İnşallah rahmetli Dişçi İbrahim lakaplı İbrahim İnan’ın sohbet kasetinden kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Malumunuz Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) der ki: "Bu tarikata (bu kapıya) inanmak bile keramettir." Hatta bir vasiyetinde "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, bana da dua etsin" buyurmuşlardır.
İmâm-ı Rabbânî (k.s) bu hususta şöyle der; "Velilerin zahirleri öldürücü zehirdir. Sadece zahirlerine bakıp haklarında suizanda bulunanlar helak oldular. Batınları ise nur kaynağı, felah kaynağı ve selamet kaynağıdır."
İbrahim Hakkı Erzurumlu Hz.leri ise şöyle der: "Eğer avam (halkın genel seviyesi) velilerin batınlarını görselerdi ilah diye taparlardı."
İşte bu ifadelerden anlaşılan o ki, velilerin gönülleri Allah sevgisiyle çağladığından olsa gerek bu tür sözler ağızlarından sadır olabiliyor. Nasıl sadır olmasın ki, Yüce Allah Hadis-i Kudside “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyurmakta. Nitekim Ebû’l-Hasan-ı Harakânî (k.s.) “Kırk yıldır öyle bir haldeyim ki, Allah gönlüme ne zaman nazar etse O’ndan başkasına yer yoktur” demekten kendini alamaz da. O halde hakiki mümin olmak gerektir. Zaten hakiki müminler mum gibi erimeyip ancak mum gibi etrafını aydınlatabiliyorlar. Öyle ki İmam-ı Rabbânî (k.s.) "Biz bu tarikatta, en kabiliyetsiz müridimizi bile vukuf-i kalb ile uğraştırır, yine de ulaştırırız" beyan buyurmakla mum gibi etrafını aydınlattıklarını göstergesidir bu söz. Nitekim vukuf-i kalbin anlamı; mümin olan bir insanın kalbini devamlı Allah’la meşgul etmesi, yani O’nu devamlı zikriyle anmaya çalışması demektir. Ve bu zikir kısa bir çalışma neticesinde semere verir de. Nasıl mı? İşte bu hususta bu yolu sistemleştiren Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerine bakmak kâfidir elbet. Bakın Şah-ı Nakşibend (k.s) ne diyor: "Hayatımda gördüğüm bir şey benim ciğerimi dağladı. Bir baktım Mina Pazarı'nda bir genç elli bin altınlık alışveriş yapıyordu, ama bir an olsun kalbi Allah’tan gafil değildi, sürekli Allah'ı zikrediyordu ve kendi kendime dedim ki ‘Maşallah el kârda gönül yâr da.’ Fakat bir başka biri de Kâbe’nin kapısına yapışmış ağlamaklı halde gördüm, öyle ya Kâbe’de ne için ağlanırdı ki, ancak kalbine nazar ettim bir baktım Allah’tan gayrı bir şey (dünyalık) istiyor. Bu kez kendi kendime dedim ki her şey göründüğü gibi değilmiş, gaflet içindeymiş meğer.”
Şah-ı Nakşibend (k.s.)’ın halifesi Şeyh Alâeddin Attâr’da şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda her şey iki üç günlük amelin neticesidir. İnsan bu tarikatta iki üç gün can-ı gönülden sadakatle çalışırsa kendisinde nurani haller meleke kesb edeceği muhakkak. Hatta bu durumda artık bazı şeyleri gayrı ihtiyari yapmaya başlar da.”
Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim (k.s.) ise şöyle der "Daha bizim için buraya gelen olmadı. Kimisinin derdi var ondan geliyor. Kimi arkadaşının telkiniyle geliyor, kimi bakalım nasıl birşeymiş diye geliyor. Hepsi bir sebeple geliyor. Olsun zararı yok, yeter ki bu halkanın içine girsinler de nasıl girerlerse girsinler, olur ya belki onların yüzü suyu hürmetine kurtulur.”
