Cumhuriyetin idealleri ve şairler

“Cumhuriyet’in temeli kültürdür” derken, önce bunun bir kısa açılımını yapma gereğini duyuyorum. Bilindiği gibi bir yönü ile kültür, uzun zaman dilimlerinin oluşturduğu, devirlerin ve olayların süzgecinden geçerek meydana gelen değerler dizisidir. O halde Cumhuriyet’in kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu ifadeyle, millet hayatının kesintisizliğini, sürekliliğini vurgulamış oluyor. Alelacele bir kültür icat ederek onun üzerine de Cumhuriyet’i inşa etmek gibi bir garabet söz konusu olamaz.

Abone Ol

“Cumhuriyet’in temeli kültürdür” derken, önce bunun bir kısa açılımını yapma gereğini duyuyorum. Bilindiği gibi bir yönü ile kültür, uzun zaman dilimlerinin oluşturduğu, devirlerin ve olayların süzgecinden geçerek meydana gelen değerler dizisidir. O halde Cumhuriyet’in kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu ifadeyle, millet hayatının kesintisizliğini, sürekliliğini vurgulamış oluyor. Alelacele bir kültür icat ederek onun üzerine de Cumhuriyet’i inşa etmek gibi bir garabet söz konusu olamaz.

Diğer bir ifadeyle Türkiye Cumhuriyet’inin, tarihimizin halkalarından biri olduğunu millet hayatındaki gelişmelerin bir aşamasını teşkil ettiğini rahatlıkla düşünebiliriz.

Cumhuriyet’te “redd-i miras” yoktur. Ancak miras ayıklaması vardır diyebiliriz. Buda bizi yıkıntıya sürükleyen “geçmişin gevşetici köhne zihniyeti”dir.  Atatürk’ün ifadesinden, geçmişin zihniyetini bütünüyle “gevşetici ve köhne” saymak sonucuna da varmak mümkün değildir. Çünkü Cumhuriyet’in temeli olan kültür de geçmişin mirasına yaslanmaktadır.    

Bu yazının çerçevesi, şiirin penceresinden Cumhuriyet’e bir bakış denemesidir. Üzerine Cumhuriyet’in inşa edildiği kültür söz konusu olunca da, Cumhuriyet öncesi şiir serüvenine de kısa bir göz atma ihtiyacı doğmuş oluyor.

Osmanlı dönemi edebiyatının, özellikle de divan şiirinin toplumsal olaylar ve gerçeklere uzak durduğu genel yargısını biliyoruz. Bu hükme varırken, toplumsal olay, toplumsal gerçek kavramlarına yüklenen anlamların bir “mutlak”ı ifade edip etmediğini de tartışmak gerekir. Eğer soyutun dünyasına açılmak bir toplumda taban bulabilmişse, onu “toplum dışı” saymanın da pek doğru olamayacağını söyleyerek bu parantezi kapatalım.


Doruklarda seyrettiği yüzyılların Osmanlı toplumu, vatanına vatanlar eklendiği duygu ve düşüncesinin rahatlığı içindedir. Şairler, cephelerdeki orduları motive etmek adına şiir yazma ihtiyacını duymamaktadır. Çünkü o işlevi “mehteran” yerine getirmektedir.

Ancak bunun bazı istisnaları da yok değildir. Mesela Bağdat seferine katılan halk şairinin “Genç Osman Destanı” buna bir örnektir. Osmanlı devletinin doruklarda olduğu toplumda şairler vatanın elden gitmesi gibi bir kaygıyı da hissetmemektedirler. Çünkü böyle bir şey “imkânsız” gibidir. Devletin kurucu ve çekirdek unsuru olan soy, evrensel hedeflere kilitlenmiş düşünce ikliminde arka planlara çekilmiştir. O yüzden Türk Milliyet’inin yerini Osmanlı Milliyet’i almıştır.

Hep “med”leri yaşayan bir imparatorluk, günün birinde ‘’cezir’’le de karşılaşılabileceğini düşünmez bile. Haliyle de Osmanlı şairinin soyut alemlerde pırıltılar peşindeki iç serüveni sürer gider. Bu zihin şartlanmışlığı “cezir”ler dönemlerine girildiğinde de varlığını yine sürdürür.

