Türkiye bir cinayeti gördü.
Bir anlamda bir cinayete tanık olmanın şokunu yaşıyoruz.
Maden sahibinin ve yöneticilerinin yaptığı basın toplantısında ortaya konulan, bir başka söyleyişle itiraf edilen “yanlışlıklar, sebepler”, medya mensuplarının konunun sapmasına yol açan, aslında patronun işine yarayan, ön yargılı, saçma sapan sözüm ona “politik sorular” da dâhil olmak üzere her şey, bir felaketin arkasında yatan “zihniyet sefaletini” ortaya koymaktadır. Bunları bir tarafa koysak bile meselenin üzerine gitmek mecburiyeti vardır.
Mecburiyet diyorum her şeyden önce insani ve vicdani bir sorumlulukla karşı karşıyayız. Birincisi bunun gereğini yapmak durumundayız. İkincisi bu tablo Türkiye’ye yakışmadığı gibi (Bazı ahlak yoksunlarının söylediği gibi, “toplum buna müstahak” değildir.) bu olaya neden olanların, Türkiye’nin başarılarını karartmaya, bu ülkenin kat ettiği mesafeye gölge düşürmeye de hakları olamaz.
Madende vurulmak
Dikkatinizi çekmiştir Türkiye ne zaman büyük adımlar atsa, sıçramalar yapsa, yaptığı işleri önemsizleştirecek olaylarla, badirelerle karşılaşabiliyor. Oysa yapılan işlerin yanında, bu felaketlere yol açan sebepleri ortadan kaldıracak düzenleme ve uygulamalar gerçekleştirmek, zor bir iş bile değildir. Bir kere düşünelim; dünyanın en büyük on altı ekonomisinden biri olmayı başarıyorsunuz fakat felaketin yaşandığı madende 19. yy’ın şartları altında insanlar çalışıyor, bu bile başlı başına büyük bir çelişkidir.
Problemin anlaşılması için, “doğru bir analize” ihtiyaç vardır.
Bunun yapılması ise, esasa yönelik soruları sorulmasına bağlıdır. Birinci soru şudur: Bu ülkede kaç yıldır maden işletmeciliği yapılmaktadır ve kaç yıldır yer altından kömür çıkarılmaktadır? İkinci soru; büyük maden faciaları, katliam niteliğinde ölümler ne zaman vuku bulmuştur? Üçüncüsü: Bu olayların meydana geldiği madenlerde kullanılan teknoloji nedir, çağdaş dünyadaki teknolojilerle karşılaştırıldığında ne durumdadır? Dördüncüsü: Çalışanların içinde bulunduğu şartlar nelerdir? Beşinci soru ise bütün bunları dikkate alan bir “yönetim ve denetleme sisteminin” olup olmadığıyla ilgilidir.
Problem daha ilk iki soruya cevap verildiğinde ortaya çıkmaktadır. Bu ülkede yüz yılı aşkın bir sürede maden ve kömür madeni işletildiği halde, yaşanan en büyük iki kazadan biri 1992’de, diğerinin ise şimdi 2014’te meydana gelmiştir. Bu bize açıkça bir gerçeği göstermektedir: Üretim teknolojilerinde, koruma, iş güvenliği, iş sağlığı ve eğitim imkânlarındaki gelişmeler ortadayken, insanlık her bakımdan ileri seviyeye ulaşmışken Türkiye bırakınız 19.yy.ı, 20. yy’ın birçok geriliklerini aşmışken, neden bu olayları yaşamaktadır? Daha doğrusu neden olayların tarihi 1992 ve 2014‘tür?
Kapitalizmin eğrisi
Bu soruları, şöyle de değiştirebiliriz: Bu olaylar neden devlet işletmeciliğinde değil de, özel sektörde ortaya çıkmıştır, neden “özelleştirmelerden sonra” yaşanmıştır?
Mesele açıktır: Türk özel sektörünün birçok alandaki başarısı ortadadır. Piyasa mekanizması rekabet gücü ekonomiye dinamizm kazandıran yapılardır. Bununla beraber, yer altı maden işletmeciliği kurumsal olarak, işletme kültürü olarak, sorumluluk ve yönetim ahlakı olarak, sabit sermaye yatırım büyüklüğü olarak, özel işletmeye uygun değildir.
Meseleyi politik bir tartışma konusu yapmak buradan kalkarak hükümete karşı bir “politik bir pozisyon” elde etme arayışına girmek Türkiye kapitalizminin yer altını maden işletmeciliğini “ilkel sermaye birikimi kaynağı” olarak görmesine göz yummak, gözden kaçırmak demektir.
Değerli gazeteci Salih Tuna’nın yazısında vurguladığı gibi “Kazanmayı 'piyasaya', kaybetmeyi 'mukadderata' bağlayan” zihniyetin de gerçekle ilgisi yoktur. Cinayeti gördük doğru tanıklık yapalım.