Evet, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık zaman iman kurtarma zamanı olmuş, dolayısıyla bu yolda gelene gelme denilmeyeceği gibi gidene de gitme denilmez. Ah birde bu yola girenler layık-ı veçhiyle yaşamış olsalar bak o zaman seyru sülûkunu bitirmeleri her an mümkün diyebiliriz. İşte bu yüzden Seyda adıyla meşhur Seyyid Muhammed Raşit (k.s.) "Daha bizim hazinelerimizin kapısını çalan olmadı" der. Hiç kuşkusuz hazineden maksat manevi sermayedir. El kârda gönül yâr da olana hidayet kapıları açılır da. Nitekim Gavs-ı Bilvânisî (k.s.) bir sohbetlerinde şöyle der; "Biz, buraya gelene çuvalla un vermek istiyoruz. Gelen de avuçla kaşıkla alıyor. Onu da daha buradan çıkmadan döküyor. Ya yolda döküyor, ya da dışarı çıkıp döküyor. Bu durumda bize yılmamak düşer. Keza buraya öyle sofiler geliyor, kuru meşe odunu gibi, düz dikiyor tutmuyor, ters dikiyor yine tutmuyor, şüphe yoktur ki hidayet Allah’tandır. Yine öyle sofiler var ki, daha taharet almayı ve altını temizlemesini bilmiyor. Hatta öyle sofiler var ki, bir emir versek imanını kaybedecek olanlar var. Eeh bu durumda biz daha ne yapabiliriz ki. Artık sofilere biz mürit olduk dersek yeridir. Ancak şu da var ki kalpler ve niyetler güzelleşirse, elbette ki Allah'ın muamelesi de ona göre olacaktır." Ve sohbetini Peygamberimiz (s.a.v.)’in şu iki güzel hadis-i şerifiyle: "Kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan muamelesi de değişmez" ve "Ameller niyetlere göredir" deyip öyle bağlar
Gerçekten de şayet niyetler halis olursa bu kutsi yolda bir takım ufak tefek arızalar görmezden gelinebiliyor. Nitekim Seyda (k.s) bu hususta şöyle der:
"Buraya, öyle sofiler geliyor, daha yeni tövbe ediyor, hatta gusül abdesti almadan veli olan var. Malumunuz, gusül abdesti almadan bu tarikatta rabıta, vird, teveccüh ve hatme verilmez. Ki, tüm bu ameller Hacegan yolun besmelesi gibidir. Öyle sofiler var, artık tarikatın en son amelini yapıyorlar, ama Allah vermiyor, biz ne yapalım? Ancak şu da var ki gerçekten Can-ı Cananı canı gönülden arasalardı, şüphesiz verilecekti. Zira "Bizim uğrumuzda çaba sarf edenlere elbette yollarımızı gösteririz (hidayet kapılarımızı açarız)" hükmü ayetle sabittir. Allah (c.c) asla ve kat’a yalan söylemez, verdiği sözü yemez de. Bakın şeytan bile verdiği sözü yemiyor, tüm var gücüyle Allahın kullarını saptırmaya çalışıyor da. Madem öyle şeytan şeytanlığıyla verdiği sözü yemezken, hâşâ Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ mı sözünü yiyecek?"
Evet, bu Tarikat-ı Nakşibendîye nisbeti Ebû’l-Hasan-ı Harakânî (k.s.)’den Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)’e devr olunacaktır. Malum, Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) aynı zamanda İmamı Gazali Hz.lerinin de şeyhidir. Bakınız Şah-ı Nakşibend (k.s.), Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) hakkında ne diyor: "O'nun ruhuna nazar ettim, ruhunda ne bir renk, ne de bir şekil vardı. Aslında bu nişansızlık olanlara ait bir alamettir." Bu arada kendi ruh dünyasına yöneldiğinde ise şöyle der: "Ruhuma nazar ettim, ne bir renk ne bir iz vardı."
Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) de şöyle der; "Bir gün derinlere dalmış bir halde ‘Bana gençliğimde gelen bir takım hal ve keşifler, acaba sonrasında daha aynı derece ve kemalatta niye gelmiyor diye düşünürken, dediler ki; Senin gençliğin Peygamber (s.a.v.)'in yaşantısına daha çok yakındı."
Derken, bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti, Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)'den HâceYusuf-i Hemedânî'ye devr olunacaktır. Şunu belirtmekte fayda var, aslında Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)’in lakabı İmam-ı Rabbani’dir. Fakat o, bizim İmam-ı Rabbani olarak algıladığımız zat değildir. Doğrusu O, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına ve Orta Asya'ya, bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini yayan kol başıdır. Yani hem Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’a, hem de Ahmed Yesevi'ye şeyhlik yapan zattır O. İşte bu bağlılık nedeniyledir ki Bektaşi tarikatının bir kolu da Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)'ye dayanır. Keza Mevlevi tarikatının bir nisbet bağıda öyledir. Günümüzde ise malum, Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.) bu Saadat-ı Nakşibendî yolunu kıyamete kadar sürecek kolun Gavs-ı Sani’ye ulaşan halkasında yer alan Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ye devredecektir. Hatta bundan daha da dikkat çeken husus var ki, o da Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ın ruhaniyetten şeyhi Hızır (a.s.) olması hasebiyle hafi zikir talimatını ondan talim eylemiş olmasıdır.
