Zirveye en çok yakışan adamlardandı…
İlginç bir hikaye ile kayağa 12 yaşında başlamıştı…
Dile kolay; tam 21 yıl aralıksız Türkiye Şampiyonu olmuş ve
119 kez milli formayı giyerek Türk spor tarihinde ulaşılması güç bir rekora imza atmıştı…

21 yıl boyunca milli formayı sırtından çıkarmamış;
1948 İtalya, 1956 İsviçre, 1960 ABD ve 1964 Avrupa Kış Olimpiyatları’nda
ay yıldızlı forma ile piste çıkmıştı. 40 yaşında son kez Türkiye Şampiyonu
olarak olimpiyat vizesi aldığında, ‘artık yetiştirdiğimiz gençler gitsin’ diyerek
bu hakkından feragat etmese, günümüzde hala 4’te kalan olimpik katılım sayısını
‘geçilemeyecek’ noktada bırakmış olacaktı!

Türk Milli takımının olmadık zorluk ve yokluklar içinde katıldığı olimpiyatlarda
en iyi derecesi 25.lik olacaktı… 2002’de 74 yaşında vefat ettiğinde arkasında
‘buruk’ dağlar,  yüzlerce öğrenci, sayısız madalya ve kupa,
dünya 5.’liği (Polonya) ve Balkan Şampiyonlukları bırakacaktı.

Yazı ve Söyleşi: Kürşat Okutmuş
Fotoğraflar: Demirhan Aile Arşivi

İşte o manevi ve gururlu miras, bugün yeni kuşak Demirhan’ların sırtında. Bursa Uludağ’da Muzaffer Demirhan’ın oğulları Göksay Demirhan ve Zafer Demirhan’dan ‘dağların delisi’ efsanesini yeniden dinledim. Demirhan ailesinin ve kayak sporunun arşivine girerek, uzun zamandır aklımda olan ama planlayamadığım ‘sürpriz’ hazinelere ulaştım.

Göksay Demirhan, uzun yıllar babasının izinden giden milli kayakçılarımızdan… Sigara içmenin yasaklandığı ilk olimpiyatlar olan 1988 Olimpiyatları’nda (Kanada, Calgary) Türkiye Milli takımındaydı. Çeşitli dünya ve balkon şampiyonlarında da yarışan Göksay Demirhan, Uludağ 1. Oteller Bölgesi’nde Olimpos Kayak Okulu’nu işletiyor… Damakta bir ‘Muzaffer Demirhan Müzesi’ tadı bırakan bu değerli okulun duvarları, aynı zamanda Yeşilçam ve dönemin sahne yıldızlarının akın ettiği Uludağ’ın renkli ve şöhretli yıllarına da ayna tutuyor… İşte böyle bir ortamda gerçekleştirdiğimiz sohbetin bir kısmı...




- Muzaffer Demirhan’ın kayağa başlayış hikayesini farklı farklı kişilerden dinledim… En doğrusunu oğlu Göksay Demirhan biliyordur diye düşünüyorum…
- Babam henüz çocuk ve oldukça yaramaz. Okula gitmem diyor. Bayburt’ta aile dostumuz var, Ekrem Amca; soy ismini hatırlayamıyorum şimdi. Dedem, köyde durmasın, Ekrem’in yanına gönderelim meslek öğrensin diyor. Babamın hikayesi işte böyle başlıyor; Gümüşhane’nin Yayladere Köyü’nden Bayburt’a gönderiliyor… Ekrem amca nakliyat işleri yapıyor, babam da ona yardım ediyor. Şoförlük öğreniyor, muavinlik yapıyor… Vauk Dağı diye anlatırdı hep, yollar da kayakçıları gördükçe içi gidiyor, merak ediyor. 

