Din-devlet ve din-dünya işleri ayrılmaz, İslam Devleti ütopyası peşinde koşulursa ne olur?

Abone Ol

“Doğu’da her siyasal kargaşalık, inancın saflığını yeniden sağlama gerekçesinin ardına gizlenir”
İbn Haldun

“Afganistan’ın başkenti Kâbil, artık Molla Muhammed Rabbani başkanlığındaki altı üyeli bir konsey tarafından ‘Saf şeriat kanunları’yla idare edilecekti. Açıklanan ilk kararlar kadınlarla ilgiliydi. Kadınlar artık dışarıda çalışamayacaktı. Kız çocukları okula gidemeyecekti. Şık giyinmeleri ve süslenmeleri tamamen yasaklanmıştı. Hastanelerde erkeklerin yattıkları odaları ziyaret edemeyeceklerdi. Yürürken ses çıkarttığı için topuklu ayakkabılar artık giyilemeyecekti. Zina yapan kadınlar taşlanarak öldürülecek, şeriat kurallarına uygun giyinmeyen kadınlar kırbaçlanacaktı.

Erkeklere de bir dizi yasak getirilmişti. Bütün erkekler artık sakal bırakacaktı. Bu kanun ‘İslam Polisi’ tarafından sıkı bir şekilde denetlenecekti. Traş bıçağı satmak, sakal tıraşı olmak yasaktı. Sakal tıraşı yapan berberin iki parmağı kesilecekti. Sakalı çıkmayanlar, yani köseler de takma sakal kullanacaktı. Namaz vakti bütün erkekler camiye gidecekti.

Ve diğer yasaklar... İçki içilmeyecek, satılmayacak ve alınmayacaktı. Futbol oynamak, müzik dinlemek, televizyon seyretmek, sağlık ve jimnastik kulüpleriyle güzellik salonlarına gitmek, ezan okunduğunda motorlu araçlar sürmek kesinlikle yasaktı. Otobüslerde kadınlarla erkeklerin oturacakları yerler ayrılacaktı. Hırsızların eli kesilecekti. Herkes pencerelerini karartacaktı; zira yoldan geçenler evdeki kadını görebilirlerdi. Bütün bu yasaklar Taliban’ın iktidara geldiği 27 Ekim 1996 tarihinden, rejimlerinin çöktüğü son güne kadar devam edecekti.”(1)


Türkiye’deki dinci kesim de –Talibancılığı aşırılık olarak nitelese de- aşağı yukarı böylesi bir “İslam Devleti” ütopyası peşindedirler. “Şerait İslam’dır, Anayasa da Kur’an” diyerek en tehlikeli silahla oynamaya kalkan bu kara cahillere önce, uygulamaları Atatürk’ü de etkileyen İslam’ın birinci halifesi Hazreti Ebubekir’den bir örnek verelim:

“Atatürk tıpkı Hazreti Ömer gibi, Hazreti Ebubekir’in de ilerici uygulamalarından etkilenmiştir. Örneğin Hazreti Ebubekir’in valilere ve komutanlara gönderdiği bir genelge, İslam anlayışının ne kadar özgürlükçü bir anlayış olduğunu göstermektedir. Bu genelgede Ebubekir, ‘Bulunduğunuz yerlerde halkı kendi adınıza idare edin; Allah, peygamber ve din adına idare eder ve hata yaparsanız halk sizin hatanızı din’e yükler ve din’den soğur. Kendi adınıza idare ederseniz, hatanız size ait olur’ demiştir”(2)

Osman Pamukoğlu, Hazreti Ebubekir ve Atatürk’ün izinden yürüyerek konuyu güncelliyor: “İslam Türk toplumunun kültürünün temelinde vardır. Her batı toplumu kültüründe Hıristiyanlık nasıl yön verici bir temel unsur ise, Türk Toplumunda İslam aynı temelde yön verici bir unsurdur.

İslam, insanlığın değişmeyen gerçeklerinin Yaradan tarafından yaratılan insana vazettiği değerler toplamıdır. Zaman, mekan ve ırklar ötesi değerler bütünü İslam, kaynakları ile asırlar boyunca tüm açıklığı ile insan aklına, insan gerçekliğine yönelik mesajlar demetidir. Bireyin yaradılışı gereği olana yönelmesinin akıl ve irade algılamaları ile uyandırmaya yönelik İslam, inananlara iç ve dış huzur, güven ve mutluluk mesajları verir.

İslam yönetim biçimi ile ilgili değildir. Siyasetin yapısı ne şekilde olursa olsun İslam, yönetimin adil ve güvenilir olması üzerine inşa edilmiştir. Yoksa biçimi konusunda üretilen teoriler, İslam adına değil üretenlerin kendilerine göre yaptıkları yorumlardır. Uzun insanlık yürüyüşünde farklı devlet modelleri olacaktır ve insanlığın gelişmesine paralel yeni şekiller olacaktır. İslam ise tüm bunların ötesinde değerler sistemidir. Şu rejim bu rejim, şu devlet bu devlet İslam’ın konusu değildir.(3)

“İslam din ve hukukunun iki aslî kaynağı olan kitap ve sünnette devlet ve hükümet şekilleri hakkında sarih bir işaret yoktur. Çünkü bu meselenin halli zaman ve mekânın icap ve ihtiyaçlarına göre icma ve kıyas yollarıyla halledilmek üzere kulların ve ümmetin takdirine bırakılmıştı.”(4)

Prof.Dr Yasin Ceylan’ın anlatımları konuyu daha da ayrıntılayıp açımlıyor:

“Devletin adının İslam olması, yöneticinin halife (Emir al-Muminin) olması, temel hukuk metninin şeriat olmasıyla, övgüye layık bir İslam devleti ortaya çıkmıyor. Böyle bir devlette temel insan hakları mevcut olmayabiliyor. İnsanlara zulüm edilebiliyor. İlmi eğitime saygı olmayabiliyor. İnsanlar arasında sevgi ve anlayış olmayabiliyor. Diğer taraftan adı Müslüman olmayan, başkanı halife olmayan, anayasası şeriat olmayan bir devlette, hak hukukun daha fazla saygı gördüğü, adaletin epeyce uygulandığı, insana değer verildiği ve az çok sevgi ve saygının mevcut olduğu bir toplumu görmek mümkün oluyor.

