Aradan yıllar geçmesine rağmen, yalnız kaldığım her an kendimi o odanın bir köşesinde sinmiş şekilde bulurum. Ellerim, dizlerime kenetlenmiş ve gözlerim babamın elindeki silahın soğuk namlusuna takılı… Sonra ablamın babama ilk kez karşı gelişi ve gözü dönmüş talibiyle evlenmek istemediğini boğazını yırtarcasına haykırışı çalınır kulağıma. Ben suçlu bir çocuk edasıyla izlerim zihnimin benimle oynadığı acı oyunları. En sonunda ablamın, babamın çekiştirdiği kolunu kurtarıp son kez her şeyin güzel olacağına olan inancını kulağıma fısıldayarak yanağıma bıraktığı kuru bir buseyle sonlanır hayat perdem.
O gün kapatmıştım tüm kapılarımı dünyaya. Bir babanın, evladının canına kıyacak kadar cani olduğu bir dünyaya daha iyi bir tepki olacağını sanmıyorum. Ahlak diye bir çatının altına sığınıp tüm ahlaksızlıkları normalite çerçevesine sığdıran şuursuzları tüküremediği için dönüyordum sırtımı dünyaya. Sonra kendi dünyamda hiç olmamış ve olamayacak hayallerimi seriyordum iplerime. Elmaydı, kirazdı kırmızı olan ve de birkaç tane evin derme çatma çatılarında rastlanırdı kırmızılara. Hiçbiri kanı çağrıştırmazdı bana kendi dünyamda. Babalarının sırtlarında gezinirdi çocuklar mahalle aralarında ve çocuk olma yaşının sınırı bile çizilmezdi. Hatta büyükler bile bilirdi şekerin tadını. Korku değil oyundu çocukları köşelere sığındıran ve ben de o köşelerden birinde beklerdim ablamın koluma sarılıp çıkarmasını beni kayboluşumdan. Biliyordum. O gelmedikçe bekleyecektim o duvarların bitişiğinde ve bekledikçe duvarlar daha da büyüyecekti gözümde. Ne yazık ki gerçek dünyada her köşede kuşkulu bekleyişe mahkûm edilmiş anne, baba, kardeş, sevgili… Biri çıkarıp kafasını bir söz söylese kana boyanacak kaldırımlar. Doğan kız çocuklarına elbise değil gelinlik dikiliyor anaların elleriyle. Canavarların olduğuna inanıp geceleri annesinin koynundan çıkamayan çocuklar, canavarlaşmış insanların ellerine bırakılıyor düşünmeden. Ağlıyor, bir tokat söndürüyor yaşını, itiraz ediyor kirlenmiş eller sarıyor boğazını… Tıpkı cahiliye dönemi gibi daha yaşıyorken kazıyorlar evlatlarının mezarını. O çocuklarsa evleniyorken bile evcilik oyunu sanıyorlar yaşadıklarını.
En hayalperest masal kitabında bile eşine rastlanmayacak kadar mantık dışı sahneler dönüyor başımızın etrafında. Bu döngü kısırlaşmış bir halde sürüp gidiyor yıllarca. Yanan onca cana, tarihlerin birbiri ardına yazıldığı onca mezar taşına aldırış etmiyor insanız diye geçinenler? Arzuları şahlandıran kuralların olduğu bir dünya, çok rahat kabullenmiş bu canileri. Bu yüzden o insanların üzerine doğan güneşle aydınlatmıyorum düşüncelerimi.
Ben çocuk olmak diye bir hakkın yeşerdiği dünyada nefeslendiriyorum kendimi. O çocukların yaraları sadece dizlerindeki sıyrıklardan ibaret. Eczanelerde satılmıyor nefret ettikleri acı ilaçlardan ve gökyüzü geçilmiyor uçurtmalarından. Benim dünyamda geleceği inşa edecek başkası yok çocuklardan, gençlerden başka.. En güzel yanı da sadece salıncaklarla çıkarabiliyorum onları arşa...