Büyük şehir bunalımı

Sultandağı’nda iken Hisar Dergisi’nde aralıklı olarak yayınlanan şiirlerim özgüvenimi artırıyor, yalnızlığıma zenginlik kazandırıyordu. Şehir Kulübü’nde briç partilerine daldığım zamanlarda bile kafamda mısralar dolaşıyordu.

Abone Ol

Sultandağı’nda iken Hisar Dergisi’nde aralıklı olarak yayınlanan şiirlerim özgüvenimi artırıyor, yalnızlığıma zenginlik kazandırıyordu. Şehir Kulübü’nde briç partilerine daldığım zamanlarda bile kafamda mısralar dolaşıyordu.

Yalnızlık derken, içimde kurduğum dünyayı paylaşacak bir ortamı bulamadığımı söylemek istiyorum. Bunun yanı sıra, bekâr evini paylaştığımız meslektaşlarımla eğlenmenin, oyalanmanın yollarını da buluyorduk. Zaman zaman bohem takılmalarımız da oluyordu. Çok yakınımızda olan Akşehir o zamanlar oldukça modern ve sosyal bir şehirdi. Fırsat buldukça kaçamaklar yapıyorduk.

İl merkezi Afyonkarahisar ise kendine özgü havası ile biraz kasvet verici görünürdü bana. Afyon iline kaçamaklarımız da az sayılmazdı ama, Akşehir’in havası ayrıydı. Tiyatrolar, konserler  eksik olmazdı. Hıdırlık Tepesindeki dağ otelinde Akşehir gölüne karşı muhabbetlerimizde bazen şiir ve edebiyat da yer tutardı. Fakat içimde hep “Büyükşehir” mahşeri kaynayıp duruyordu.  İmkân buldukça bazen İstanbul’a bazen Ankara’ya gidip gelmeyi ihmal etmiyordum.

Dördüncü yılın sonunda yeni evli olarak tayinim Ankara’ya Etlik Lisesi’ne çıkıyor ve artık Başkentli oluyorum. 12 Mart Askeri Müdahalesinin sıkıyönetimli zamanlarıydı. Ankara’nın entellektüel çevreleri kültüre ve sanata sarılarak nefes almaya çalışıyordu. Sıkıyönetim havasına karşı homurdanmalar kültür ve sanat çevresindeki atmosfere karışıyordu. Hisar Dergisi en iyi dönemini yaşıyordu. Derginin birinci dereceden sorumlusu olan Mehmet Çınarlı, yayın ilkelerinden ödün vermeden yolculuğun rotasını çiziyordu.

Dergide hece ile ve serbest tarzda şiir yazanlar çoğunlukta idi, Çınarlı aruz ile yazmada ısrarlıydı. Yahya Kemal çizgisini savunur, fakat aruz veznine kendi açısından bazı yenilikler kazandırmaya çalıştığı da bilinirdi. Mesela aynı şiirde farklı aruz kalıplarını kullanmak gibi.

O sıralarda en faal kültür sanat mekânlarından biri, Sanat Sevenler derneğiydi. Derneğin kuruluşunda katkı ve destekleri olan Hisar yazarı Munis Faik Ozansoy, Başbakanlık Müsteşarıydı. Fakat Sanat Sevenler Derneği’nde ibre sola doğru hızla kayıyordu. Oradaki bazı toplantılara katılıyordum. Hisar Dergisi’nde yazdığımı bilen bazı sol çizgideki yazarlar Hisar’ı küçümsüyorlar ve bana “Sen yeteneklisin… Bu geri kafalılarla bir yere varamazsın…Hazır yolun başında iken konumunu değiştirmelisin…” gibi tavsiyelerde bulunmaktan geri kalmıyorlardı.  

Fakat ben tercihimi bilinçli olarak yapmıştım, dolayısıyla bu tür kafa karıştırmalarını umursamıyordum. Diğer taraftan “İslamcı” edebiyat çevreleri ile de temaslarım oluyordu. Onlara göre de Hisar Grubu masonikti. Benim onlar arasında yerim olmamalıydı. İşin garibi, bu kesimdeki arkadaşların tavırlarında bir kendini beğenmişlik havası hissediyordum ve bu benim için iticiydi.

Necip Fazıl ve Sezai Karakoç efsaneleri üzerinden yol alan bu arkadaşların sol çizgideki şairlere sempatileri de ayrıca yadırgatıcıydı. Necip Fazıl benim de çok takdir ettiğim bir şairdi. Onun şiirlerindeki imaj zenginliği çarpıcıydı. Türkçeye hâkimiyeti, sırıtmayan kafiye zenginliği de bir başka ustalığıydı. Fakat nasıl ki soldakiler Nazım Hikmet’i şiirlerinden ziyade ideolojisiyle öne çıkarıyorlarsa, “İslamcı” arkadaşlar da Necip Fazıl’ın ideolojik tavrına şiirinden fazla öncelik veriyorlardı. Bu arkadaşların materyalist solcu şairlere duydukları sempati ise bana göre bir çelişkiydi.

Yıllar geçecek “İslamcı” çizginin siyaset sahnesinde yer alışından sonra da sola olan sempatileri daha bir belirginlik kazanacaktı. Belirtmeliyim ki o yıllarda Türkiye solu, genelde Moskova kaynaklı akımların ürünüydü. Oradan esen rüzgârlarla nefes alıp veriyorlardı. Sovyetler Birliği’nde ateizm, devletin resmi politikaları arasında yer alıyordu.