Gün gelecek, hem Cumhuriyet öncesi hem Cumhuriyet döneminin şairi Yahya Kemal’in “Açık Deniz” şiirinde o devirlerin izdüşümlerini göreceğiz:

“Vardım o diyara ki serhatdidir yerin / Hala dilimdedir tuzu engin denizlerin.”

Ne var ki “engin denizlerin tuzu”nun pek yakıcı olduğu da yine Beyatlı’nın aynı şiirinden hissederiz:

“Dindirmez anladım hiçbir güzel kıyı / Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.”

Yahya Kemal şiirinin Cumhuriyet idealleri ile olan ilişkisini kurabilmek için “Cumhuriyet’in temeli kültürdür” ifadesini yeniden hatırlamak gerekiyor. O’nun “Akıncılar” ve “Mohaç Türküsü” gibi geçmiş yüzyılların sahnelerini Cumhuriyet devrine taşıma ihtiyacını duyması, işte o “kültür temeli”ne yaslanmaktan doğuyor. O yüzden Yahya Kemal Cumhuriyet için doğrudan şiir yazmak yerine, temellere açılan söyleyişlere yönelir.
Budin’in elden gitmesi üzerine halkın ağıt yakmış olması “Aldı düşman bizim nazlı Budin’i” demesi, tatlı rüyalardan uyanışların bir ifadesidir. Vatan üstüne vatan kazanmaktan, vatan kaybetme sürecine girilmiştir. Çok sonraları da olsa, bu gerçeğin somut haykırışlarını Namık Kemal’de bulmaya başlarız. “Vatan” kavramı “O”nunla ete kemiğe bürünürcesine bir vücut haline gelir.

Ne var ki Namık Kemal de Osmanlı rüyasının bozulmamasından yanadır. Vatan’ı ön plana çıkarırken, kurucu çekirdek unsurun varlığını, yani Türk’ü telaffuz etmemiş olması bundandır.

Daha sonra ülkenin kaderine el koyan İttihat ve Terakki hareketlerinin de, Namık Kemal’lerin çizgisinde olduğu görülür.

Fakat bu defa “cezir” şoku öyle sarsarak gelir ki Osmanlı rüyasını bir kâbusa dönüştürür. Balkanlardaki trajik bozgun, sadece Türk’ün gururunu yerlere serer. Diğer Osmanlı unsurlarının kendi varlıklarını esas aldıkları gerçeği bir tokat gibi yüzümüze iner.

Bu bozgun ikliminde bir şair çıkar ve haykırır. Mehmet Emin Yurdakul:

“Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur / İnsan olan vatanının kuludur…”    

İttihat ve Terakki hareketinin de Osmanlılık rüyasından uyanışı işte böylesi bir bozgun ikliminde olur. Çok gecikmiş olan Türklük rüyası böyle başlar. Türk Ocağı’nın vücut bulması bu yeni rüyanın eseri olur.

Baktığımızda, sığınılan bu son ocağın alevlerini körükleyenlerin şairler, edipler olduğunu görürüz.

Diğer başka aydınların da tamamı Türk etnisitesinden gelmemektedir. Ama hepsi kendini Türk hissetmektedir. Öyle ki Türk Ocağı ruhunu besleyenler arasında Yahudi, Ermeni gibi etnisitelerden gelenler bile vardır. Diğer taraftan aynı kültür mirasının şahsiyetleri olan Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif gibi edip ve şairler ortak kültür mirasının buluşturduğu idealler etrafında yerlerini alırlar.

Türkçülük, “şovenizm”den uzak bir milliyetçilik duygusunun ocakbaşı olur. Diyarbakır’ın yiğit evladı şair Süleyman Nazif bu uğurda Malta sürgünü olur. Milli Mücadelenin kazanılmasının heyecanı O’nun satırlarında yansır:

“Yerim sensin, göğüm sensin, cihanım cennetim hep sen,
Nasıl zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden…”

Doğrudur, Cumhuriyet yüzyıllarca sürüp gelmiş bir rejimin de değişmesidir. Ancak Cumhuriyet’i yalnız bununla ifade etmek hem eksik hem de yanlış olur. Cumhuriyet, kazanılmış mucizevî bir zaferin de ifadesidir. Bir dirilişin adıdır. Sönmeye yüz tutmuş bir ateşin üzerindeki kül tabakalarını, elleri yana yana ayıklanan bir milletin ateşi yeniden canlandırmasıdır.