Bunun nedenlerini araştırdığımızda iki önemli husus ortaya çıkmaktadır. Birincisi, bir dinin veya bir rejimin toplumsal bir karakter alması için bu din ve rejimin fertlerin şuurunda benimsenmesi ve davranışlarını şekillendirmesi gereğidir. Bu evreyi geçirmeyen dünya görüşleri veya sosyal teoriler umulan neticeyi vermezler. Hele bu bir din ise bunun mutlaka fertten başlaması gerekir. İslam ideali, Müslüman ferdin Müslüman olmasıyla elde edilir, devlet kurumlarını ele geçirmekle değil. Nitekim bir asra yakın bir süredir tüm devlet kurumlarını ve gücünü elinde bulunduran bazı rejimler, hala temel dogmalarını kabul ettirememişlerdir ve her an yıkılabilir korkusu içerisindedirler.

İkinci husus iktidar mücadelesinin tamamen dünyevi bir meşgale ve ihtiras olduğu gerçeğidir.

Dinler, din düşmanı ceberrut hükümdarlar idaresinde daha fazla yayılmışlardır. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu döneminde tüm engellemelere rağmen hızla yayılması ve imparatoru dize getirmesi, İslamiyet’in Afrika yerlileri arasında ve Uzak Doğu’da Malezya ve Endonezya.da yayılması bunun güzel örnekleridir. Bu kazanımlar hiçbir devlet gücüne sahip olmaksızın ve hatta devletin yasaklayıcı erkine karşı elde edilen sonuçlardır. Bu sebeple, dindar olmak ve dini yaymakla iktidara geçmek arasında bir paralellik yoktur. İnanan kişi iktidardayken hem kendi inancına, hem de diğer insanların şuuruna daha fazla zarar verebilir. Çünkü en büyük hata, dindarlığının gereği iktidarı seçme iddiasıdır. Dindarlığın böyle bir gereği yoktur. Dindarlığın yegâne gereği, inançlarıyla erdemleri yakalaması ve ortaya koyduğu kişilik ve ahlakla insanları etkilemesidir.

Mütedeyyin kişi elbette iktidar mücadelesine girebilir, ama bunu dini inançlarının gereği gibi gösteremez. Bunda ısrar ederse, iktidar olma fırsatı kendisine verilirse ve bu durumu akıllıca kullanamazsa bu onun inançlarının da iflası demektir.

Başka bir deyişle dindarlığın temelinde iktidar mücadeleleri yoktur. Bunu seçenlerin dindarlıkları hep şüphe götürmüştür..”(5)

Bu “dindarlıkları şüphe götüren” muhteremlerin en büyük zaafları İslam Tarihini yeterince bilememeleri ve böylece yorumlama ve çözümleme yaparken yanlışa, hatta açmaza düşmeleridir. Bunlara “Müslümanları yönetme iddiasında olan hiç kimse de –adı halife de olsa- Peygamber değildir. İnsandır bunlar; zaafları, tutkuları, kötü huyları vardır. Bunları  ‘efendimiz’, ‘yeryüzünde Allah’ın gölgesi’ gibi sıfatlarla anmak ve sıfır hatasız kullar olarak görmek yanlıştan da öte, fena halde ahmaklıktır. Hazreti Peygamber’den sonra neler oldu neler, neden bunları irdeleyip düşünmüyorsunuz? Sıffin Savaşı neden oldu? Cemel Vak’ası niye yaşandı? Peygamber’in torununun kafası niye ve ne adına kesildi? Dört Halife dönemi sonrasındaki utanç verici uygulamaların neresi İslamî?“ soruları sorulduğunda, fena sinirleniyorlar.

Sinirlensinler ama düşünsünler de... Onları düşündürtmek, tarihsel gerçekleri daha fazla yüzlerine vurmakla olur. 

Önce tüm camilerimizde adı asılı bulunan Halife Osman dönemi ile Hazreti Ali döneminin ilk yıllarına ait son derece çarpıcı örnekler verelim, görüp anlasınlar akıl sahipleri bu ne menem bir İslam Devleti imiş ve de algılasınlar laikliğin ne nimet olduğunu:

Halife Osman döneminin ilk 6 yılı iyi geçtiyse de, son 6 yılı başta Kufe’liler olmak üzere Medine Müslümanlarının dahi tepkisini çekecek siyasal yanlışlarla doluydu. İlk 6 yılın iyi geçmesinin nedeni ise fetihlerin iç sorunları kamufle etmesiydi. Fetihler durunca sorunlar da gün yüzüne çıktı. Bu sorunların başında halifenin Emevi ailesine, kendi akrabalarına yanlı davranması,valilik ve önemli devlet görevlerini yakınlarına vermesiydi. Sadece Ömer’in vasiyetiyle vali yaptığı 2 kişi haricinde tüm eyaletlere kendi akrabalarından vali tayin etmişti. Emevi olmayan eyalet valilerini ya istifaya zorluyor ya azlediyor, yerine Emevi bir vali atıyordu. En fazla eleştirilen tarafı ise başa getirdiklerinin genç ve tecrübesiz oluşlarıydı. Tayin ettiği valilerden ikisi henüz 25 yaşındaydı. Bunun yanında Şam valisi Muaviye’nin yetki sınırlarını alabildiğine genişletmesi de tepki gösterilen konular arasındaydı. Bu valilerin yanlı ve yanlış yönetimleri, haksız kararları, rüşvet ve yolsuzlukları şikâyetleri arttırıyor ama halife bu şikayetleri dikkate almıyordu.

