Âdâb ve Usul

Abone Ol

Hiç şüphesiz tasavvuf yolunda geçerli olan adab ve usul sünnet-i seniyye üzere olan adab ve usul esastır. Şurası iyi bilinmelidir ki,  sırf şekli hareketlerle el öpüp yerlere serilmek gibi tavırlar asla tasavvufî adapla bağdaşmaz. Tasavvufta asl olan  ‘Sırat-ı müstakim üzere huzura varıp lütufla dönmek’ çok mühim adabtır.  Nasıl mı?

Bakınız,  Ashabı Kiramdan bazıları Allah Resulü abdest suyunu ve tükürüğünü kapıp yüzlerine ve vücutlarına sürdüklerinde,  Resulullah (s.a.v):
- Niçin böyle yapıyorsunuz diye sorar.
Ashabı Kiram cevaben der ki:
-Ya Resulullah! Bereketlenmek ve sevap kazanmak için.
Rasulüllah (s.a.v) bunun üzerine:
-Her kim ki, Allah ve Resulünün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yapmak yerine) konuştuğunda yalan söylemesin, emanete hıyanet etmesin ve komşusuna eziyet vermesin diye beyan buyurur. 

İşte sevme ve sevilme adabı budur. Madem Allah Resulü sevme ve sevilmenin nasıl olması gerektiğinin adabını ortaya koymuş, o halde tasavvufi hayatla hem hal olan sofilerde tıpkı Allah Resulünün ashabına öğrettiği usulde olduğu gibi Sadatlara da aynı adab üzere muhabbet ve sevgi beslemeleri gerekir. Hatta sofi Sadatları ziyarete gideceği zaman daha evden dışarı çıkmadan önce adaba başlamalı. Şöyle ki, bir sofi mürşidini ziyaret etmeyi düşündüğünde sırasıyla önce normal abdest ve boy abdesti alıp akabinde iki rekât namaz kıldıktan sonra yapacağı ziyaretin hayırlara vesile olması dileğiyle Allah’a dua ve niyazda bulunmalı ki, yapacağı ziyaret şekli değil sünnete uygun bir ziyaret adabı olsun. Tabii bitmedi, bir de işin içinde mürşidin huzuruna çıkmak da var. Malum huzura varıldığında da ‘adabı-usul-erkân’ bilmek gerekir. Zira tasavvufta huzura adaba mugayir olarak varmak asla kabul görmez. Nasıl ki dünyevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında makama saygının bir gereği olarak el pençe divan duruluyorsa, aynen Peygamberimiz (s.a.v)in varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş manevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında da öyle olmalıdır.  Ancak Allah dostlarının dünyevi olandan farklı olarak huzura varıldığında göz göze gelmeyecek şekilde huzurda bulunmak çok mühim bir adabtır.  Yani bakmanın adabı göz göze gelmeyecek şekilde bakmaktır. Ki,  Evliyaullah’ın bakışı bizim gibi değil,  Allah’ın nuruyla bakmaktalar, işte bu nedenledir ki, Allah dostunun iki kaşı arasından çıkan nura doğrudan bakıldığında adeta şimşek çakarcasına bir etkileşim olur ki her sofi bunu kaldıramayabilir. O halde salikin her halükarda mürşidiyle göz göze gelmemeye dikkat etmesinde fayda vardır. Aksi halde mürşidinin nazarından istifadesi zorlaşabilir. Keza huzurdan ayrılacağı zaman da sırtını dönerek değil yüzü dönük olarak huzurdan ayrılması çok mühim adabtır.  Böylece bir sofi sünnet-i seniyye usulünce uyguladığı edeble varış lütufla dönüş adabı sayesinde huzura erer de.

Sakın ola ki, bu adaplar da nerden çıktı, böyle şeyler mi olur diye taaccübünüze gitmesin. Şurası iyi bilinmelidir ki, hem huzura çıkış adabının hem de huzurdan ayrılış adabının uygulayıcısı ve kaynağı bizatihi Allah Resulünün tâ kendisidir. Nitekim Allah Resulü Miraca yükselip huzura vardığında, Yüce Allah Habib’inin adabını şöyle över de:
-Habib’im Miraca yükseldiğinde bir an olsun gözü sağa sola kaymadı.          
Evet, O yüce makamlarda sağa sola bakmamayı kendine hayâ edinmiş bir Nebi’dir. Tabi huzura adab üzere varınca elbette ki huzurdan eli bomboş olarak dönüş olmazdı. Nitekim Yüce Allah (c.c)  Habib’iyle birlikte ümmetini dinin direği beş vakit namaz hediyesiyle taltif edip yedi kat göklerden yeryüzüne öyle uğurlayacaktır.