Cumhuriyet ideallerinin etrafında buluşan herkesimden seçkin millet evlatları arasında şairler ve ediplerin yine ön saflarda olduğu görülür. Bunun kaynağı da zengin bir Türk Edebiyatı geleneğinin varlığıdır.

Milli mücadele yıllarının idealist şair öğretmeni Faruk Nafiz’in “Han Duvarları” şiiri cepheden cepheye koşarak bozgun üstüne bozgunlar yaşamış “Maraşlı Şeyh oğlu Satılmış”ların ağıtıdır. Bu şiir bize o acıların uğultusunu hala taşıyıp durur. Ne var ki Cumhuriyet’in “Onuncu Yıl Marşı”nı yazan iki şairden biri olma bahtiyarlığına da Faruk Nafiz erişir.

Cumhuriyet idealleri etrafında cezbeye kapılan bu şairlerimizin zaman zaman ölçüyü kaçıran mısraların sahipleri olduklarını da görme üzüntüsünü yaşarız. Faruk Nafiz ve “Onuncu Yıl Marşı”nın diğer şairi Behçet Kemal Çağlar’ın, Milli Mücadele’nin ve Cumhuriyet’in önderi Gazi Mustafa Kemal’i ilahlaştırmak gibi bazı duygu taşkınlıkları, Cumhuriyet’ten bir şikâyeti olmayan dindar halkı, Cumhuriyet’e biraz mesafeli durmaya itmiştir.

Bu halin arzu edilmeyen sonuçlarından biri de halen zaman zaman sıkıntısını yaşadığımız din istismarcılarının eline malzeme vermiş olmasıdır.

Öte yandan, iyi incelendiğinde, büyük zaferimizi ve yeniden dirilişimizi içlerine sindirmiş olmaları beklenmeyen kadim düşman diş güçlerin de “din” olgusunu kendilerince kullanmış olduklarını göz ardı etmek doğru değildir. Türkiye Cumhuriyet’ini zaafa sürüklemek için Cumhuriyetin kurucularını İslam’a karşıymış gibi gösterme amaçlı dış kaynaklı provokasyonları da bilmek gerekiyor. Bunun içerideki etkileri ile “İslamcı” sıfatı ile edebiyatımızda yerini alan bazı şairlerimizin Cumhuriyetle kavgalı olmayı tercih noktasına sürüklendiklerini görürüz.

Necip Fazıl, “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur / Sırtına Sakarya’nın Türk Tarihi vurulur’’ demişken, O’nun izleyicileri olduklarını iddia edenlerden bazıları Cumhuriyet’in ideallerini karalama yolunu da seçebilmişlerdir.

Bu örneklemeye giren şair ve edipler, benim kanaatime göre, Cumhuriyet’i materyalist düşünceleri ile algılayanlar gibi, “yabancılaşmış aydınlar” kategorisine girmektedirler. “Yabancılaşma”, Cumhuriyet döneminin önemli sorunlarından biri olmuştur. Birbirlerine taban tabana zıt renkleri de taşısalar, yabancılaşmayı temsil edenler bir ortak payda da buluşabilmektedirler.

Necip Fazıl’ın “milli şef” İnönü döneminin bazı uygulamalarına olan tepkileri, kendisinin de biraz sessiz kalması yüzünden Cumhuriyet ideallerine karşıymış gibi takdim edile gelmiştir. Aynı Necip Fazıl, Atatürk’ün ölümünden önce en takdirkâr yazısını kaleme almış, O’na “Büyük Türk” demesini bilmiştir.

Diğer taraftan, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kendine zemin bulan pozitivist maddeci cereyanlara kendini kaptırmış olan bazı aydınlar bu fikirleri, Cumhuriyet’in idealleriymiş gibi sunma çabalarından geri kalmamışlardır. Bunun zaman zaman eğitim ve kültür politikası olarak uygulanması noktasında başarılı da olabilmişlerdir.

Aynı cereyanın farklı bir ürünü olan Marksizm devrimciliğini, Türk Devrimi ile özdeşleştirme, Atatürk’ü de buna yatkın gösterme zorlamalarına başvuranlar olmuştur. Nazım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı’nda dil ve şiirdeki gücünü de kullanarak ideolojisini telkin etmekten geri kalmaz. Bu destandaki dil, anlatım ve imajlar gerçekten çarpıcı, coşkuludur. Türkiye’de Marksist bir kuşağın yetişmesinde bu eserin etkileme gücünün varlığı inkâr edilemez.

