Bu Galogil, o Galogil değil…

Abone Ol
Yıl 1983, 12 Eylül şerrinden kaçıp sığındığım Sarıkamış’tayım, muhasebe bürosu açmışım, geçinmeye, tutunmaya uğraşıyorum.

Katma değer vergisinin olmadığı yıllar o yıllar, aylık beyannameler yok gibi, defterler de Mart ayı olan beyanname ayında işlenip beyannameye aktarılıyor. Ne varsa o ayda, ondan sonra 11 ay yat kulağının üstüne… 
Böyle bir Mart ayında, uzun sakallı, şalvarlı bir Kürt vatandaş geliyor büroma. Adını şimdi hatırlamıyorum fakat lakabı çakılmış belleğime: “Hacı Galo”.

Koyuyor önüme bir tomar alış faturası, çoğu Gaziantep’ten alınmış, diyor ki: “Bunları toplayaceksin, Allah birdir zerar etmişim, ona göre de fatura keseceksin, herkes ne veriyor, ben sene 3 mislini vereceğim…”

Kuşkulanıyorum, “Hacı sen bunları bırak istersen bana, ben bir bakayım, bir saat sonra uğra cevabımı vereyim olur mu?” diyorum.

“Olur” deyip gidiyor.

Mal Müdürünü arıyorum telefonla. Galo’yu soruyorum, aslında denmez ama bir hafta önce bir başka konuda tartışmışız, korkuyor benden, söylüyor gerekeni: “O incelemede… Antep’te o kadar fatura kesip sağa sola satmış ki, her yerden fatura fışkırıyor, çok sahtekâr herif o, içeri de atarlar onu… Hayrola niye soruyorsun?”

Söylüyorum nedenini. “Sen yap işini, al paranı” diyor.

Hiç yapar mıyım, hiç alır mıyım? Galo geliyor bir saat sonra def ediyorum başımdan.

Sonra o Galo’nun köylüleri, Galo ve sülalesinin yaptıklarını anlatıyorlar, yahu tam şer ve bela imişler. Esin kaynağı oluyor bu bana, oturup Galogil’i yazıyorum. “Saman O Yana Buğday Bu Yana” adlı kitabıma da aldığım o şiir şöyledir:

Ot yüzünden, it yüzünden, fark etmez
Hırlaşmaya hazırdırlar Galogil
Şerlerinden korunmaya güç yetmez
Çene durmaz, dırdırdırlar Galogil

Hayın Gırdan gibi bakarlar
Kaza çıkar ellerinden sakarlar
Jandarmanın gölgesinden korkarlar
Adliyede cazgırdılar Galogil

Mahpushane, hastahane mezarlık
Girmeyene, çıkmayana nazarlık
Kan davası, kan parası, pazarlık
Yüklü para sızdırırlar Galogil

Zorba ulu orta adam dövdükçe
Halk onları korkusundan övdükçe
Densiz Gürbüz, şiir yazıp sövdükçe
Kuyusunu kazdırırlar Galogil

Bu şiiri yazarken, ata yurdumuz, Bayburt Demirözü’de de bir Galogil ailesi olduğu hiç aklıma gelmemişti. O kitabım çıktı, bir süre sonra ummadığım bir tepki ile karşılaştım. Tepki annemden… Okumuş bu şiiri bana verip veriştirmeye başladı:

-Sen Galogil’e iftira etmeye utanmıyor musun? O dediklerinin hiçbirisi Galogil’de yoktur. Onlar namuslu terbiyeli, dürüst insanlardır. Hem sen çocuk yaşında çıktın Demirözü’nden Galogil’in neyini bilirsin ki?

Haydaa… Ayıkla şimdi pirincin taşını:

-Yahu anne, bu Galogil, o Galogil değil, buranın bir köyünde Hacı Galo var, ben onlara yazdım…

İnanmıyor annem:

-Bak şimdi de beni kandırmaya uğraşıyorsun… 
-Anne vallahi burada da Galogil var…

Kardeşlerimi tanık gösterdim de annem zar-zor inandı.

Evet Demirözü’ndeki Galogil… Onlar elbette iyi insanlardılar, ben tam bilmesem de annemden babamdan onca anı dinlemişimdir onlara dair. Ben de çocuk yıllarımdan hatırlıyorum, dedemlerin evlerinin üst tarafında idi evleri. Galo Dayı, köyde güzel giyinenlerden biri idi. Bir de dövüşken bir mandaları vardı “Galogilin gırdan” derlerdi, meşhurdu. Galo Dayı’ya ilişkin bir anıyı da yazmışımdır Haber 69 Dergisi’nin Ocak 2013 sayısında yayımladığım o şiirimde:

DEMİRÖZÜ HARMANLARINDA OYUN ÇIKARMALAR

Elektrik yok o yılların Demirözü’nde
Yedi ve on dört numara gaz lambalarını bulanlar bile parmakla gösteriliyor  
Lüks lambası ise lüks işte adı üstünde 
Varsıl evlerde yanabiliyor.
Radyo birkaç evde ve köy kahvesinde
Televizyon dersen o daha dünyaya gelmemiş bile.

Yani dememiz o ki, 
Gecelerde boş zaman geçirmek için 
               Özel yaratıcılıklar gerek.

