkanlardan farklı kılan yanı komünizmi potansiyel bir tehlike olarak görmemesidir. Çokta haksız sayılmazdı. Çünkü McCarthy’nin cadı avı politikalarının ABD'ye verdiği zararlar göz önünde bulundurup hesaba katıldığında haklı saymamız gayet tabidir. Bu yüzden Carter, geçmişte cadı avı uygulamalarının olumsuz yönlerinin bilincinden hareketle yukarıda da belirttiğimiz üzere SALT-II ile Sovyetlere yeşil ışık yakmasıyla birlikte Güney Kore’den askerlerini çekmesi gayet tabiidir. Ancak ne var ki Rusya bu girişimi pek inandırıcı bulmaz, bu nedenle Afganistan’ı işgal etmekten geri durmayacaktır. Carter, yinede boş durmaz iyi niyet çabalarından geri adım atmaksızın Mısır ve İsrail arasında zor görünen anlaşma zeminlerinin kapılarının aralamaya çalışacaktır. Ama ne var ki Enver Sedat’ın hunharca Mısırlı askerlerce katlediliş hadisesi her şeye tuz biber eker.
Şayet Carter politikalarında bir yanlışlık aranacaksa onun İran üzerinde ki Amerikan politikalarını Şah üzerinden yürütüp mollaları hiç hesaba katmaması eleştirilebilir. Ki, bu arada Carter’i derinden düşündürecek asıl bir olay daha yaşanır ki, malum o da molla yönetimince Amerikan askerlerinin rehin alınma hadisesidir. Böylece rehineler krizi Carter’i İran’la anlaşma zemini bulmak için masaya oturacak noktaya getirir bile. Neyse ki Carter sonrası Başkanlığa oturan Reagan’ın 4 Kasım itibariyle başlattığı girişimler meyvesini verdiğinde rehineler krizi de aşılmış olur. Tabi bu durum Reagan’a büyük bir prestij kazandırır, ama onun da ABD savaş gemilerini Lübnan açıklarında demirletip açıkça İsrail’e desteklediğini deklare etmesi prestijine gölge düşürecektir. Ki, desteğini deklare ettiğinde günümüze kadar bitmek tükenmek bilmeyen Filistin meselesinin kanayan yarası olmanın fitilini ateşlemiş olur.
Reagan ikinci dönemde tekrar Başkan seçildiğinde Sovyetler Birliğine olan eski husumetinden vazgeçip Rusya ile sıcak temaslara girecektir. Böylece bu temaslar etkisini gösterip Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesini beraberinde getirir. Hele ki sekiz yılı aşkındır devam eden İran ırak savaşının son bulması da hanesine artı puan olarak geçmesine yetecek bir neticedir. Keza 1970 yılı itibariyle Kürtlerin İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin'den yana tavır almalarına karşılık Kürtlerden desteğini çektiğinde de kendisi açısından artı puan getirecek bir politika sayılır.
Reagan sonrası Başkanlığa oturan Bush’ta benzer politikalar izleyecektir. Nasıl mı? Mesela Çin Tiananmen Meydanında özgürlük adına gösteri yapan gençlerin tankların altında ezilmesine ses çıkarmaması bunun tipik misali zaten. Ses çıkarmamak ilk etapta zaafiyet gibi görünse de ABD açısından bu sessiz kalışın politik sırrı önce komünist rejimin Sovyetler Birliğinde çatırdaması, sonrasında dünya ölçeğinde tehdit kapsamından çıkıp ABD’ye avantaj sağladığı görüldüğünde anlaşılacaktır. Öyle ya komünizm tehdit olarak ortadan kalkıp Sovyet-Rusya’nın bağrında yaşayan pek çok ülke bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra daha komünizmin lafı mı olur. Hele birde bu arada Almanyanın doğu ve batı yakasını biribirinden ayıran Berlin duvarının yıkılışı ve Demirperde’nin çöküşü de buna dâhil olduğunda ABD’nin konumunu güçlendiren avantaj olmanın yanı sıra dünyada tam bir bahar havası esmeye yetecek gelişme olur. Evet, bu bahar havası en çok ABD'nin işine yarayıp dünyada tek rakipsiz Jandarma süper güç konuma yükselir. Nasıl olsa komünizm tehdit kapsamından çıktı, o halde ABD açısından yeşil kuşak kapsamında yeni bir tehdit algısı oluşturmak zamanıdır. Ve tez elden Büyük Orta Doğu (BOP) projeleri devreye girdiğinde bunun ilk işaretleri Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme olayında kendini ele verir de. Nasıl mı? ABD'nin malum işgal olayını bahane ederek Saddam’ı devirmeye yönelik kendince haklı gerekçelerle üretip Irak'a girmekle elbet. Tabii bu mesele dünya gündeminde sıkça konuşuldukça Bush’un karşı atağa geçmesine gerekçe teşkil edecek şartlar oluşmuş olup Saddam’a yönelik haddini hududunu bil türünden çıkarma gerçekleşir bile. Gerçekten o yıllarda işgal gerekçesinin nedeni Saddam mı, yoksa petrol mü pek sorgulanmaz. Sorgulanmadığı şöyle belli, tüm batı dünyası televizyon ekranları başında Bağdat’a atılan füzeleri canlı olarak izlediklerinde aslan kesilen Bush’un, şöyle geriye dönüp bakıldığında aynı Bush’un Filistin’de, Çeçenya’da, Bosna’da insanlık dışı trajediler yaşandığında niye suspus olduğunun sorusunun cevabını aramamalarından anlıyoruz.