- Kamyondan inip dağlara koşmak geçiyor içinden…
- Aynen. Bir gün Trabzon'a doğru giderken, Vauk Dağı’nın tepesinde araba arıza yapıyor, Ekrem amca arıza yapan parçayı almak için otostop yapıp Bayburt’a dönüyor. Babamı da arabada bırakıyor. Babam fırsat bu fırsat diyerek, Vauk Dağı eteklerinde kayan kayakçıların yanına gidiyor. Bakıyor bakıyor, sonra dayanamayıp, ‘bana da verin ben de kayayım’ diyor.

- İsim verdi mi o günleri anlatırken? Kimler ilgilenmiş Muzaffer Demirhan ile…
- İlk olarak rahmetli Dursun Bozkurt’un dikkatini çekiyor. ‘Kimsin, kimlerdensin?’ Diye soruyor. Babam da ‘kamyoncu Ekrem’in yeğeniyim’ diyor. Dursun Bozkurt ‘öyle mi, o zaman verin bir taksın bakalım kayakları’ diyor. Babamda giyiyor dönemin kayak botlarını, takıyor ayağına kayakları, yürüyerek çıkıyor tepeye… Kayıyor, düşüyor, tekrar kayıyor, tepe taklak ama korku falan yok. Cesareti ilgi uyandırıyor. Diyorlar ki ‘sen bu işi yapmak ister misin?’ Babam; ‘isterim ama Ekrem ağabeyi izin vermez’ diyor. Onlar da ‘sen merak etme biz izin alırız’ diyorlar... Babam seviniyor, bir iki tur daha kayıyor ve sonra kamyonun başına dönüyor. 

- Çıkıyor mu izin?
- Mümkün mü? Babam o günleri gülerek anlatırdı: Aradan bir kaç gün geçiyor, Dursun Bozkurt geliyor ve diyor ki; ‘Bu çocuk çok yetenekli, gözü de kara, bu işi yapar, gel sen bu çocuğu ver, biz bunu kayakçı olarak yetiştirelim.’ Emanet çocuk, ‘köyden yanıma gönderdiler, bir şey olsa babasına ne diyeceğim’ diyor Ekrem amca. Üstüne üstlük, akşam babamı ‘sen kayakçıların yanına mı gittin’ diyerek iyi de bir dövüyor. Yasaklıyor ama babamın için kayak sevdası düşmüş oluyor bir kere…

- Efsane olacak, kolay mı?
- Evet. O günden sonra babam fırsat buldukça kaçıp kayağa gidiyor... Ve o günlerde kendi kayağı olacağı günlerin hayalini kurmaya başlıyor… Tam bir tutku işte…

- İlk kayağını da anlatmıştır mutlaka…
- Evet, anlattı. Kayak malzemelerinin ilkel ve ilkel olduğu kadar da zor elde edildiği yıllar. Zigana yolunda uygun ağaç parçaları toplamaya başlıyor. Burunları en kıvrık olanları seçiyor. Bayburt’ta marangoza giderek altlarını düzelttiriyor. Düzelttirmesine düzelttiriyor ama üzerinde nasıl duracak? Hamamdan bir çift takunya çalıyor ve düzelttirdiği, uçları kıvrık ağaçların üzerine çivi ile çakıyor. Eline de 2 sopa alıyor ve işte her şey hazır! 

- Kayaklarda hazır olunca izin çıkıyor mu artık?
- İlkinde hangi şey kolay olur ki! Bazen bunu düşünüyorum, vazgeçse vazgeçerdi. Ailesinden uzakta sonuçta ama o inat ediyor. Sağ olsun Ekrem amcamız, babamı kayarken görüyor tabi yine bir güzel dövüyor. Babamın bin bir emekle yaptığı ilkel kayakları da kırıp sobada yakıyor. Ama gönül ferman dinlemiyor. Dursun Bozkurt ve o zaman Bayburt’un önde gelen değerli isimleri baskı yapıyor ve sonunda “çocuğun bir yerine bir şey, kırılır, sizden bilirim” diyor ve sonunda ikna oluyor. Babam da böylelikle kayağa başlamış oluyor. 