Milli Mücadele sahnelerini, Gazi Mustafa Kemal hayranlığını, Cumhuriyet ideallerini, şiirlerinin ana temaları haline getiren Fazıl Hüsnü Dağlarca bile, söz konusu akıma kapılmaktan kendini alıkoyamaz. “Gözünü Satan Adam” diye zorlama bir şiirle ortaya çıkar ve eski sevenlerini şaşırtır.

Cumhuriyet’in ideallerinden biri de “Fikri hür, vicdanı hür nesiller” yetiştirmektir. Bu açıdan bakınca da yukarıda sıraladığımız uç örnekleri olağan saymak mümkündür. Ancak bunların ne kadarı hür fikirlerin hür vicdanların ürünüdür diye de düşünmek gerekir. Çünkü dış kaynaklı ideolojilerin kullandıkları araçlar, fikir ve vicdandan ziyade baskın propagandalardır.

Cumhuriyet’in temel ideolojisinin yurt ve millet sevgisini egemen kılmak olduğunu söylemek sanırım yerinde olur. Milletini seven insanın, onun temel değerlerini sevmesi en azından onlara saygı duyması gerekir. Yurdunu seven bireyin, o yurdun birlik ve bütünlüğünün korunmasını ideal edinmesini gerektirir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu idealler etrafında nesiller yetiştirmeyi önemli ölçüde başardığını söyleyebiliriz. Böyle bir şair neslinin varlığını da rahatlıkla ifade edebiliriz. Mithat Cemal Kuntay, Orhan Şaik Gökyay, Arif Nihat Aysa, Cahit Sıtkı Tarancı, Necmettin Halil Onan, Ahmet Muhip Dıranas, Atilla İlhan, Cahit Külebi, Ziya Osman Saba, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ceyhun Atıf Kansu, Basri Gocul, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Nüzhet Erman … Bir çırpıda sayılabilecek isimlerdir.

Aslında tam bu noktada tehlikeli bir dönemece girdiğimin farkındayım. Bir alanın isimlerini saymak daima risklidir. Hemen akla gelebilir ki edebiyatımızın daha nice güçlü şairleri vardır ve onlar Cumhuriyet ideallerine uzak mıdırlar? Dikkat edilirse bu yazının seyir çizgisinde milli ideallerin somut bazı örneklemeleri ve yine örnek olsun diye söylenen isimler söz konusudur.

Mesela bir Kemalettin Kamu’yu, milli mücadele ruhunun önemli şairlerinden Faruk Nafiz ve Behçet Kemal’in ardından anabilirdim. Çünkü Kemalettin Kamu da duygu taşkınlıklarından kendini koruyamayıp, Gazi’yi ilahlaştırmaya kalkışanlardandır. Ancak aynı havaya kendini kaptıran şairlerin sayısı çok daha fazladır. Ayrıca Mehmet Akif gibi, kutup yıldızı niteliğinde şiirler yazanlar Cumhuriyet ideallerinin kültür temellerini yansıtmışlardır. Aynı doğrultuda daha birçok şair ismi zikretmek mümkündür.

Bir şair, yurt insanının aşk, ayrılık, gurbet, geçim derdini terennüm ederek de aynı ideale hizmet etmiş olur. Vatanın dağını, taşını, çiçeğini, ırmağını şiirleştirerek de aynı hizmeti vermiş olur. Felsefi boyutları olan şiirler yazarak da görevini yerine getirebilir. Bunları isimlendirmek de elbette bu yazının boyutlarını aşar. Zaten dikkat edilirse Türk şiirinde tema zenginliği de Cumhuriyet’ten sonra artmıştır.

Ancak buna paralel olarak dilimizi, edebiyatımızı ve şiirimizi yozlaştırma cereyanlarının da bu devirde baş gösterdiğini anlarız ki, bu da yine başlı başına ayrı bir yazı konusudur. Şu kadarını belirterek noktayı koyalım. Bir milletin temel değerlerini yozlaştırmak isteyenler, işe dil, edebiyat, şiir ve müzikten başlarlar.

Ve bir soru: Temeli kültür olan Türkiye Cumhuriyeti ideallerinin şimdi neresindeyiz?