Devlet görevlileri arasındaki haksız maaş farkları, fetihlerin durmasıyla birlikte ekonomik sorunların artması, zenginlerle fakirler arasındaki uçurum oluşması krizin büyümesinin faktörlerindendi.
(Belâzürî, Futûh, s.564, 566, 570; a.mlf., Ensâbu’l-Eşrâf, VI, 139; Ya’kubî, II, 61; Taberî, I, 2830; İbnü’l-Esir, el-Kâmil, III, 99; Halife b. Hayyât, s.161; Zehebî, Nübelâ, II, 175.)

Osman’ın çeşitli bölgelerdeki Kur’an’lar arasındaki farklardan dolayı, Ömer’in kızı Hafsa’da bulunan ilk derleme Kur’an’ı alıp, yeni 4 nüsha yaptıktan sonra bu orijinal sayılacak Kur’an’ı yakarak ortadan kaldırması söylentilere neden olmuş, yeni nüshalarda değişiklikler yapıldığı iddia edilmiştir. Ayşe’nin Ahzap suresinin çok daha uzun olduğunu söylemesiyle ve Osman’ın Kur’an’ı bozduğu rivayetleriyle muhalefet daha da şiddetlenmiştir.

(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3 Süyuti, el İtkan, 2/32)

Osman’ın tepki çeken atamalarına bir örnek verirsek Ömer’in vasiyeti ile Kufe valisi yapılan Sad bin Ebu Vakkas’ı alıp yerine ana bir kardeşi Velid bin Ukbe’yi atamıştı. Velid’in içki içtiği, sarhoşken namaz kıldırdığı şikâyetleri üzerine geri almak zorunda kaldı. Yerine yine akrabası Said bin el As’ı atadı.

Diğer bir örnek; Amr bin As Mısır valiliğinden alınıp yerine Abdullah bin Sad getirildi ki Hz.Osman’ın sütkardeşidir. Bu şahıs Medine’de vahiy kâtibi iken mürted olan ve peygamberin hakkında ölüm emri verdiği insandır. Hz.Osman o sıra onu evinde saklamıştı.

656 yılında muhalifler yazılı olarak şikâyetlerini Hz.Osman a ilettiler. Mektubu Hz.Osman’a götüren Ammar bin Yasir, Hz.Osman ve adamlarından dayak yedi.

Muhammed’in dostlarından ve sahabe tarafından çok sevilen Ebu Zer’in eleştiri ve şikayetleri Osman’a iletmesi, onun da dayak yemesine ve Şam’a ardından da Rebeze’ye sürülmesine neden olmuş, sürgünde ölmüştü.

656 yılında Kufe den 1000, Basra’dan 150, Mısırdan 2000 kişi hac bahanesiyle Medine’ye geldi. Ali’nin aracılığıyla yapılan görüşmelerde istekleri Osman tarafından kabul edildi. Mısır valiliğine Ebubekir’in oğlu Muhammed’in getirilmesi de onayları arasındaydı. Tüm muhalifler memleketlerine doğru yola çıktılar. Mısır’a gidenler yanlarından geçen şüpheliyi durdurup sorgulayınca yanında Mısır Valisine yazılmış bir mektup buldular. Mektup Mısır’a dönenlerin öldürülmesini ve Muhammed bin Ebu Bekr’in vali atandığına dair emirnamenin geçersiz olduğunu yazıyordu. Altında da Osman’ın mührü vardı.
Mısırlılar Kufeliler ve Basralılar yarı yoldan dönüp mektubu Ali, Talha, Zubeyr ve Said bin Zeyd’e gösterdiler. Bu olaydan sonra Medine’de Osman’a kamuoyu desteği sıfıra indi.
Müslümanların ileri gelenlerinden bir grup Ali ile birlikte mektup hakkında Osman’ı sorgulayınca mektubu Osman’ın genel sekreterliğini yapmakta olan amcaoğlu Mervan’ın yazdığı anlaşıldı.
Muhalifler, Mervan ı istediler ama Osman, Mervan’ı vermedi.

İşler bu noktaya ulaşıldığında Talha, Zubeyr, Abdullah bin Avf ve Ali de dâhil Osman’ı koruyacak kimse yoktu. Ayşe, Ali’nin tüm itirazına rağmen bu strese dayanamamaktan olsa gerek umreye gitti. Bazı önde gelenler de Filistin’e gittiler.

Muhalifler Osman’a yirmi gün süre verdiler. Bu süre sonunda düşünüp istifa etmesini söylediler. Bu yirmi gün sonlarına kadar sakin geçti. Osman’ın evinin çevresinde kendisine koruyan 500 adamı vardı. Muhasaradan korkan Ali ve diğer önde gelenler oğullarını da kapıya bekçi koydular. Olayların sonuna kadar Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin, Zubeyr’in oğlu Abdullah ve Talha’nın oğlu Muhammed kapıda Osman’ı korumak için nöbetteydi.