Miraç mucizesiyle birlikte şimdi daha iyi anlıyoruz ki ‘Edep Yâ Hû!’   sözü boşa söylenilmemiş.  Öyle ya, bir insan hakikat yolunda adım atacaksa destursuz asla adım atmamalı manasına veciz bir sözdür bu.

Peki destursuz adım atılırsa ne olur? Bu durumda destursuz Hak kapısına varılsa da lütufla dönüş gerçekleşemeyecektir. Lütufla dönüş ancak ‘Edep Yâ Hû!’ sözünün mana ve ruhuna sadık adabı usulünce hareket etmekle elde edilebiliyor. Nitekim Allah Resul’ünün bizatihi Miraca adapla yükselişi ve akabinde lütufla dönüşü bunun en bariz delili zaten. İlginçtir Allah Resulü Hane-i Saadetinden dışarıya çıktığında öyle yumuşak ve seri halde bir yürüyüşü vardı ki,  tıpkı Miraca yükseldiğinde ki gibi sanki yedi kat göklerde bulutlar üzerinde dolaşıyormuşçasına yürürdü. Hakeza öylesine ‘Nazar ber kadem’ usulü bir yürüyüşü vardı ki, görenler dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamazdı. Sadece yürüyüşüne mi mest-i hayrandılar,  hiç kuşkusuz duruşu da apayrı güzellikte bir duruş olup tıpkı yürüyüşünde olduğu gibi yine seyreylemeye doyum olmazdı. Hele biri bir şey sormaya görsün asla başını çevirerek yönelmezdi, bilakis tüm vücuduyla yönelip öyle cevap verirdi.  Konuşması da öyleydi, yani birine sesleneceği zaman yanına varıp öyle seslenirdi, asla uzaktan seslenmezdi. Allah Resulünün hayatında yürüyüşünden duruşuna, sükûtundan konuşmasına her ne varsa idrak edebildiğimiz kadarıyla anlaşılan o ki; ‘nazar’ rast gele bakış olmadığı gibi  ‘kadem’ de gelişigüzel adım atmak değildir. Hatta ‘nazar’  için Sevgililer sevgilisinin bakışlarında kendini bulmak,  ‘kadem’  içinde sırat köprüsünden geçercesine sırat-ı müstakim’ üzere adım atmaktır dersek yeridir. Yeter ki bir salik, hedefe doğru ilerlerken Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ‘Resulüm! Mümin erkeklere söyle gözlerini harama bakmaktan çekinsinler, namus ve iffetlerini korusunlar’ (Nur 30–31) ayet-i mucibinin adabı hükmünce hareket etsin eninde sonunda vuslat hâsıl olur da.

Evet, Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde Allah dostlarının nazarı ölü kalpleri diriltmeye vesile olurken, fesatçının bakışı da tam aksine insanı yiyip bitirir de. Hiç kuşkusuz birinci bakışta ferahlık vardır, diğerinde felaket söz konusudur.  Madem öyle,  bize düşen Yüce Allah’ın beyan buyurduğu  “Şeytanın adımlarına uymayın” (Bakara suresi 208)  emri üzere adabı usulünce hak ve hakikat yolunda adım atıp ilerlemek olmalıdır.

Hele bir insan felaha ermeye görsün başkalarının da bu yoldan istifade etmesi için çaba göstereceği muhakkak.  Nitekim sofilerin her önüne gelene habire bu yolun çorbasından, suyundan, ekmeğinden, çayından, bağından, bahçesinden bahsedip anlatma ihtiyacı duyması, belli ki içinde yaşadığı sevinç yumağının kaynamasının neticesi bir arzu olsa gerektir.  Zaten Allah Resulünün “Sizden biri, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi içinde istemedikçe gerçek manada imana eremez”  diye beyan buyurduğu hadis-i şerifin hükmü böyle olmayı gerektirir de.  İşte muhabbet bu ya, Şah-ı Hazne (k.s) bu hususta: “ Muhabbet sofilerin bineğidir demekten kendini alamaz da. Dolayısıyla bir sofi muhabbet bineği ile nereye giderse gitsin gönülleri fethetmek için at koşturacaktır. Bu arada koştururken dikkat etmesi de gerekir. Çünkü bu bir gönül seferidir, bu seferde hiçbir gönül kırılmaya gelmez de. Malum inci çok kıymetli bir mücevherat, hele düşüp bir kırılmaya görsün paramparça darmadağın olup toz duman olurda.  Madem öyle, o halde gönüller yıkmak için değil gönüller fethetmek için var olmalıyız. Belli ki Yunus Emre onca seneler Tabduğun kapısını aşındıra aşındıra  “Bu yol bir gönlün içine girmektir” diye boşa inlememiş.  Hele ki bu hususta Peygamberimizin mübarek elleriyle Kâbe’yi işaret ederekten söylediği bir söz var ki, insanı kendinden alıp kendine getirmeye yeter artar da. Bakın, Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında ne diyor: “Ey Kâbe! Sen Allah’ın evisin. Sen mübareksin. Fakat bir Müslüman,  bir mü’minin kalbini kırsa yetmiş defa seni yıkmaktan daha ağırdır.” Madem Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında böyle ferman buyurmuş,  o halde ümmet olarak bizlere tüm gönülleri hoşnut tutmak düşer.  Düşünsenize es kaza yaralı ceylan misali bir gönlü kırıp döktüğümüzü,  bir daha ne mümkün ki o gönlü kazanabilesin.  