Bakın, Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’e bir gün demişler ki:
Malumunuz Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) der ki: "Bu tarikata (bu kapıya) inanmak bile keramettir." Hatta bir vasiyetinde "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, bana da dua etsin" buyurmuşlardır.
İmâm-ı Rabbânî (k.s) bu hususta şöyle der; "Velilerin zahirleri öldürücü zehirdir. Sadece zahirlerine bakıp haklarında suizanda bulunanlar helak oldular. Batınları ise nur kaynağı, felah kaynağı ve selamet kaynağıdır."
İbrahim Hakkı Erzurumlu Hz.leri ise şöyle der: "Eğer avam (halkın genel seviyesi) velilerin batınlarını görselerdi ilah diye taparlardı."
İşte bu ifadelerden anlaşılan o ki, velilerin gönülleri Allah sevgisiyle çağladığından olsa gerek bu tür sözler ağızlarından sadır olabiliyor. Nasıl sadır olmasın ki, Yüce Allah Hadis-i Kudside “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyurmakta. Nitekim Ebû’l-Hasan-ı Harakânî (k.s.) “Kırk yıldır öyle bir haldeyim ki, Allah gönlüme ne zaman nazar etse O’ndan başkasına yer yoktur” demekten kendini alamaz da. O halde hakiki mümin olmak gerektir. Zaten hakiki müminler mum gibi erimeyip ancak mum gibi etrafını aydınlatabiliyorlar. Öyle ki İmam-ı Rabbânî (k.s.) "Biz bu tarikatta, en kabiliyetsiz müridimizi bile vukuf-i kalb ile uğraştırır, yine de ulaştırırız" beyan buyurmakla mum gibi etrafını aydınlattıklarını göstergesidir bu söz. Nitekim vukuf-i kalbin anlamı; mümin olan bir insanın kalbini devamlı Allah’la meşgul etmesi, yani O’nu devamlı zikriyle anmaya çalışması demektir. Ve bu zikir kısa bir çalışma neticesinde semere verir de. Nasıl mı? İşte bu hususta bu yolu sistemleştiren Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerine bakmak kâfidir elbet. Bakın Şah-ı Nakşibend (k.s) ne diyor: "Hayatımda gördüğüm bir şey benim ciğerimi dağladı. Bir baktım Mina Pazarı'nda bir genç elli bin altınlık alışveriş yapıyordu, ama bir an olsun kalbi Allah’tan gafil değildi, sürekli Allah'ı zikrediyordu ve kendi kendime dedim ki ‘Maşallah el kârda gönül yâr da.’ Fakat bir başka biri de Kâbe’nin kapısına yapışmış ağlamaklı halde gördüm, öyle ya Kâbe’de ne için ağlanırdı ki, ancak kalbine nazar ettim bir baktım Allah’tan gayrı bir şey (dünyalık) istiyor. Bu kez kendi kendime dedim ki her şey göründüğü gibi değilmiş, gaflet içindeymiş meğer.”
Şah-ı Nakşibend (k.s.)’ın halifesi Şeyh Alâeddin Attâr’da şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda her şey iki üç günlük amelin neticesidir. İnsan bu tarikatta iki üç gün can-ı gönülden sadakatle çalışırsa kendisinde nurani haller meleke kesb edeceği muhakkak. Hatta bu durumda artık bazı şeyleri gayrı ihtiyari yapmaya başlar da.”
Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim (k.s.) ise şöyle der "Daha bizim için buraya gelen olmadı. Kimisinin derdi var ondan geliyor. Kimi arkadaşının telkiniyle geliyor, kimi bakalım nasıl birşeymiş diye geliyor. Hepsi bir sebeple geliyor. Olsun zararı yok, yeter ki bu halkanın içine girsinler de nasıl girerlerse girsinler, olur ya belki onların yüzü suyu hürmetine kurtulur.”