Yirmi günün sonunda çatışmalar baş gösterdi. Kapısı muhaliflerce ateşe verildi. Muhalifleri durdurmaya çalışan Ali’nin oğlu Hasan bu çatışmalarda yaralandı.

Durum karışınca yapılan istişareler sonucunda Ebubekir’in oğlu Muhammed’le birkaç kişi Osman’ın evine girdi. Osman öldürüldü. Osman’ı öldürenin Ebubekirin oğlu Muhammed olduğu bildirildi. Ama bunu Osman’ı korumak isteyenler iftira olarak nitelerler. Halbuki Muhammed bin Ebubekir, muhaliflerin lideri konumundadır.

Osman’ın cesedi kapı önüne atıldı. Gömülmesi için kimse girişimde bulunamadı. 3 gün öylece kalıp da kokuşmaya başlayınca 4-5 kişi cenazesini kaldırdı. Cenazenin Müslüman mezarlığına gömülmesine izin verilmedi. Yahudi mezarlığına gömüldü. Cenazeyi taşıyanların da taşlandığı rivayet edilir. Muaviye döneminde Müslüman mezarlığı genişletilerek Osman’ın mezarı da Baki mezarlığı sınırlarına dahil edildi.
(Taberi, Tarih, IV, 412)

Osman’ın öldürülmesinden 5 gün sonra Ali halife seçildi.

Bu defa Emeviler muhalefete başladı. İsyan sırasında sessiz kalanlar, Osman’ın öldürülmesinin hesabının sorulmasını istediler. “Kanı yerde kaldı, katiline kısas yapılsın” diye Ali’yi sıkıştırdılar. Katilin Ebubekir’in oğlu olduğunda ısrar ettiler. Ama hakkında şahit yoktu. Peygamberin kızı olan Osman’ın eşi de suikast sırasında yanındaydı. O da katili teşhis edememişti. Şehre isyancılar hakimdi ve “Osman’ı hepimiz öldürdük” diyen bir topluluk olduğundan kimseye ceza verilememişti.

Hz. Osman muhasara edildiği günlerde Hz.Aişe Mekke'ye çıkıp gitmişti. Hac mevsimi bittikten sonra Medine'ye dönerken “Serif” denen yerde Benü Leys'ten, yani kendi dayılarından Ubeyd b. Selime adında birisiyle karşılaştılar. Bu şahıs Ümmü Külab'ın oğlu idi. Hz.Aişe "Neler oldu Medine'de?" diye sorunca Ubeyd; "Osman öldürüldü"diye cevap verdi. Hz.Ayşe; "Peki ondan sonra ne yaptılar?" diye sorar. Ubeyd bu soruya; “Hz.Ali'ye bey'at etmek üzere birleştiler”diye cevap verdi. Hz.Ayşe bunun üzerine: ”Senin bu bahsettiğin adama bey'at edileceğine keşke gökyüzü yerin üzerine çöküp düşseydi. Beni geri çeviriniz, geri çeviriniz” demiş ve Mekke'ye geri dönmüştü. Hz.Aişe şöyle diyordu; “Vallahi, Osman mazlum olarak katledildi ve ben onun kanını mutlaka arayacağım.”

Ubeyd ona; “Neden kanını arıyorsun? İlk defa Osman'ın yanlış uygulamalara giriştiğini ve yoldan inhiraf ettiğini söyleyen ve ‘Şu yaşlıyı öldürünüz, o küfretti’ diyen sen değil miydin?” diye sorunca Hz.Ayşe;
“Onlar Osman'ın tövbe etmesini istediler, o da tövbe etti; Fakat arkasından dönüp öldürdüler. Ben bunları söylemiştim, onlar da aynı şeyleri söylemişlerdi, ancak benim sonradan söylediğim sözlerim ilk defa söylediklerimden daha doğru ve hayırlıdır.” diye karşılık verdi.
İbni Esir - El Kamil Fit Tarih (Cilt 3, 210)

Ali halife seçildiğinde ilk iş olarak Osman zamanında atanmış olan valileri görevden aldı. Görevden alınan ve çoğu Emevi sülalesinden olan valiler, yeni halifeye tepkilerini gösterdiler. Bunun üzerine Şam Valisi Muaviye isyan bayrağını açtı. Öldürülen halifenin kanlı gömleğini Şam halkını galeyana getirmek için camide teşhir etti. Mısır Valisi görevinden ayrılarak Muaviye’nin yanına Şam’a gitti. Yemen ve Basra valileri de görevlerinden ayrılarak Osman’ın kanını talep etmek üzere Mekke’ye Ayşe’nin yanına gittiler.

Ayşe, İfk Olayında aleyhinde yer alan Ali’ye karşı olan nefreti nedeniyle Ali’nin halifeliğini kabul edemiyordu. Kendi de Osman’a muhalefet etmesine rağmen Osman’ın katillerini yakalamakta yavaş davrandığı gerekçesiyle Ali’ye karşı oldu ve kan davası gütmeye başladı. Başlangıçta Ali’ye biat eden ama valilik alamadıkları için eleştirilere başlayan Talha ve Zübeyr’i de yanına aldı ve güçlerini toplayarak Ali’nin halifeliğine fazla memnun olmayan Basra şehrine gittiler. Basra’da Ali yanlısı olanları öldürdüler, şehre tamamen hakim olup, hazine ve emniyet kuvvetlerini ele geçirdiler. Basra valisini hapsedip işkence yaptılar.