Evet,  bir şeyi yıkmak kolay ama yapmak zordur.  Dolayısıyla neydik edip bir gönle girmek gerekir.  Bakın, Şah-ı Nakşibend (k.s) yolda yürürken Hızır (a.s) ile karşılaştığında hiç oralı olmaz. Tabii bu durum Hızır (a.s)’ın dikkatinden kaçmaz ve şöyle der:
-Ben Hızır. 
Ancak Şah-ı Nakşibend (k.s) yine oralı olmayıp şöyle karşılık verir:
-Bir kalbim var onu Seyyid Emir Külâl (k.s)’e verdim, bir başka kalbim daha yok ki onu da sana veriyim.
Ne diyelim,  işte görüyorsunuz âdâb, usul, erkân budur. 
Öyle anlaşılıyor ki sofinin gönlü mürşidinin gönlü üzere olursa ancak o zaman yol alabiliyor. Nasıl mı?  Tabii ki,  Allah'ın lütfu keremiyle öncelikle kendine, ailesine, çoluk çocuğuna çeki düzen vererek yol almalı. Yani bir insan öncelikle kendisinden, ailesinden ve evlatlarından işe başlamalı ki sırat-ı müstakim üzere mesafe kat edebilsin.  Derken bir insan kendi evinin önünü temiz tutmasıyla birlikte ister istemez bu temizlik komşu evlere de sirayet edecektir.  Nasıl ki Resulü Ekrem (s.a.v.) bizatihi kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmışsa bizler de pekâlâ onun ümmeti olarak bu iş kadın işidir, çocuk işidir, şudur budur demeden sünnet adabını yerine getirmemiz gerekir.  İcabında bu da yetmez konuya komşuya,  hatta dini hayırhasenat hizmet işlerine de el atmamız icab eder.  Nitekim Seyda Hz.leri kendi işi gibi dergâhın işlerine de koşturuyordu. Bilenler bilir,  bilhassa camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harmanda buğday mercimek nasıl oldu, bütün bu işlerle bizatihi kendisi alakadar oluyordu. Böylece dergâh işleri aksamaksızın hal yoluna koyulmuş oluyordu.  Gerçekten de Seyda Hz.lerini dünya gözüyle görenler çok iyi bilirdi ki, tedrisat zamanı tedrisat,  sohbet zamanı sohbet, irşad zamanı irşad, hatme zamanı hatme, okuma zamanı Kur'an okuyup hem madden hem manen dur durak bilmeyen bir zattı. Öyle ki dergâh işiyse dergâh işi, ev temizlemekse hiç fark etmez onu da temizliyordu. Hatta bu arada akrabalarını da ihmal etmeyip zamanının yettiği ölçüde onlara da sahip çıkıyordu. Örnek mi? Mesela buğday zamanı geldiğinde ne kadar akraba, ne kadar komşu, ne kadar fakir varsa hepsini çağırıp "İhtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" deyip her birinin sıkıntısını gidermekten asla geri durmazdı. Onlar da "Kurban şu kadar teneke lazım" dediklerinde,  Seyda Hz.leri de hiç tereddütsüz  "Helali hoş olsun, al götür" deyip gönüllerini hoş tutuyordu.