Kış gecelerinin eğlenceleri belli de 
Yaz gecelerinde eğlence kimsenin aklına gelesi değil.
Harman zamanında eğlenmek olmaz
Güz bekleniyor düğünlerde kurt dökmek için.

Fakat gençler gündüz çok çalışsalar da 
İlk akşamdan düşüp yatamıyorlar
                Kanları kaynıyor.
Mutlaka bir oyun çıkarmalılar
Köylünün diline destan olacak.

İşte bu gece gençler 
                Bu amaçla 
                       Kurmuşlar müşavereyi.

-Altuna’nın Mustafa harmanda yatıyor
Gidip onun ayağına ip takıp çekip sürütelim
-İyi de mutlaka silahı vardır onun
Hangi babayiğit o ipi o ayağa takmaya yeltenir ki?
“Ben takarım siz çekin” diyor Cavat.
Öyleyse haydının harmanlara!
Varıyorlar, Cavat yaklaşıyor sessizce Altuna’nın yatağına
Yorganı aralıyor 
               Takıyor ipi
                     Atıyor ilmeği
İşaret veriyor çeksinler diye.
Çekiyorlar bir kadın çığlığı kopuyor
               Sonra bir silah sesi.
İpi atıp koşuyor gençler her biri bir tarafa
Yarım saat sonra yine bir araya geldiklerinde 
Cavat’a soruyorlar:
-Vola poh yiyen, nerye bağladın o ipi, ne ettin ele?
-Yavu ben ne bülüm!
Karısını da getirmiş onunla yatıyormuş bu gece
İpi onun ayağına bağlamışım o karanlıkta.

E peki ne olacak, bu gece bir oyun çıkmayacak mı?
Çıkacak, çıkmalı
Galo Dayı da harmana sermiş yatağı
Sermiş ya onun harmanında 
Harman makinesi çalışıp durmaktadır lüks ışığında
İki de bir uyanır, bağırırmış oğullarına torunlarına
İyi çalışsın, kaytarmasınlar diye.
Galo’yu kolladılar, iyice daldı
Daldılar yatağın dört ucuna dört güçlü delikanlı 
               Sıkıca kavradılar.
Yatakla Galo’yu götürüyorlar
Birkaç kilometre ötede ki Hardışı Köprüsü’ne.
Operasyon büyük bir sessizlik içinde sürdü
Galo’yo köprünün üstüne yatırdılar
Pusuya yatıp izlediler bir süre
Galo uyanıyordu arada bir kendini harmanda sanıp
              Bağırıyordu yine aile bireylerine 
                         Kaytarmasınlar diye.
Sabahsa tam uyandı, durumu gördü
Yatağı sırtına vurdu
Söve söve Demirözü’ne geldi.
Araştırdı bunu yapanları 
Gidip babalarına “uşahlarıza terbiye verin” dedi.
Gelgelelim köy çalkalanmakta
Anlatıp anlatıp gülmekte herkes.
Galo Dayı’ya da mahsustan sormaktalar
“Galo Dayı seni o körpüye kim götürüp goymuş?” 
Kahkahalar kopuyor uyaklı yanıtına:
“Kor’un fırtıklısi
Hoca’nın cıldiklisi
Şevgı’nın pırtıklısi
Ehmet’in poççuklusi”

1993 yılında babama akciğer kanseri tanısı konuldu, kemoterapi tedavisi görmeye başladı. Biz moral vermeye çalışıyorduk ama o öleceğini anlamıştı. Vasiyet etti.

-Beni burada bırakmayın, köye (Demirözü) götürün, babamın yanına defnedin.  

Öyle yaptık, aldık Sarıkamış’tan yaklaşık 200 km ötedeki Demirözü’ne götürdük. İki gün de kaldık orada. Erkekler “Toplanma yeri” denilen bir salonda oturduk, herkes oraya başsağlığına geldi. Kadınlarsa dededen kalma evde (amcalarımın oturduğu evdi o zamanlar)… Her iki tarafa da üç öğün yemek geliyor. Bu yemek işi organize ediliyor muhtarlar ve komşular tarafından. Gönüllü varsa onlardan geliyor (genellikle oluyor gönüllü), yoksa sıradaki kimse o bu işi üstleniyor.

Kadınlara sabah kahvaltısını komşumuz Galogil üstlenmişler.

Annem çok titiz bir kadındır, kimseyi kolay kolay beğenmez, eskiden otobüs yolculuklarında mola yerlerinde, bardaklar pistir diye çay içmez, suyu da kendi bardağı ile içerdi.

Döndükten sonra Galogil’in çıkardığı sofrayı öve öve bitiremedi annem. Tabii o sofra annem için gelmiş, onu da belirteyim, onu özellikle demişler Galogil. Annem şiirimi de ima ederek şöyle diyordu bana:

-Hele Galogil’in gelinin çıkardığı sofrayı o temizliği, düzeni, tertibi göreydin… Galogil öyle insanlar işte… Bir de Kısanta’da utanmadan derdiler ki “Kızılbaşların evleri pistir”…

Evet, böylece Galo işini düzeltmiş oluyorum… Demirözülü Galo Dayı’nın torunu sevgili Serdar Eslek’e ve tüm Galogillere selam ediyorum bu vesile ile