Aynı zamanda sahabelerden olan Basra valisi Osman b. Hunenf yakalanıp getirildiğinde Ayşe'ye durumu hakkında sorular sormuş ve istişare etmişlerdi. Ayşe; “Onu öldürün” diye emir verince orada bulunan bir kadın şöyle demişti : “Hay Allah kahrını versin! Bu adamın Resulullah ile arkadaşlığı ve sohbeti vardır. Ne yapıyorsunuz?” Bu kadının sözleri üzerine Ayşe; “O halde onu hapsedin!” diye emir verdi. Mücaşi b. Mes'ud ise “Onu önce kırbaçlayın, saçını-sakalını, kaşlarını-kirpiklerini yolun” demişti. Onlar da Osman'a kırk sopa vurmuş, saçını-sakalını, kaşlarını ve kirpiklerini yolarak hapsetmişler, sonra da serbest bırakmışlardı.
(İbni Esir; el-kamil Fit Tarih, cilt-3)

Bu isyana dair haber alan halife Ali, 656 senesi ekim ayı sonlarına doğru ordusuyla Basra'ya doğru yola çıktı. Cemel savaşı 8 aralık 656 günü Hurayba denilen yerde vukubuldu. Savaş önce şahıslar arasında cereyan etmişti. Bu ferdi savaşta, kardeş, amca, yeğen, hatta, baba-oğul karşı karşıya gelip, birbirlerini öldürdüler. Savaşın en şiddetli safhası Ayşe'nin devesi etrafında cereyan etti. 70 kişi Ayşe'yi korumakla görevliydi. Korumaları ile birlikte Ayşe’nin devesi de öldürüldü, Ayşe esir alındı.

Devenin öldürülme emrinin savaşa son vermek amacıyla yapıldığı söylenir. Savaşa Cemel Savaşı denmesinin nedeni bu deve etrafında geçen çatışma safhası nedeniyledir.

Savaşı Ali kazanmış ama her iki taraf da büyük kayıp vermişti. Zübeyr ve Talha da öldürülenler arasındaydı. Ayşe serbest bırakılıp kardeşiyle birlikte Medine'ye gönderildi.

Kaynaklar:
Sahih-i Buhari (M.810-869), c.12, sa.219, D.İ.B.Y.
Taberi, (M.839-923), Tarih-i Taberi, c.3, sa.173-187 E.O.Y.
İbnü’l-Esir (M.1160-1234), El-Kamil, c.3, sa.209-267 B.Y.
İslam Ansiklopedisi, Leyden tabı ma.Aişe M.E.B.Y.
Neşet Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslam Tarihi(6)

Devam edelim. İşte bu satırlar da Nihat Çetinkaya’nın Emevi dönemine dair yazdıkları:

“Yezid b.Abdulmelik’in oğlu Velid’in veliahtlık ve halifelik dönemi (743-744) yaşantısı da Emevi dönemi hakkında önemli örnektir. Velid’in içki, eğlence vs dolu hayatı kardeşi Hişam’ı da müşkül duruma sokuyordu. Hişam, kardeşi biraz olsun düzelir diye onu Mekke’de hac işlerinin başına getirdi. Mekke’de de aynı hayatı sürdüren Velid, bir keresinde bir yüksek kubbe yaptırarak, sandıklara doldurduğu köpeklerle Kabe’nin üstüne çıkıp şarap içmek ister, ancak beraberindekiler buna zorlukla mani olurlar.

(...) Kardeşi Hişam’ın ölümünden (743) sonra halife olan Velid b.Yezid, yaşantısını yine devam ettirmiştir. (...) Velid bir defasında fal amacıyla Kur’an’ı açtığında, karşınına ‘Her inatçı zorba da hüsrana uğradı’ (İbrahim Suresi 15) ayeti çıkınca, Kur’an’ı Kerim’i yüksekçe bir yere asıp, ok yağdırmaya başlamış ve paramparça olarak yerlere düşen Kur’an-ı Kerim’e şöyle demiştir: ‘Sen beni zorba ve zalim diye tehdit ediyorsun, işte ben o zorba ve zalimim sen kıyamet günü geldiğinde ‘Ey Rabbim, beni Velid parçaladı diye söyle’

Velid için Prof.Dr Zekeriya Kitapçı ‘kendi kızına saldıracak kadar ahlaksız ve rezil bir kimse idi’ diyor. Bir defasında, cariyesine erkek elbisesi giydirip başına hoca sarığı sardırarak, camide cemaata namaz kıldırmıştı.

İbnü’l Esir, Velid’in, üvey kardeşlerinin anneleriyle, yani kendi üvey annesiyle evlenmiş olduğunu da nakletmektedir.”(7)

İslam Tarihi’nin önemli bir parçası olan Emeviler dönemine dair böylesine sayısız örnekler vardır. Emeviler, şeriat hükümlerine göre ülkeyi yönettiklerini iddia ediyorlardı. Saltanatla hilafet, rezalet halinde, şeriat kılıfıyla sürdürülüyordu oysa.