- Tam da ‘izgici Muzaffer’ lakabına uygun bir başlangıç…
- Kesinlikle… O günlerde kayak söylemi henüz yaygın değil, daha çok ingilizcesi söylenmeye çalışılıyor: Sky, iski, siki veya izgi… Babamın en yaygın lakabı olan ‘izgici Muzaffer’ de işte o günlerden kalma…

- Bayburtlu kayakçıların Kayak Milli Takımına ambargo koyduğu yıllar… Dursun Bozkurt faktörü de var tabi ki… 
- Evet… Düşünebiliyor musunuz? Babamın ilk olimpiyatı 1946. Yani yanılmıyorsam 16-17 yaşlarında. Türkiye adına İsviçre’ye gidiyor. O dönem milli takımımız bugüne göre daha iyi durumda. Olimpiyatlara 6-7 sporcu gidiliyor. 

- Ve çok farklı dallarda, aynı anda yarışıyor…
- Atlama var, kayaklı koşu var, iniş ve slalomlar dahil 5 ayrı branşta yarışmış…

- Geri kalan başarı hikayesini hemen hemen kayak sporunun içinde olan herkes biliyor ve büyük bir hayranlık ile anlatılıyor. Peki, kayağa bıraktığı yıllara uzanırsak, neler hatırlıyorsunuz?
- Yine babamdan dinlemiştim. Yaşı 35-36'lara geldiğinde, özellikle kayaklı koşuda çok yorulduğunu fark ediyor ve bu branşı bırakıyor. En son 41 yaşında Türkiye Şampiyonu olup, kayağı tamamen bırakıyor. 

- Ve tam 5 olimpiyata gitme başarısı bırakıyor arkasında… Ama beşincisine gitmekten vazgeçiyor… Gitse, bugüne kadar kırılmamış bir rekora imza atmış olacaktı değil mi?
- Evet, 4 olimpiyata katılıyor. Biri savaş sonrasına denk düşüyor ve iptal ediliyor. 41 yaşında, kayağı bıraktığı yıl son kez Türkiye Şampiyonu oluyor ve olimpiyat takımına tekrar seçiliyor. Ama hem kendisi hem de çevresi ‘yeter’ diyor, ‘artık gençler gitsin’ diyerek, hakkından feragat ediyor. Bu kararı almasa veya aldırmasalar 5.ci olimpiyatına gidecek. Ve bu başarı bugün resmi olarak kayak tarihinde yok. 10-15 yıl öncesine kadar olimpiyata 4 defa gitmiş isimlerde yoktu!


- Babanızdan dinledikleriniz arasında unutamadığınız ilginç anılar var mı? 
- Olmaz mı? Mesela babam atlama antremanı yapacak. Bugün Erzurum’da var artık atlama kuleleri. Kop Dağ'ında bir yer buluyor, altta yol var, üstte uygun bir tramplen hazırlıyor. O yıllarda karayollarında dozer ve benzeri araç ekipmanları yok. Kop’ta yol kapanmasın diye buz tutan yolları karayolları işçileri kazmalarla kırıyor. Hava da sisli ve puslu bir hava... Babam yolda çalışan işçilerin üzerinden atlıyor. İşçiler olaydan haberdar değil, havada uçan birini gören işçiler ‘üstümüzden şeytan uçtu’ diyerek, kazmayı küreği bırakıp kaçıyor. Renkleri kaçmış bir şekilde Kop Dağ'ında ki karayollarına sığınıyorlar. Tabi şefleri olan biteni biliyor. Anlatıyor durumu işçileri ama nafile. Adamlar fena korkmuş. Şef bakıyor ki olmayacak, gidiyor babamın yanına, “ya Muzaffer ağabey, Allah aşkına şuradan bir daha atla, görsünler de rahatlasınlar, iş yaptıramıyorum” diye yakınıyor. Babam da yeniden atlıyor ve iş tatlıya bağlanıyor. Babam bu anısına çok gülerek anlatırdı. ‘İnsanların yüzündeki ifadeye hiç bir anlam veremezdim’ derdi. ‘Kayak elbiseleri de alışılmış kıyafetler değil, sanki uzaydan gelmişim gibi bakarlardı bana’ der, patlatırdı kahkahayı. 