Afyon’da bulunduğum sırada Öğretmenler Sendikası lokaline uğradığım bir ramazan bayramı sonrasıydı. Sendikaya gelen kutlama mesajları, girişteki duvar yüzeyinde sergilenmişti. Bunlardan birisinde aynen şöyle yazıyordu: “Böyle gereksiz bayramların bir gün son bulacağına inanıyorum.” ilginçti. Toplumu kurtarmak adına mücadele ettikleri iddiasında olanlar, toplumun temel değerlerine saldırmayı hiç ihmal etmiyorlardı. Bu da gösteriyor ki Türkiye’de solculuk bir yabancılaşma ve yabancılaştırma akımı olduğu görüntüsünü sergilemekten geri kalmıyordu. Zaten yabancı kaynaklıydı.

Türkiye’nin kendi toplumsal yapısından doğan bir sol yoktu… Her şeyde olduğu gibi bunda da istisnalar olmadığı söylenemezdi… Ama istisna işte…

“İslamcı” dostlarımızın çelişkilerini ben kompleks olarak yorumluyordum. Çağdaş görünüm sergileme havasının altında, üzerlerindeki “Gerici” nitelemesini silme gayreti seziyordum. Öte yandan idolleri olan Necip Fazıl’ın hiç böyle tutumuna rastlanmaz. Sol karşısında ödünsüzdü. Burada yeri gelmişken çok beğendiğimi söylediğim Necip Fazıl’ın da farklı bir çelişkisinde söz etmeliyim.

Hatıralarını naklettiği “Babıâli” kitabında Necip Fazıl, Yahya Kemal’le bir karşılaşmasını anlatır. Yahya Kemal’in kendisinin bir şiirini beğendiğini ifade etmesini nakleder. Yahya Kemal’in bu takdirini iftiharla dile getirir ve şiir gücünün referanslarından biri olarak kullanır. Oysa Necip Fazıl’ın genel tavrına baktığımızda Yahya Kemal tavrına hep dudak büktüğünü görürüz. Ama işte gel gör ki Yahya Kemal’in kendisini takdir etmiş olması Necip Fazıl’ın kaleminden bir referans olarak karşımıza çıkar.

Buna benzer ince çelişkileri Yahya Kemal ile Ahmet Haşim arasındaki çekişmeler arasında da yakalayabiliyoruz.

Ankara’nın o yıllardaki beton ağırlıklı havasından hoşnut olmamıştım. Ayrıca büyükşehirdeki insan ilişkilerinin taşra şehir ve kasabalarına kıyasla soğuk bir havası da vardı. Bayburt, Erzurum, Sultandağı gibi, birebir dostlukların, sıcak ilişkilerin yaşandığı ortamlardan sonra şimdi sakinlerinden olduğum bu şehirde içten içe bunalımlar yaşıyordum. Taşra içtenliğini özlüyordum.

Günün birinde bakanlığa gittim, taşrada bir okul müdürlüğüne talip oldum. Bakanlık Başmüşaviri Şair Coşkun Ertepınar’ın araya girmesiyle Erzincan Ellinci Yıl Ortaokulu Müdürlüğü’ne atamam yapıldı. Eşimin de tayinini yaptırmak için girişim başlattım. Fakat eşim bu Erzincan işine muhalefet ediyordu.

Oğlumuz Gültekin iki yaşındaydı. Erzincan isteği bende pek rastlantı sayılmazdı. Bayburt’taki köyümüzün dağlarından yaz aylarında Erzincan’ın karlı dağlarını seyrederdim. Hani Dranas’ın şu “Fahriye Abla”sının gelin gittiği, dağları karlı Erzincan’ı…

Yaz tatiliydi Erzincan’a gittim, havayı yoklamak istedim. Fakat anladım ki artık küçük şehirde de kolay kolay huzur bulamayacağım. Ben artık ne büyükşehirli ne küçükşehirli olabiliyordum. Ankara’ya döndüm, tayini iptal ettirdim. Artık büyükşehir çıkmazını şiirlere yansıtarak, edebiyatın olumsuzluklardan güzellikler üretme işlevini keşfetmiş olacaktım. “Akşamla Gelen” ve “Çağ Sürgünü” kitaplarımda bu ruh halimin ürünleri yer alacaktı. İşte onlardan biri:

Koca yıldız

Şehirler büyüttüm ninnisiz, türküsüz,
Senden ayrılalı ey koca yıldız
Unuttum hüznünü uzaktan sevmelerin,
Kalmadım bir dem bile sen gibi yalnız
Bulvarlar açtım gecesinde renk renk,
Işıklar sıralayıp göz kamaştıran
Unuttum hasta şarksını mehtabın,
Vardım ay katına ay bana hayran


Niyetim var seninde çöllerinde gezmeye
Köhne bir dağ başında söylenirdi adın,
Çoban mıydı, Ülker miydi koca yıldız,
Bir masal tutturmuştum gönül diye
Dinlerdim tepeden tırnağa akılsız

Ben bu yaşlı dünyanın çağdaş evladı,
Gökdelen ormanlarında sayılarla söyleşen,
Secde ettim mantığıma makineler alkışladı
Arıtıp binlerce yıllık türkülerinden,
Pazara sürdüm ruhumu arzular üzerinden

Sıyrıldı menekşe üslubundan,
Ağaç-kakan misali gülüşen kızlar,
Ne Leyla ne Şirin ne Aslı soyundan…
Bir gerdanlık taşında cümle yıldızlar

Hayli zaman olmuş bakışmayalı,
İliştin gözüme nasılsa birden,
Ürkektin yine eski güzeller misali
Titredi bir an gönlümün,
Henüz çelişmeyen bir teli

Sarı yıldız, mavi yıldız, koca yıldız,
Çoban mıydı, Ülker miydi adın?
Neyedir, direnişin böyle yalnız?
Nerden, çıktın karşıma apansız?
Granitlerle çevrili huzurumu kaçırdın…

Aralık 2012

Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...