Evet, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık zaman iman kurtarma zamanı olmuş, dolayısıyla bu yolda gelene gelme denilmeyeceği gibi gidene de gitme denilmez. Ah birde bu yola girenler layık-ı veçhiyle yaşamış olsalar bak o zaman seyru sülûkunu bitirmeleri her an mümkün diyebiliriz. İşte bu yüzden Seyda adıyla meşhur Seyyid Muhammed Raşit (k.s.) "Daha bizim hazinelerimizin kapısını çalan olmadı" der. Hiç kuşkusuz hazineden maksat manevi sermayedir. El kârda gönül yâr da olana hidayet kapıları açılır da. Nitekim Gavs-ı Bilvânisî (k.s.) bir sohbetlerinde şöyle der; "Biz, buraya gelene çuvalla un vermek istiyoruz. Gelen de avuçla kaşıkla alıyor. Onu da daha buradan çıkmadan döküyor. Ya yolda döküyor, ya da dışarı çıkıp döküyor. Bu durumda bize yılmamak düşer. Keza buraya öyle sofiler geliyor, kuru meşe odunu gibi, düz dikiyor tutmuyor, ters dikiyor yine tutmuyor, şüphe yoktur ki hidayet Allah’tandır. Yine öyle sofiler var ki, daha taharet almayı ve altını temizlemesini bilmiyor. Hatta öyle sofiler var ki, bir emir versek imanını kaybedecek olanlar var. Eeh bu durumda biz daha ne yapabiliriz ki. Artık sofilere biz mürit olduk dersek yeridir. Ancak şu da var ki kalpler ve niyetler güzelleşirse, elbette ki Allah'ın muamelesi de ona göre olacaktır." Ve sohbetini Peygamberimiz (s.a.v.)’in şu iki güzel hadis-i şerifiyle: "Kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan muamelesi de değişmez" ve "Ameller niyetlere göredir" deyip öyle bağlar
Gerçekten de şayet niyetler halis olursa bu kutsi yolda bir takım ufak tefek arızalar görmezden gelinebiliyor. Nitekim Seyda (k.s) bu hususta şöyle der:
"Buraya, öyle sofiler geliyor, daha yeni tövbe ediyor, hatta gusül abdesti almadan veli olan var. Malumunuz, gusül abdesti almadan bu tarikatta rabıta, vird, teveccüh ve hatme verilmez. Ki, tüm bu ameller Hacegan yolun besmelesi gibidir. Öyle sofiler var, artık tarikatın en son amelini yapıyorlar, ama Allah vermiyor, biz ne yapalım? Ancak şu da var ki gerçekten Can-ı Cananı canı gönülden arasalardı, şüphesiz verilecekti. Zira "Bizim uğrumuzda çaba sarf edenlere elbette yollarımızı gösteririz (hidayet kapılarımızı açarız)" hükmü ayetle sabittir. Allah (c.c) asla ve kat’a yalan söylemez, verdiği sözü yemez de. Bakın şeytan bile verdiği sözü yemiyor, tüm var gücüyle Allahın kullarını saptırmaya çalışıyor da. Madem öyle şeytan şeytanlığıyla verdiği sözü yemezken, hâşâ Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ mı sözünü yiyecek?"
Evet, bu Tarikat-ı Nakşibendîye nisbeti Ebû’l-Hasan-ı Harakânî (k.s.)’den Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)’e devr olunacaktır. Malum, Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) aynı zamanda İmamı Gazali Hz.lerinin de şeyhidir. Bakınız Şah-ı Nakşibend (k.s.), Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) hakkında ne diyor: "O'nun ruhuna nazar ettim, ruhunda ne bir renk, ne de bir şekil vardı. Aslında bu nişansızlık olanlara ait bir alamettir." Bu arada kendi ruh dünyasına yöneldiğinde ise şöyle der: "Ruhuma nazar ettim, ne bir renk ne bir iz vardı."
Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) de şöyle der; "Bir gün derinlere dalmış bir halde ‘Bana gençliğimde gelen bir takım hal ve keşifler, acaba sonrasında daha aynı derece ve kemalatta niye gelmiyor diye düşünürken, dediler ki; Senin gençliğin Peygamber (s.a.v.)'in yaşantısına daha çok yakındı."
Derken, bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti, Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)'den HâceYusuf-i Hemedânî'ye devr olunacaktır. Şunu belirtmekte fayda var, aslında Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)’in lakabı İmam-ı Rabbani’dir. Fakat o, bizim İmam-ı Rabbani olarak algıladığımız zat değildir. Doğrusu O, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına ve Orta Asya'ya, bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini yayan kol başıdır. Yani hem Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’a, hem de Ahmed Yesevi'ye şeyhlik yapan zattır O. İşte bu bağlılık nedeniyledir ki Bektaşi tarikatının bir kolu da Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)'ye dayanır. Keza Mevlevi tarikatının bir nisbet bağıda öyledir. Günümüzde ise malum, Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.) bu Saadat-ı Nakşibendî yolunu kıyamete kadar sürecek kolun Gavs-ı Sani’ye ulaşan halkasında yer alan Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ye devredecektir. Hatta bundan daha da dikkat çeken husus var ki, o da Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ın ruhaniyetten şeyhi Hızır (a.s.) olması hasebiyle hafi zikir talimatını ondan talim eylemiş olmasıdır.