Peki ya Abbasiler, onlarda durum daha mı farklıydı? Gerçek İslam Devleti ve şeriat uygulayıcısı onlar mıydılar yoksa? Bunun yanıtını da Abdulbaki Gölpınarlı’dan alalım: “Kendilerini, Resullah’ın halifeleri sayan, mü’minler emiri olarak tanıtan, zavallı halkı da buna inanmaya zorlayan, inanmayanların seslerini, nefeslerini yok eden, ül’il-emr kisvesine bürünüp kendilerine başkaldıranların başlarını ezen, bunu, ilahi bir emir gibi tanıtan Abbasoğulları, zulümde, israfta, sefahatte Ümeyyeoğullarını kat-kat geçmişlerdi. Ümeyyeoğulları bir tek yolun yolcusuydular; bunlarsa zaman göre yol değiştiriyorlardı. Mem’un, Ali evladına taraftarlık ediyor; Mütevekkil, şiddetle ve hunharca onları eziyordu. Muntasır, onun zıddı bir siyaset güdüyor, men edilen Kerbela ziyaretine müsaade ediyor, ‘Fe’dek’i Alevilere veriyordu. Araplara karşı Arap olmayanları tutarlarken, saltanatlarının devamı için Türklere sığınıyorlar.(8)

Osmanlı’ya geçelim... Asıl işleri ve işlevleri halkı irşad ve doğru din öğretmek olan hocalar, imamlar ve şeyhülislamlar 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da yönetime etkili olmaya, zaman zaman da belirleyici olmaya başladılar. Statü ve çıkar sağlamak uğruna, dünya malına ve çıkarlarına balıklama atlayan bu din tüccarlarının bu uğurda yapamayacakları hiçbir şey yoktu. İsyan çıkardılar, padişahları hal’ettiler, idamlarına fetva verdiler, çocuk yaşta kimseleri tahta çıkardılar çıkarları için. Cinci Hoca’dan Aygır İmam’a dek binlercesi Osmanlı Toplumunun canına okudu.

Kendine özgü tarzı ile olayları kaleme alan, bir dönemin ünlü yazarı Ahmet Refik, “Osmanlı’da Hoca Nüfuzu” adlı eserinde, yukarıda anlattıklarımızın tüm ayrıntısını veriyor. Kitap 1933 yılında büyük ilgi görmüştü. Daha sonra yeniden basıldı. Şimdi bu kitaptan bazı bölümleri birlikte okuyalım:

“Sultan İbrahim’i tahtından indirmek için saraya giden heyetin arasında ulema da vardı. Özellikle Kara Çelebizade ile Şehislam Abdurrahim Efendi bu heyetteki en önemli simalardı. Sultan İbrahim etrafını çeviren ağalara hayretle bakıyordu. O sırada gözü Şehislam Abdurrahim Efendi’ye ilişti, öfkeyle bağırdı:
-Bire Abdurrahim! Ben seni müfti etmedim mi?
Şehislam sükunetle cevap verdi:
-Hayır sen beni müfti etmedin, Allah eyledi.

Sultan İbrahim bu cevap üzerine şaşırdı. Bir zaman “şehülislamı enam” (şeyhülislam denilen hayvanın) kendisine yaptığı yaltaklanma ve el-etek öpmeleri düşündü. Ellerini göğe kaldırdı üzüntülü bir sesle:
-İlahi! Ben bunları sana saldım. Sen bu zalim ve gaddarların hakkından gel. Cümlesi ittifakla benim üzerime huruç ettiler, diye bağırdı.

Sultan İbrahim hapsedildi. Ulema bununla da yetinmedi. Sultan İbrahim’in katline fetva verdi. Bu fetva çok anlamlıydı. Gerçekten Sultan İbrahim devrinde pek çok kötülükler olmuştu. Haksız yere adam öldürmeler, israflar, el koymalar halkı canından bezdirmişti. Hiçbir kimse malından ve canından emin değildi. Ulema bunların hiçbirini göz önüne almamıştı. Onların en çok dikkat ettikleri şeyler; arpalıklar, mansıplar, kadılıklar ve medreselerdi. Bunların ehil olmayan kimselere verilmesini Sultan İbrahim’in katli için önemli bir neden sayıyorlardı. Sonunda istedikleri oldu, verdikleri fetva şöyle idi: ‘Menasib-i ilmiyye ve seyfiyyeyi ehlien virmeyüb rişvetle naehline tevcih itmekle nizam-ı âleme halel viren padişahın hal’ ve izalesi

Caiz olur mu? El cevap: Olur!’

Ulema yalnız fetvayı vermekle kalmadı, katl eyleminini de kendileri yapmak için padişahın hapsedilmiş olduğu odaya geldiler. Bir zamanlar ağalarla birleşen Şehislam şimdi de cellatlara önayak oluyordu. Olayda Kazasker Bahaî Efendi de hazırdı. Bahaî Efendi, Sultan İbrahim’in nasıl öldürüldüğünü şöyle anlatıyor:

‘Vezir ve Müfti yalnız ikisi cellatları önüne katub mahbesten içerü duhul ettiklerinde biz dehlizde nazırdık. Sultan İbrahim bir gülgûn atlas entari giymiş, kırmızı bir kelepuş, sol elinde mushaf-ı şerif. Müftiye hitab idüb:
-Baka Abdurrahim! Yusuf Paşa bana senin içün bir fettan dinsizdür, demişti. Seni öldürmedim. Meğer sen beni öldürecekmişsin. İşte kitabullah. Beni, ne hükmile öldürürsünüz zalimler! Diye feryat eyledi.
Bilahare cellatlar girüb kemendi gülüfeşar ile kârın itmam itdiler.’”

Ve ikinci örmek:
“Köprülü Mehmet Paşa sadrazam olduğu zaman Kadızadeliler taassuplarını daha da ileri götürdüler. Karşılarında, yaşlı fakat azimli bir vezir olduğunu hiç göz önüne almadılar. Sadrazamlığa geçişinin haftasında, bir Cuma günü Sultan Mehmet camiinde namaz kılınıyordu. Meyzinler (müezzinler) mahfilde naat-ı peygamberiyî  (Hazreti Muhammed için yazılmış kasideleri) tatlı bir sesle okumaya başladılar. Kadızadelilerden birisi ayağa kalktı, meyzinleri susturmak istedi. Ortalık birbirine karıştı. Camide müthiş bir katliam olmasına az kalmıştı. Kadızadeliller bu olaydan sonra tümüyle gemi azıya aldılar, sofulara düşmanlıklarını gittikçe artırdılar. Sonunda İstanbul’daki ve şehir dışındaki tekkeleri yıkmaya, taşlarını topraklarını denize dökmeye karar verdiler. Hemen silahlandılar. Sultan Mehmet camiinde toplanmak için sözleştiler.

