Cumhuriyetin içinde bir dönem, bir adam
Türkiye’nin demokratikleşmesi çok kolay olmamıştır. Seçilmiş ilk başbakanının “idamla katledilmesi” bu zor yürünen yolun ağır bir bedeli olduğunu söylemeye yeter mi bilmem fakat şurası açıktır ki, demokrasi dünyanın her yerinde bedeli ödenilerek kazanılan bir değerdir. Türkiye demokrasisinin İmparatorluğun son dönemine uzanan bir tarihi olduğu bilinmekle birlikte halkın doğrudan doğruya “genel ve eşit oy prensibine” dayanarak katıldığı, yönetimi belirlediği ilk seçim 1950 seçimleridir. 1946 yılında da bu genel oy prensibine uyulmakla birlikte, “gizli oy-açık tasnif” usulüne riayet edilmediği için, 1950 seçimlerinin bu ayırt edici vasfını belirtmekte fayda var.
1960 darbesi ve “27 Mayıs rejimi” Türk siyasi hayatında önemli bir safhayı ifade eder. Benim analizime göre “27 Mayıs rejimi” siyasi hayatımızda sadece askeri bir darbeyle sınırlı bir olay değildir. 2010 referandumuna kadar, bütün siyasi hayatın üzerinde belirleyici olan, şimdilerde çokça söz edilen “vesayet rejiminin” kurulmasına yol açmıştır.
Otoriter Cumhuriyet
Daha önce de yazdığım ve bazılarının hoşuna gitmiş olacak ki sıkça kullandıkları şekliyle, bu süreci şöyle kavramlaştırmıştım: Türkiye’nin 1925” Takrir-i sükûn”la başlayan “otoriter cumhuriyet dönemi” tek parti rejiminin yıkılışına kadar devam etmiştir. 1950-60 dönemi, ilk demokrasi tecrübesidir. 27 Mayıs 1960 – 2010 arası ise, “27 Mayıs rejiminin” sürdüğü vesayetçi dönemdir. Bu döneme, esas karakterini veren politik ideolojik yapı militarizm olduğu için, siyaset bilimi açısından bu süreyi militarist dönem olarak nitelemeyi tercih ettiğimi belirtmek isterim.
Türkiye’nin 1960 sonrası yıllarının “demokrasi ve militarizm ekseninde” bir kutuplaşmaya dayandığını söyleyebiliriz. Bu dönemde demokratikleşme mücadelesinin esasını militer kurumların, yapıların, ideolojinin tasfiyesi oluşturmuştur. O devrin siyasetinde Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş beylerin her birisinin bir siyasi akımı ve anlayışı temsil ettikleri bilinmektedir ve yine her birisinin ideolojik politik konumu, 27 Mayıs’ın militer rejimi ile farklı türden ilişkilere, bakış açılarına dayanmaktadır.
Bu liderlerin dışında, esasen neredeyse kendisini Cumhuriyetin sahibi olarak tanımlayan partinin ve liderlerinin yani İnönü ve Ecevit’in, 27 Mayıs ve ideolojisiyle bir problemi olmadı gibi, bu rejimi sahiplenerek, savunarak militarizmin toplumsal bakımdan bir dayanağa kavuşturulmasına vesile olduklarını da belirtmek gerekir. Demokratikleşme sürecinde CHP’nin bu “geleneksel iktidar elitlerinin” politik çizgisinin temsilcisi olması ise elbette ki ciddi bir sorundur.
Demirel’in yeri
1960 sonrası çok partili siyasi hayata geçişle birlikte kurulan partiler arasında AP’nin ve Süleyman Demirel’in siyasi tarihte ve demokratikleşme sürecindeki yeri farklıdır. AP Demokrat Parti’nin siyasi mirasını temsil ettiği gibi, Süleyman Bey de Menderes’in en genç ve önemli bürokratıdır.
Geçtiğimiz günlerde, kardeşi Şevket Demirel beyin gayretiyle inşaatı bitirilip açılışı yapılan “Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi”nin adı, tam da o dönemin esas problemini yansıtıyor gibidir. Demirel, militarizmin sınırları içinde belirlenmiş “ince siyaset yolunun” politikacısıdır. Onu “şapkasını alıp gitmekle” suçlayanlar; alıp gitmemiş “Menderes’in dramını” unutmuş gibidirler. Demirel bu ince yolda yürümenin, siyaset yapmanın ne kadar zor olduğunu yaşayarak bilen bir siyasetçidir.
Her şeye rağmen Onun iki şeyi başardığını söylememek tarihe karşı haksızlık olur. Bunlardan birincisi, siyasette “sandığın meşruiyeti ve vatandaşın oy” hakkını savunmaktır. Diğeri ise geri kalmış köylü bir toplumu, sanayi ile tanıştırmaktır. Başaramadıklarını ayrıca ele almak gerekir.