Peki ya doğu dünyası? Adı üzerinde doğu, yani hissi yönleri ağır basan insanları bağrında taşıyan coğrafyadır. Elbette ki her zaman olduğu gibi doğu insanı tüm olup bitenleri yüreğine taş koyarak izleyecektir hep, elinden başka bir şeyde gelmezdi zaten, ama en azından Amerika’nın işgal girişiminin arka planındaki asıl niyetin ne olduğunu ferasetiyle sezebiliyordu. Nasıl sezmesin, bikere Bosna’da, Filistin’de Çeçenya’da petrol kokusundan eser yoktu çünkü. Hele ki Sam amca petrol kokusu almaya dursun dün bir bakmışsın Kürtlere köstek olan Amerika, bir bakmışsın ani bir dönüşle Irak’taki petrollere konmak adına bu kez Kürtlere destek çıkmakta beis görmeyecektir. Zaten Kürtlerinde canına minnet, bu destek sayesinde Amerika’yı arkalarına almış olacaklar. Arkalarına aldılar da ne oldu o günleri yaşayanlar çok iyi bilir bağımsız devlet olamayacaklardır. Sadece özerk bir yönetime sahip olmakla yetineceklerdir.
Bush sonrası Bill Clinton Başkanlığında ki ABD faaliyetlerini güvercin politikalar izleyerek yürütecektir. Zaten Amerikan yönetim modelinde Cumhuriyetçi ve Demokrat kanat arasında ki farkı birinin şahin varı, diğerinin güvercin politika izlemeleriyle ayırt ederiz.
Bill Clinton'dan sonra malum Başkanlığı Oğul Bush devr alacaktır. Oğul Bush’ta tıpkı babası gibi yolunu yol bilip, babasının 2001 yılında Afganistan’ı işgal ettiği noktada durmayacak, o da Saddam Hüseyin’i devirmek bahanesiyle Irak'ı işgal etmek için harekete geçecektir. İlginçtir Saddam rejimini devirmek hiçte zor olmaz. Düşünsenize nasıl devirmekse hiç bir karşı koyuş veya herhangi barikatla karşılaşmaksızın elini kolunu sallayarak işgal gerçekleşir. Ne diyelim böylesi bir devrilişe her halde 'kadife eldiven' devriliş dersek yeridir. Ama bu tür işgal girişimi nereye kadar devam edebilirdi ki. Ta ki Saddam’ın devriliş sonrası heveslerini kursaklarında bırakacak kâbusa dönüşen bir tablo ortaya çıkana kadar elbet. Hani evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya, aynen öyle de ABD Irak topraklarına yerleştiğinde bu denli büyük bir direniş tablosuyla karşılaşacağını hiç ummuyordu. Birde üstelik bunun üzerine Irak işgalinin dünya çapında tepkiye dönüşen etki yansımaları da ABD’yi çok düşündürür. Nasıl düşündürmesin ki tüm dünyada anti-Amerikan gösterilerinin çığ gibi artış kaydetmesi ABD'nin prestijini sarsacak türden gösterilerdir. Belli ki Oğul Bush, bölgede ABD-İsrail hâkimiyeti kurmayı kafasına koymuş olsa gerek ki bodoslama dalıp önce Irak’ı, sonra sırasıyla Suriye ve İran’ı halledecek bir maceraya itmiş kendini. Bodoslama dalıp maceraya attıda ne oldu, sonuçta beklentilerinin tam tersi bir durumla karşı karşıya kalacaktır. Oysa geçmişten ders çıkarmış olsaydı gerilla direnişiyle karşı karşıya kalıp yeni bir Vietnam bataklığı yaşamazdı. Zira yanlış hesap Bağdat’tan dönebiliyor.
