Bu toprağın çocukları

Abone Ol


Bir milletin kimliği, onun tarihsel hikâyesiyle ilgilidir. Türklerin tarihsel önemi, kurdukları devletlerin sayısıyla değil, inşa ettikleri medeniyetin zenginlikleriyle, insani ve kültürel gücüyle, evrensele açılan kıymetleriyle, emperyal vizyonuyla, “insanlığın en büyük barışını” kuran son büyük imparatorluğuyla anlaşılabilir.

Başbakan Davutoğlu’nun, Türkiye’nin “dini cemaat temsilcileriyle” yaptığı toplantıya katılırken merak içinde olduğumuzu söylemek durumundayım. Heyecanım Türk Devleti’nin Başbakanı’nın gayrı-müslim cemaat önderlerine nasıl baktığı değil, bu liderlerinin bakış açısı ile ilgiliydi. Başbakan’ın yazdıklarını okuyan, bugüne kadar konuşmalarında, davranışlarında ortaya çıka tavrı anlayan herkes, O’nun bu toprağın insanlarını kuşatan, onları içinden kavrayan “anlayıcı tavrını” zaten bilmektedir.

Biz olmak

Bu ülkenin tarihinde, kültüründe, yaratığı medeniyet sentezinde ortaya çıkan değerin, bütün farklılıkları bir arada yaşatan, birlikte yaşamaya, farklılıkları yok etmeden, tahrip etmeden “birleşik bir hayat tarzı” üretme gücü olduğunu gösteren birçok örnekten söz edebiliriz. Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra takip ettiği politika, II. Bayezid’in İspanya’da katliama uğrayan Yahudileri Türkiye’ye davet etmesi, camilerle kilise ve havraların yüzyıllar boyu bir arada olmaları tarihten günümüze uzanan örnekler olarak hatırlanabilir.

Aklıma değerli yazar Orhan Miroğlu’nun naklettiği olay geliyor: “İsveçli grup, yeni inşa edilmiş Göteborg Camii’ni yakmak için saldırıya hazırlanıyormuş. Abrahan Şemun ve eşi Verde, Süryani cemaatinin dernek yöneticilerini, dini önderlerini toplamışlar, boyunlarında haçları, grubun önüne dikilmişler, ’gördüğünüz gibi, biz sizin dininizdeniz ve bu insanları tanıyoruz, Müslümanlar bizim kiliselerimize zarar vermiyorlar Türkiye’de. Siz onların camilerini neden yakmak istiyorsunuz?’ diye haykırmışlardır” bu bağlamda düşünmek gerekir.

Cemaat liderlerinden birinin Başbakan’a “Çözüm Süreci ile sadece Güneydoğu’da yaşayan insanların değil, bütün insanlığın dualarını alıyorsunuz, dualarımız sizinle” derken bu ülke insanının bilincinde yaşayan iki önemli hassasiyet dile gelmiş oluyordu. Biri, barışı kurma, kan dökülmesini durdurmanın sevinci; ikincisi ise, bu ülkenin çektiği acılardan duyulan “ıstırabın ortak olması”dır.

Ortak vicdan

O toplantıda resmiyetten uzak, kendilerini bu ülkenin, “bu toprağın çocukları” olarak gören insanların samimi konuşmaları, problemlerini ortaya koyarken de, Türkiye’nin diğer sorunlarına ilişkin görüşlerini açıklarken de her haliyle ortaya koydukları tavır “birlikte varoluşun ve birlikte bir gelecek tasavvurunun” inşa edildiğini gösterecek düzeydedir.

Bugün, Türkiye’nin Suriye-Irak politikalarını anlamayanların en önemli sorunu, bu kültürel/ tarihsel birikime yabancılaşmış olmalarıdır. Önce bu duygusal/ kültürel anlam dünyasını kavramak gerekir. Bugünkü Türkiye’nin “dünyanın en büyük yardım organizasyonunu” gerçekleştirdiğini görmek, bu açıdan önemlidir. Belki de insanlığın tarihinde ilk defa bir ülke, kendi devletlerinin katliamından, zulmünden kurtulmak üzere kaçan 2 milyon insana kucak açmaktadır. 21. Yüzyıl’ın başında, böylesine büyük bir insani felaketi yaşayan bu insanlara karşı, insan olmanın gereği olarak gösterilen bu hassasiyeti dünyada herkes esirgerken bu ülkenin böylesine bir fedakârlık yapmasını anlamayanlara söylenecek bir şey yoktur.

Birleşmiş Milletler, diğer uluslararası kuruluşlar, diğer ülkeler, Batı nerededir? Bu aşamada Türkiye’yi eleştirenler, bir insanlık sorunuyla karşı karşıyadırlar. Dini cemaat liderleri toplantısında bu tavrı anlayan, paylaşan, katılan bir duygu hâkimdi. Bu ülkenin insanları ekmeklerini herkesle paylaşırken, ekmeklerinin azalacağını değil, insanlık ve vicdanlarıyla büyüyeceklerinin bilincindedirler.