- Muhteşem ve bugünden bakınca inanılması zor yaşanmışlıklar…
- Kesinlikle. İnanılması zor hikayeler. Onlarca kişiden dinlemesek, bilmesek, şahitleri olmasa, ‘yok canım’ diyeceğiz ama yaşanmış işte. Zaten bu hikayelerin kahramanları olmasalar, o ulaşılmaz başarılarda olmazdı diye düşünüyorum. 

- Babanızın başka lakabı var mıydı?
- Vardı, az önce ki hikayeye de uyuyor: Deli Muzaffer!

- Bunu anneniz de söylüyor… Deli Muzaffer’in bugünden bakınca özel bir kayak stili var mıydı? Bu konuda neler biliyorsunuz?
- O dönemde henüz klips yok, yani ayakkabılar kayağa iple, çelik ile bağlanıyor. Düştüğün zaman, kayağın ayağından çıkma ihtimali yok. Bu nedenle eski kayakçıların hepsinin ayağı birkaç defa kırılmış. Bunu niye anlatıyorum: Bütün bunları düşünürken bu kayak malzemelerini de zorluk açısından göz önünde bulundurmak gerekiyor. 

Babamın 50'li yıllarda kullandığı kayak tekniğini bizler henüz şimdi kaymaya başladık. Eskiden ayaklar kapalıydı ve teknik kayılıyordu, yani kayaklar birbirine bitişikti. Babam sporculuğu boyunca hiç bir zaman ayaklarını kapatmamış, hep açık kaymış... Bu henüz bugünün tekniği... Karvin, yani denge duruşu. Karvin çıkalı henüz 15-20 yıl oldu! Bu teknik, doğal duruşu sağlıyor. Yani kalça ile omuz genişliği aynı mesafede. Bu sporun içinden olmayanlar yarışları seyrederler ise ne demek istediğimi anlayacaklardır. Sporcuların ayakları açıktır. Yüksek hız ve güvenli denge için mecburen açmak zorundasın. Babam böyle kayarmış. Kayak sporu bu tekniğe henüz yeni başladı diyebiliriz. 


- Muzaffer Demirhan’ı Bayburtlu biliyor, öyle söylüyor ve her yerde adını anarak övünüyoruz… Bu arada Demirhan ailesi de bildiğim kadarıyla Gümüşhane’ye kırgın! 
- Maalesef. Rahmetli babamın Gümüşhane’ye verdiği hizmeti düşünüyorum da. Evet, kırgın olmamak mümkün değil. Babam çok ama çok uzun yıllarca büyük bir gurur yaşatmıştır Gümüşhane’ye. Türkiye’yi geçtim dünyada hiç bir Gümüşhaneli o değeri Gümüşhane’ye veremez. Bunun karşılığında babamın vefatında, hak ettiği bir saygı ile uğurlarlar diye bekledim ama düşünemediler. Yıllarca Gümüşhane’yi temsil etti, hem de ne temsil etmek. Neyse ki babam bu vefasızlığı görmedi. En çok buna seviniyorum.  