Evet, Oğul Bush’ta geçte olsa batağa saplanmış olduğunu fark etti etmesine ama ne işe yarar ki, işgal ettiği Irakta yönetimi Şiilere bırakmak zorunda kalır. Hatta sonradan bu işe sünnilerde dâhil olur. Beyaz Saray istemesede Sünniler de güç dengesi içerisinde yerlerini alacaklardır. Öyle ki; 15 ağustos 2005 itibariyle Irak Anayasa’sının geçici yönetimce kabul edilmesi beklenirken, beklentinin tam aksine Şii ve Sünni kesimin rest çekmesi gözlerden kaçmaz. Neyse ki bu rest çekiş 15 Ekim 2005 referandumuyla anayasanın kıl payı geçişine mani olamayacaktır. Derken 2005 genel seçimleriyle birlikte 275 milletvekilinden ibaret Irak Meclisi oluşur. İlla da ABD’nin Irak girişiminde bir olumluluk aranacaksa belki Irak halkını ilk defa seçimle buluşturmasını ancak olumlu adım olarak addedebiliriz. Gerçekten de tarihler 30 Ocak 2005'i gösterdiğinde Irak Ulusal Meclisi ve Yerel Yönetimleri Temsilcileri için yapılan seçimlerin kazasız belasız atlatıldığı görülecektir. Peki ya seçim sonrası? Malum Şiiler su koyverip Yeni Irak’ın oluşumunda federal otonomi isteğinde bulunmaları hem ABD'nin canını sıkacak hem de Şiilerin bu tutumu Kürtlerce de kabul görmeyecektir. Şiilerin umurunda mı, Anayasa’nın oluşumunu veto edip sonuçta bilerek ya da bilmeyerek ilerisinde Kürt-Sünni-Şii üçgeni arasında çıkması muhtemel iç savaşların fitilini ateşleyen etken unsur olacaktır.
Malum Şia düşüncesinde dini otoritenin olmanın ötesinde aynı zamanda siyasi otoritedir. Bu yüzden Irak Şiilerinin İran’a yakın durmalarına şaşmamak gerekir. Dolayısıyla ABD’nin bir şekilde yeni çıkış yolları bulması gerekirdi, ama hiçte öyle her şey kolay halledilebilecek işler gözükmüyordu. Baksanıza icabında Iraklı Şiileri kullanıp İran’ı etkisizleştirmek gerekti, ama bir bakıyorsun İran’da radikal söylemleriyle dikkat çeken Mahmud Ahmedinejad’ın seçimlerden başarıyla çıkması her şeyi altüst edebiliyor. Zaten ABD ve İran arasında öteden beri var olan rekabet, Ahmedinejad’ın iş başına gelmesiyle birlikte daha da kızışır hale gelir de. İşte bu noktada Oğul Bush'un İran’a yönelik başlattığı ambargo uygulanması yönünde bir dizi yaptırımların BM nezdinde kabulünü sağlayacak girişimler devreye girecektir. Tabii bu girişimlere destek bulmaya çalışırkende İran’ın elinde bulundurduğu nükleer santral ve teknolojiler gerekçe gösterilecektir. Fakat ABD Irak topraklarına girdiğinden beri pek yeterli desteği bulamamış olsa gerek ki yeni politikalar üretme ihtiyacı hisseder. İşte bu ihtiyacı gidermek içinde bikere İsrail’in Gazze'den askerlerinin çekilmesi gerekti, çekilir de. Bu demektir ki çekilmez sanılan İsrail duruma göre çekilebiliyormuş. Böylece İsrail 1967 yılında işgal ettiği toprakları terk edip Filistin’e devredecektir. Tabii ki bu çekiliş Şaron’un tek başına kendi gönül rızalığıyla aldığı bir karar değildi, ABD’nin İsrail'e Filistin direnişi karşısında bunun daha fazla sürdürülemeyecek yönde telkinlerde bulunmanın neticesi bir karardır. Hiç