“Bir ‘gönül dostu’na verdiğim sözün gereğidir.” / Söz konusu “Dede Paşa” ise, O’nu anlatmak çok zor. Önce, O’nu tanıman yetmez, O’nun iç dünyasına da girecek bilgi, beceri ve de okumuşluğun gerekli. Bu da yetmez, O’nu anlatabilecek yüreğin, cesaretin olacak.
İkisini de taşıdığım kanısında değilim. Ama -Osman Ağabeyimin diliyle- “Mübarek” ile, çocukluğumda yaşadıklarımdan kimilerini –sadece anlatmak- da verdiğim söz nedeniyle farz oldu.
O, anamın “Paşa Dayı”sı; evimizin de –çocuk bana göre- en görkemli bireyi idi. O geldiğin de evimizin havası değişirdi; büyükler, erişkinler başka, biz çocuklar başka havaya girerdik. Evimiz o günlerde bayram gibi giden gelenle cıvıl cıvıl olurdu. Ama benim beklentim bu değildi!
Bu kalabalığın dağılmasını, O’nunla baş başa kalacağımız anı beklerdim, sabırsızlıkla. Kalabalık dağılacak, O’na kayıkta –ağaçtan oyularak yapılmış, yayvan ve kocaman bir tas- içine azcık ekmek doğranmış bir dolu süt gelecek… Ve beklediğim ses “Cücükleriimm!”
Elbette tahta kaşıkla, o kayığa dalışlar yapmaktan hoşlanırdım. Ama beni daha çok etkileyen herkesin sınırsız bir teslimiyetle boynunu bükerek önünde diz çöktüğü “Mübarek” ile birlikte, aynı kayığa kaşık sallamanın hazzı, ayrıcalığıydı. Birlikte kaşık sallarken, O’nun sevgi, hoşgörü, ışık saçan kaçamak bakışlarını yakaladığım olurdu. O an oluşan duygularımı anlatmam, betimlemem olanaksız. Ama içime ılık ılık bir şeylerin aktığını duyumsardım. Çocuk ben, bu ılıklığın sütten kaynaklandığını sanırdım herhalde, anımsamıyorum… Ama şimdi yorumladığımda öyle olmadığını anlıyorum. O ılıklığın kaynağı, yakaladığım bakışlardaki sevgi, hoşgörü, sanki biraz da “oyundu!” Çocuklara oyun yapmak, onlar oynarken(!) onları izlemek… Kim bilir belki de o anda çocuk saflığını, temizliğini, yozlaşmamışlığını, kendi iç dünyasına daha yakın buluyordu. Bu duygularla “Cücükleri” ile birlikte olmak hoşuna gidiyordu! Düşünebiliyor musunuz, O’nun katında çocuk en değerli varlıktı. Zaten yakından tanıdığımız sınırsız hoşgörüsü, çocuklar için daha da yoğundu.
O, evimizin iç odasında, girişin hemen solunda, yer yatağında yatardı. Daha doğrusu bağdaş kurarak otururdu… Yattığını hiç ama hiç görmedim. Sırtında omuzları ile birlikte bir yorgan, dizlerinde seccade gibi bir şey, başında bir takke, yüzünü örten bir örtü… Ağabeyim bu örtünün siyah olduğunu söyler, ama benim aklımda beyaz kalmış… Sanki O’nun duruluğuna, yüceliğine beyazı yakıştırmış olsam gerek… Gece her uyandığımda oturduğunu, başını salladığını görür hayret ederdim: Mübarek hiç mi uyumaz! Anama sorardım, “O hep ibadet eder, zikir eder… Uyumaya ihtiyacı yoktur Dede Dayı’mın” derdi. Anamın bu sözünde Dede Paşa’nın adanmışlığının sırları yok mu?
Aptes almasına yardımcı olmaya herkes can atardı, ama o ayrıcalık anama aitti. Bazen –çok zor olsa da- bazılarına izin verdiğini anımsıyorum. Ama Dede Paşa’da unutmadıklarımdan birisi de başındaki bir şişti. Aptes alırken başını meshetmek için açardı ve o şiş görünürdü. Saçı yok denecek kadar az ve gür sakalları gibi apaktı. Başındaki bu şiş, bana çok değişik ve hoş görünürdü. Gidip o şişi okşamak gelirdi içimden, ama çekinirdim. Şimdi düşünüyorum da, engin ve karşılıksız hoşgörüsüyle kesin izin verirdi. Bir çocuğun isteğini yerine getirdiği için de çok mutlu olurdu. Keşke isteseymişim!
İşte çocuk gözüyle Dede Paşa… O’nu tanıyan her çocuk için hoşgörünün, sevginin, adanmışlığın, alçakgönüllülüğün zirvesi, unutulmazı!
Bir eksiğimiz, yanılmışlığımız olduysa, cücüklüğümüzdendir; hoş göreceğini biliyorum.
Ağustos 2013