- Bizler, yani son kuşak, hocamız Dursun Bozkurt’un adı altında Ustalara Saygı Kupası düzenleyerek bir nebze olsun isimlerini yaşatmak istedik. Yeter mi? Bizce yetmez! Bu başarılı ve örnek alınası büyüklerimizin isimleri tesislere, organizasyonlara verilmeli, başarı hikayeleri seminerler ile gençlere anlatılmalı diye düşünüyoruz. Ve Dursun Bozkurt ne ise, Muzaffer Demirhan da bizler için odur. Gümüşhane’nin de bu kıymetli büyüğümüze bir gün gereken değeri vereceğine inanıyoruz… 
- Sağ olun. Babam Gümüşhane’de doğdu ama hayatının önemli ve değerli bir kısmı Bayburt’ta geçmiş. Çoğu insan babamı Bayburtlu bilir... Gümüşhane veya Bayburt… Tıpkı babam gibi bizim için ikisi de bir… 

- Uludağ 1. Oteller Bölgesi’nde Olimpos Kayak Okulu’nu işletiyorsunuz… Damakta bir ‘Muzaffer Demirhan Müzesi’ tadı bırakan bu değerli okulun duvarları, aynı zamanda Yeşilçam ve dönemin sahne yıldızlarının akın ettiği Uludağ’ın renkli ve şöhretli yıllarına da ayna tutuyor… Öncelikle bu okul ve özel mekan için teşekkürler. Biraz da Uludağ’dan bahsedelim mi?
- Uludağ maalesef turizm amaçlı kurulmuş ve baştan yenik başlamış. Avrupa ve Amerika’da 10-15 kilometrelik pistler var. Kay kay bitmiyor ve bu harika! Uludağ’da tüm pistlerin yapısına baktığınızda çok kısa, yani böyle olmamalıydı. Temel yanlış atılmış. 50’li yıllarda Avusturyalılar geliyor ve master planı hazırlıyorlar. Otellerin olduğu yer, sarı alan dediğimiz ilk mevki, teleferiğin ilk istasyonu, ilk proje oradaymış... Oradan buraya teleferik ile zirveye taşıma yapılacakmış ve bütün pistlere dağılacakmış. Master planına uyulmamış ve maalesef bugünkü sorunlar yumağı haline dönüşmüş.  


- Son yıllarda yurt dışı kayak merkezleri daha revaçta…
- Çünkü imkanlar ve fiyatlar daha uygun. Mesela Bulgaristan. Uludağ’a göre bedava. 

Türkiyenin en uzun pisti Palandökende, arka tarafta güney pisti var, oradan kayarsan 7,5 km kayıyorsun. oradan kayırsın, yola inersin tekrar kayırsın, kayağa yeni başlayan insanlar için çok keyifli bir yerdir... Bizi tatmin etmez. Ben Erciyes'in bir bölümünü çok beğenirim, son zamanlarda çok iyi gelişti. Erzurum iyidir pist anlamında. Erzincan şu anda yeni bir atak yapmış 7 km, kayak kayıyorsun, şehir merkezine 10 km kayak tesisi...

Şimdi şöyle bir şey var, balık baştan kokar, güzel bir atasözüdür. Uludağ'ı komple yeniden yıkıp, tekrar yapmaya kalksalar bu Uludağ'da, 2 yıl, bir sürü insanın aç kalması demek,  200 tane kayak öğretmeni var. 30 tane otel var. Buralarda çalışan bir sürü personel var. Benim dükkanımda bile 9-10 tane personel çalışıyor. Şu yapılabilir, herkese mastır plan yapılacak, devlet kredi verecek ama denilecek ki, size 2 yıl, otellerinizin yeri şurası, mesela bitti 2 yıl, o yazında bitecek sonra her şey dümdüz olacak. Bunu en kısa zamanda bile yapsa bu işin oturması 3 yıl...

- Kop Dağı’nda yaşanan gelişmeleri takip ediyor musunuz?
- Evet, Kop’ta benzer bir sorunlar yumağı içinde maalesef. Bayburtlular arkasında durarak Kop’u bölgede hatırı sayılır bir kayak merkezine dönüştürmeliler. 

- Bu keyifli sohbet için teşekkürler…
- Ben teşekkür ederim. Bayburt’ta ki dostlarımıza, arkadaşlarımıza ve kayak camiasına çok çok selamlar…