kuşkusuz bu olumlu gibi gözüken geri adım karşısında İsrail’in Arzı Mevud idealinden vazgeçtiği düşünülemez, olsa olsa ideallerinin bir süreliğine askıya alma taktiğidir bu. Sonuçta nasıl yorumlarsak yorumlayalım bir şekilde ABD, Arap-İsrail meselesinin Bağımsız Filistin Devleti kurulmasıyla çözüleceği noktasına geldi ya, bu bizim için sevindirici durum olmaya yetmez mi. Zaten bu noktaya gelmesi de gerekir. Aksi halde gerek dünya kamuoyu, gerek Ortadoğu ülkeleri, gerekse Hamas ve İslami Cihad gibi örgütler İran’ın yanında yer alma riski doğabilir. Şayet İran’la baş edebilmek için tek çıkış yolu Filistin Devleti’nin kurulmasından geçiyorsa, ABD bunu Filistin’den niye esirgesin ki. Yeter ki ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine halel gelmesin, bak o zaman Filistin Devletinin kurulmasında hiç sakınca görmeyecektir. İşte bunca olan bitenden sonra George Bush dönemi hakkında söylenilecek tek şey Bush'un dünyaya yön verme yetkisini kendinde görme ihtirasına kapılmasıdır. Böylece bu ihtirasın neticesinde ortaya savaş ve gözyaşı çıkmıştır.
Bush'tan sonrası ABD’yi bu kez siyahî Başkan Barak Obama idare edecektir. Gerçekten de yeni siyahî Başkan Barak Obama döneminde ABD halkı eskisi kadar sabah akşam bombardıman haberleriyle yatıp kalkmayacaktır. Yani eskisi kadar diken üzerinde olmayacaklar, rahat uyuyabilirlerdi artık. Fakat bizim açımızdan meseleye baktığımızda hele bilhassa Obama döneminin son dönemlerinde ABD’nin Türkiye'nin Fırat Kalkan Hareketinden rahatsızlık duydukları besbelli. Kendi güvenlikleri söz konusu olduğunda bir bardak suda fırtına koparıp dünyayı ayağı kaldıran ABD, her nedense bizim güvenliğimiz sözkonusu olduğunda harekete geçmemizi içine sindiremiyorlar. Öyle ya nasıl olurda Türkiye bizim iznimiz olmadan kendi insiyatifiyle Fırat Kalkanı Operasyonuna girişebilir. Hem de üstelik 15 Temmuz 2016 FETÖ İhanet Çetesi darbe girişimine maruz kalmış bir Türkiye’nin sanki hiç bir şey olmamışçasına yıkılmadım ayaktayım dercesine Özgür Suriye ordusuna destek vererekten sınır ötesine çeki düzen verme hamlesi uykularını kaçırmaya yetmiştir. Şimdi Şam hattından sonra sırada Irak Musul hattı var, hiç kuşkusuz derin güçler Türkiye’nin bu hat üzerinde de insiyatif alışına hazmedemeyeceklerdir. İşte DAİŞ’se DAİŞ, terörse tüm terör unsurlarıyla mücadele budur, tüm dünyanın DAİŞ’le baş edemediğini Türkiye baş ediyor, daha ne istiyorlar anlamak mümkün değil. Belli ki Borak Obama derin Amerika’ya diş geçirip dünya barışına katkı sunamayacak, o halde dünya barışına katkı sunmak ancak Osmanlının evlatlarına has bir durumdur, zaten o 15 Temmuz ruhu gereğini yapıyor da.
Velhasıl, ABD'de ister siyahî ister beyaz Başkan olsun, fark etmez, sonuçta ABD’ye yön veren küresel baronlar ve derin ABD'dir. Dolayısıyla derin güçler varlıklarını sürdürdükçe hem ABD’nin hem de dünya ülkelerinin yüz gülmeyecek gibi. Baksanıza her taraf kan revan içinde, nasıl yüzler gülsün ki.
Vesselam.