Ne diyelim işte görüyorsunuz her Cuma hutbesinde minberde okunan “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, yakınlara bağışta bulunup bakmayı emreder,  çirkin hayâsızlıktan, azgınlık ve zorbalıklardan sakındırır.  Umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz diye size öğüt vermektedir” (Nahl 90) ayet-i celile’nin tatbiki Seyda Hz.lerinin dergâhında ziyadesiyle mevcut zaten.  Besbelli ki, Seyda Hz.leri böyle yapmakla Resulullah (s.a.v)’e mutabaat yapmış oluyordu.  Üstelik 63 yaşında vefat ettiği ana kadar tüm bunları yaparken de   “Ben şeyhim, ben âlimim, ben mürşidim, bu kadar insan benim yanıma gelmiş” gibi türden sözler kendisinden asla sadır olmamıştır. Hatta anamız senelerdir onlarca gelen ziyaretçiler karşısında bir gün dayanamayıp kendisine şöyle sitem etmiş: 

"-Kurban olayım Seydam, sen ne yaptın ne yaptın böyle,  kıyamet koptu sanki, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu taştı, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, böyle giderse bu halimiz nice olur hiç düşündün mü?" 

Tabii Seyda Hz.leri tebessüm ederekten şöyle der:
"- Halimize ne olmuş ki, endişelenmeye mahal yok, Allah’a çok şükür halimiz çok iyidir."  
Annemiz bu kez şöyle sitem eder: 
"- Valla daha ne olsun, baksana şu kalabalığa?" 
Seyda Hz.leri bu sitem karşısında:
"- Kalabalıksa kalabalık bana hiç bir zararı yoktur,  üstelik ben çağırmışta değilim,  o gördüğün kalabalık Gavs (k.s)’ın hatırı içindir, benim için değil ki. Asla bende bir şey yoktur” der.

Gerçekten de bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Seyda Hz.leri kendisini ailesinin yanında bile hiç gören bir Gönüller Sultanıdır. Hatta Seyda Hz.leri kendisini hiç görmesine rağmen annelerimiz gelen ziyaretçiler Seyda Hz.lerini daha şık görsünler diye habire sıkıştırıp   "Kurban olayım şurada şu cübbe var onu giy, burada şu taç var onu tak, şurada şu sarık var onu sar” demeden de geri durmazlarmış.  
Seyda Hz.leri bunun üzerine şöyle demiş:
- "-Şunu iyi biliniz ki, şeyhlik istikametle olur, asla sarıkla, cübbeyle, elbiseyle olmaz."  

Ne diyelim, şayet dert dava kendimizi hiç görmekse,  işte görüyorsunuz kendinde hiçbir şey görmeme adabı bu müthiş sözlerde gizlidir.  Elbette ki bizler Seyda Hz.leri gibi olamayız. Olsun, yinede en azından onların izinden iz sürüp ahlakımızı usul usul güzelleştirebiliriz pekâlâ. Öyle ya, madem Seyda’mızı (k.s)  çok seviyoruz, o halde ahlakını da tatbik etmek gerekir.  Ki; bu kutsi yolda Sadatların ahlakıyla ahlaklanmaya çaba sarf etmek en büyük adaptır. Zira bir mürşidi kâmilin büyüklüğünün alameti sanıldığının aksine şekli değil, Peygamber ahlakına uymakla zahir oluyor.  Rasulüllah (s.a.v) bu nedenle ümmetine “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diye beyan buyurmuşlardır.  

Anlaşılan o ki, bu yolda bir yandan büyükleri örnek alırken, diğer yandan da ufkumuzu ihmal etmeyip ileriye yönelik yelken açmalı da. Nitekim Resullullah (s.a.v) “İki günü eşit kılan zarardadır”  buyurmakta. Hele ki,  Hak yolcusu bir salik’in yerinde sayması tam bir yıkım olur ki,  bu durumda seyr-u sülukunu tamamlayamayacağı aşikâr.

Evet, bu yol âdâb, usul erkân yoludur.  Ancak bu yolda dedik ya  ‘adab, usul ve erkân’ ancak bizatihi yaşayanı örnek almakla tatbik edilebiliyor. Madem öyle, bu ‘adab-usul-erkân’ üzere olan ilmiyle amil olmuş âlimlere hürmette kusur etmemek gerekir ki,  Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak durumuna düşülmesin. Kaldı ki vakti zamanın da kendimize örnek almak istediğimiz Allah dostları da adab zırhını giyerekten yola çıkıp Efendimiz (s.a.v)’in güzel ahlakına uydukları içindir bu konuma gelmişlerdir. İşte bu nedenle Arifler ‘Önce usul sonra vusul’ demişlerdir.

Peki, iyi hoşta önce usul sonra vusul nasıl olacak?   Her ne kadar zor gibi görünse de tasavvufi adablara riayet etmede elimizden gelen gayreti gösterdiğimizde biliniz ki bizim içinde vuslatın hâsıl olması pekâlâ mümkün diyebiliriz.

Vesselam.