-Ümmeti Muhammed’den olan yarın harp aleti ile cami hareminde hazır olsunlar. Emri bil maruf ve nehyi anil münker hizmetine muavenat eylesünler (Muhammed ümmetinden olan yarın savaş aletiyle cami avlusunda hazır beklesinler. Verilen emirleri yerine getirmek için hazır beklesinler), diye halka da tenbih ettiler.

Kadızadeliler o gün yanlarındaki silahlı kalabalıkla tekkeleri basacaklar, hepsini yıkacaklar, rastladıkları saçlı ve taçlı dervişan fukarasına iman tazelettireceklerdi. Kabul etmeyeni ise tepeleyecekler, sonra ‘cumhur ile’ (halkla) Padişahın huzuruna gelecekler bi’datların (Peygamber döneminden sonra dine eklenen şeyler) kaldırılmasıiçin ferman alacaklardı. Camilerin birer minaresini bırakıp ötekileri yıkacaklardı. (...) gerçekte Kadızadelilerden birçok ulema da bıkmıştı. Koca Köprülü, hocaların Sultan Mehmet Camiinde toplandığını haber aldığı zaman hiç istifini bozmadı. Önce şeyh efendilere haber yolladı:
-Fesadı doğuran böyle işlerden uzak dursunlar.

Dinlemediler. Sonra ulu ulemadan bilgili kişilerin ve isyan günlerinden sonra durumu görüşecek olanları davet etti. Onlardan Kadızadelilerin hareketleri ve işleri hakkındaki düşüncelerini sordu. Cezalandırılmaları gerektiğini onalar da onaylattı. Meseleyi hemen Padişaha iletti, katledilmeleri için emir aldı. Koca Köprülü, birkaç saat içinde devleti yıllardan beri oyalayan bu sorunu çözüverdi.”(9)

“Müslüman Yapılan Karatahta” ise garip ama gerçek bir uygulama. Okuyalım:

Tanzimat’ın ilanından sonra medreseler dışında açılan modern okullarda sınıflara karatahta konur, öğretmen ve öğrenciler tebeşirle yazabilsin diye. Yobaz takımı hemen başkaldırır:
-İstemezük!
Sorarlar:
-Neyi istemezsiniz?
-Karatahtayı.
-Neden?
Verilen yanıt çok dikkat çekicidir:
-Karatahta kâfirdir de ondan!
(...) Kara kuvvetin “Kâfir” diye ayak dirediği karatahtayı Müslüman yapmak çarelerini ararlar ve bulurlar da. Bu karatahtalar Mekke’ye gönderilir, “hacı” ve “Müslüman” yapılır. Böylece artık Müslüman olan karatahtalar okullara sokulabilir.

Bir başka örnek:
II.Mahmut, ilk gazetemiz olan “Takvim-i Vekayi”yi 1831 yılından çok daha önce çıkarmayı tasarladığı halde her girişiminde şeyhülislamın direnmesiyle karşılaşmıştır. Çünkü o dönemde bir broşür çıkarmak için dahi mutlaka fetva almak gerekmektedir. Padişah, şeyhülislamın direnmesini ancak 1831 yılında kırabilmiştir. II. Mahmut, bu konu ile ilgili “hattı hümayununda” bu hususu belirtmiştir:

“Bu gazetenin yayımı çoktan beri arzu ediliyor idiyse de vakti gelmediğinden sükut edilmekteydi. Ancak şimdi sırası gelmiş ve bu işin şeriata aykırı yanı olmadığı anlaşılmıştır.”

Evet, bu, padişah iradesini de aşan bir yobazlık örneğidir. Ve dünyada ilk gazetenin yayın alanına çıkışından 190 yıl sonra, dini yönetimin uzun süre direnmelerinden sonra Türkiye’de ilk gazetenin çıkışı böyle gerçekleşebilmiştir.(10)

Dahası da var… Onları da, Hüsamettin Ünsal ve Prof. Dr. İsmet Giritli’nin kalemlerinden okuyalım: “Cumhuriyet dönemine gelinceye kadar diş doldurulması, çekilen dişin yerine diş takılması din bakımından yasaktı. Saç uzatma, setre pantolon giyme, kravat bağlama, Frenk gömleği giyme, çatal bıçakla yemek yeme, denize girme büyük günahlar arasındaydı. Basımevi günah, fabrika günah, tiyatro günah, karyola günah, tramvay günah, elektrik günahtı. Sonuç olarak doğuştan ölünceye dek yaşantımızın her anını, rüyalarımız da dahil, dini yanlış anlayan kişilerin uydurdukları kurallara göre sürdürmek zorundaydık. Hıristiyan ülkelerdeki her yenilik günah, Müslüman ülkelerdeki her gerilik sevaptı.”(11)

Başa dönelim: Sayın Osman Pamukoğlu yerden göğe kadar haklı “İslam, yönetim biçimi ile ilgili değil”. Tarihi deneyimler ve gerçekler bunun böyle olduğunu kanıtlıyor. Prof.Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven “devlet ve idare adamlarının dindar olup olmamalarının dünya işleri bakımından fark etmeyeceğini” belirtiyor.(12) Atatürk bütün bunları bildiği ve gördüğü için, din ile devlet, siyaset ve dünya işlerini ayırmıştır.  İşte Atatürk’ün bu konuda dedikleri:

“Türk tarihinin en mutlu devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk Padişahı, hilafeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini kullandı. Bu, sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz, ashabına dünya milletlerine İslamiyet’i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümetlerinin başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden böyle bir fikir asla geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükümetdemektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletleri idare etmek isteyen bir halife buna nasıl muvaffak olur? Bütün İslam milletleri üzerinde ulvi ve ruhani vazifesini yapan tek halife fikri, hakikatten değil, geleneksel din kitaplarından çıkmış bir fikirdir”(13)

Halifenin I.Dünya Savaşı’nda ilan ettiği “Kutsal Cihad”a aldırmayıp, bir yandan İngiliz’den, bir yandan Osmanlı’dan altın sızdıran, sonra da Osmanlı’yı arkadan vuran Araplar, halifelik kaldırıldıktan sonra, birdenbire halifeci kesilmişlerdir. Türkiye Cumhuriyetinin hilafeti kaldırmasından sonra “Kur’an’da böyle bir uygulama zaten yoktu” diyen âlimin âlimlik sıfatı bile elinden alınmıştır.

“Türkiye’deki inkılaplardan sonra, 1924 yılında, Arap ülkelerinde ilk radikal söylem, Şeyh Ali Abdurrazık’ın hilafet konusundaki düşüncelerinde görülmektedir. Abdurrazık ‘El İslam ve Usu’l Hükm’ (İslamda Yönetim Biçimi) adlı bir kitap yazmıştı. Bu eserde İslam`ın dünyevi bir tarafı bulunmadığını ve dünyevi ve dolayısıyla siyasi bir düzen vazetmediğini, sadece ruhani bir din olduğunu ileri sürüyordu.

Abdurrazık, hilafetin İslam dininin zorunluluklarından biri olmadığını, Kur’an’da böyle bir kurumdan söz edilmediğini, hilafetin tarihsel bir kurum olduğunu, bazı gelişmelerin sonucunda ortaya çıktığını belirtiyordu. Bu görüşler hoş karşılanmadı, Ezher Üniversitesi’nin öğretim üyeleri toplanarak Abdurrazık’ın ‘alimiyet’ rütbesini de elinden aldılar. Abdurrazık`ın görüşleri Türkiye’de hilafetin ilgası sürecinde Adliye Vekili Seyyid Bey tarafından da dile getirilmişti. Ali Abdurrazık`ın kitabından yaklaşık 3 yıl sonra hilafetin ilgasına bir tepki olarak Hasan el Benna, hilafeti yeniden ihya etmek üzere, Müslüman Kardeşler hareketini kurdu.(14)

Günümüzdeki din devleti savları ve uygulamaları tam bir zorlama ve fiyaskodur. Attila İlhan’ın tespit ve tahlilleri, bu gibilerinin bütün foyasını ortaya dökmektedir:
“1-İslam ağırlıklı yönetimler, ne İran’da çağdaş ve alternatif bir toplum modeli oluşturabilmişlerdir, ne Suudi Arabistan’da, ne de Libya’da!
2-Dini komplekslerini asr-ı saadete dönmek özlemini, çağdaş siyasi bir sistemi, gerekli sosyal kurumları ve yaratmaya yeterli sanıyorlar, oysa yetersizliği açıkça görülüyor.
3-Bireyi fazilet sahibi kılmak, çağdaş bir toplum içinde, hem son derece, hem de toplumsal çetrefilliği çözmekte başarısız kalıyor
4-Ekonomik düzeydeki önerileri ya yok, ya Üçüncü Dünya bir devletçilik edebiyatı ya da üretimi değil, spekülasyonu ve rant gelirlerini içeren uyduruk bir liberallik!
Batılı emperyalist sisteme direnebilmenin doğru yolu, onlar ‘millet’ sonrası aşamalara ilerlemiş iken, Müslüman toplumları “Ümmet” aşamasına döndürmekle değil, laik ve demokratik ‘millet’e dönüşmelerini gerçekleştirmek; ‘maneviyat’ ortamında değil, ‘maddiyat’ ortamında, yani pozitivist teknolojiyle güçlenerek karşılarına çıkmakla mümkün!”(15)
(“Kartal Gözüyle
Laiklik” adlı kitabımdan derlenmiştir)

1) Yavuz Selim-Afganistan ve Dostum
2) Sinan Meydan-Atatürk’le Allah Arasında
3) Osman Pamukoğlu-İnsan ve Devlet
4) Hüseyin Nail Kubalı-Esas Teşkilat Hukuku Derslerı (Alıntı:İslam, Sol Düşünce ve Laiklik/Faruk Erginsoy)
5) Prof.Dr.Yasin Ceylan- http://www.phil.metu.edu.tr
6) http://pante.blogcu.com/deve-olayi-cemel-savasi_36125971.html
7) Nihat Çetinkaya-Kızılbaş Türkler
8) Abdulbaki Gölpınarlı-Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik
9) Ahmet Refik-Osmanlıda Hoca Nüfuzu
10) Sadi Borak-Hacı Süleyman Efendi
11) Hüsamettin Ünsal-Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı:15 Temmuz 1989
12) Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik
13) Sadi Borak-Atatürk ve Din
14) Yararlanılan Kaynaklar: Tahir Erdoğan Şahin-Siyaset Bilimine Giriş ve  Siyasal Düşünce Tarihi ile Mustafa Özcan-Yeni Asya Gazetesi 8.7.2007
15) Attila İlhan-Hangi Laiklik