Bakın, Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’e bir gün demişler ki:
"-Efendim bu tarikatta olan bir zata şeytan ulaşır mı?"
O da şöyle cevap vermiş:
"-Bu tarikatta olan zat fenan'ın sınırına varsa bile, şayet kızarsa şeytan ona da ulaşır. Fenaya ulaşanda ise kızmak yoktur, gayret vardır. Hiç şüphe yoktur ki gayret edenden şeytan kaçar da."
Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) bir gün sohbet meclisindeyken Müslüman kılığına girmiş Hıristiyan papazı bir genç, sohbet esnasında şöyle bir soru sormuş:
"-Efendim, Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şerifinde: "Müminlerin ferasetinden (İnce bakışlarından) sakının. Zira o Allah'ın nuruyla nazar eder" buyurmakta, bu ne demektir?"
Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) şöyle cevap vermiş:
"-Bu demektir ki sen zünnârını (Zinnar: papazların beline bağlamış olduğu örme bir kuşak) çözesin."
Genç Papaz bir anda rengi solup şaşkına döner ve itiraz eder:
"-Hâşâ benim zünnârım mı var?"
Tabii Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) büyük bir şeyh, hadimine işaret etmiş ve hadimi de üzerindeki giysiyi sıyırdığında gömleğinin altında beline doladığı o örme zünnâr görülür de. Derken o genç zünnârı çözüp huzurunda tövbe edip Müslüman olur bile. Akabinde Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) sofilere dönüp şöyle der;
"-Bakın bu zahirde zünnârını çözenlerden af dileyenlerden ve affedilenlerden oldu. Gelin biz de batınlarımızdaki zünnârımızı çözelim, biz de af dileyenlerden af edilenlerden olalım."
Anlaşılan o ki, bu yolda en ufak kibre ve enaniyete yer yoktur ve kabul görmez de. İşte bu yüzdendir ki Seyda (k.s.)şöyle der: "Bu Nakşibendî Tarikatında ‘ben’ diyende hiç bir şey yoktur."
Zünnûn-ı Mısrî (k.s.)’da öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde senin benliğinin ölçüsüdür."
Seyyid Taha (k.s.) ise şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda asla kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Hem nasıl olur da bu tarikattan biri irşada çıkıp da halkı görmez ki.”
(Konunun devamı: Halvette Şöhret vardır, Şöhret ise Afettir başlığıyla devam edecek.)
Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) bir gün sohbet meclisindeyken Müslüman kılığına girmiş Hıristiyan papazı bir genç, sohbet esnasında şöyle bir soru sormuş:
"-Efendim, Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şerifinde: "Müminlerin ferasetinden (İnce bakışlarından) sakının. Zira o Allah'ın nuruyla nazar eder" buyurmakta, bu ne demektir?"
Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) şöyle cevap vermiş:
"-Bu demektir ki sen zünnârını (Zinnar: papazların beline bağlamış olduğu örme bir kuşak) çözesin."
Genç Papaz bir anda rengi solup şaşkına döner ve itiraz eder:
"-Hâşâ benim zünnârım mı var?"
Tabii Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) büyük bir şeyh, hadimine işaret etmiş ve hadimi de üzerindeki giysiyi sıyırdığında gömleğinin altında beline doladığı o örme zünnâr görülür de. Derken o genç zünnârı çözüp huzurunda tövbe edip Müslüman olur bile. Akabinde Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) sofilere dönüp şöyle der;
"-Bakın bu zahirde zünnârını çözenlerden af dileyenlerden ve affedilenlerden oldu. Gelin biz de batınlarımızdaki zünnârımızı çözelim, biz de af dileyenlerden af edilenlerden olalım."
Anlaşılan o ki, bu yolda en ufak kibre ve enaniyete yer yoktur ve kabul görmez de. İşte bu yüzdendir ki Seyda (k.s.)şöyle der: "Bu Nakşibendî Tarikatında ‘ben’ diyende hiç bir şey yoktur."
Zünnûn-ı Mısrî (k.s.)’da öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde senin benliğinin ölçüsüdür."
Seyyid Taha (k.s.) ise şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda asla kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Hem nasıl olur da bu tarikattan biri irşada çıkıp da halkı görmez ki.”
(Konunun devamı: Halvette Şöhret vardır, Şöhret ise Afettir başlığıyla devam edecek.)