Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine neredeyse her şey yazıldı, her şey söylendi ve her tartışma yapıldı. Bu konudaki fikirlerimizi, düşündüklerimizi kamuoyuyla paylaşma fırsatı bulduğumuz için, doğrudan doğruya seçim sonuçlarını değil, bu sonuçları hazırlayan şartları, oluşturan sebepleri analiz etmeye ihtiyaç bulunmaktadır.
Türk siyasal hayatındaki “tarihsel bölünme eksenleri” hâlâ neredeyse bütün seçimleri belirleyecek bir işleve sahiptir. Bu bölünme eksenlerini genel olarak iki çerçevede kategorize edersek, birincisinin “yerli kültür, muhafazakâr değerler ve bu perspektifte bir gelecek tahayyülüne”dayandığı söylenebilir. Diğer eksende yer alanlar ise, Türkiye’nin Batılılaşmacı kadrolarının, yerli kültürü tasfiye etmeye yönelenlerin, Batıcı ideolojisinin kapsamında yer alanlardır: Otoriter laiklik, Batı’ya öykünme, halkın inançlarına ve kültürüne duyulan tepki, halkı yetersiz, cahil gören anlayış… Tahmin edileceği üzere bu anlayış, siyaseti halkı değiştirmek üzerine kurmuştur. Bunun imkânsız bir proje olduğu ortadadır. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı “sosyoloji”diye bir bilim olmaz, bunun yerine “toplum mühendisliği” diye ucube bir şey olurdu.
Siyaset ve yerlilik
Bu seçimde, esas olarak CHP ve MHP ilk defa bu ikinci eksende buluşma denemesi yaptılar. Burada sorun MHP’nin “tarihsel kimliğinin” Batıcılık değil, yerlilik ve millilik ekseninde oluşmuş olmasına rağmen, CHP ile işbirliği yapmayı tercih etmesidir. Bu tercih, parti politikası olarak kararlaştırılmış olmasına rağmen, partinin dayandığı çeşitli toplumsal grupların bunu benimsemediği görülmüştür. Esas itibarıyla, matematiksel olarak iki partinin oylarının toplamı üzerinden yapılan hesap, sosyoloji tarafından bozulmuş, tutmamıştır.
Burada sorun çatı adayının kişiliği değil, “CHP ile ittifak” yapılmasıdır. MHP kendi tarihsel çizgisi ve toplumsal tabanının ikinci kez gerisine düşmüştür. Aynı şeyi, CHP açısından bakıldığında da görmek mümkündür. Çatı adayın “muhafazakâr şahsiyetine” duyulan tepki,CHP için sorun olmuştur.
Türkiye’nin “kültürel olarak yerli, milli” – “Batıcı, Kemalist” gelenekleri arasındaki çatışma aslında doğrudan doğruya demokrasiyle ilgili bir sorundur. Türk toplumu modernleşme yolunda ilerledikçe toplumsal farklılaştıkça, sivilleştikçe, sınıflaştıkça daha fazla demokrasi talep eden, bir süreç yaşanmaktadır. Bu ise Batıcı – Kemalist otoriter siyaset anlayışının karşısında, yerli milli unsurların taleplerinin siyasal olarak güçlenmesi ve demokrasinin “muhafazakâr-geleneksel kitleler” tarafından bir hayat hakkı olarak benimsenmesine yol açmaktadır.
Tarihsel çelişki
Türkiye’nin devlet yapısının “kendi halkına karşı örgütlenmiş” niteliği, tek partinin kuruluş sürecinden, özellikle 27 Mayıs rejimiyle tahkim edilerek, bütün müdahale ve darbelerle katı ve bağnaz bir “otoriter anlayış” üretmiştir. Bunun devletin muhtelif kurumlarına yansıması ve o kurumların kimlikleriyle devlet kadrolarının özdeşleşmesi “bürokratik tahakküm geleneğinin” sürekli olarak kendisini üretmesine imkân vermiştir.
Demokratikleşme yönünde atılan adımlardan sonra, 2010 Referandumu bu antidemokratik siyaset geleneğinin dönüştürülmesi için çok önemli bir aşamayı teşkil etmiştir. O günden sonra yaşananlar ise artık o eski yapının “bütünüyle tasfiye edilmesi” zorunluluğunu ortaya çıkaracaktır.
Cumhurbaşkanının, doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi yönünde yapılan değişiklik bu yapının değişimi için nihai bir imkân oluşturmuştur. Bugün Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan, bu meselenin bilincinde olarak “devlet ve millet arasındaki tarihsel çelişkileri” ortadan kaldıracağını, kendi üslubuyla ifade ederken, aslında Türk demokrasisinin önemli bir dönemeçten geçtiğini belirtmektedir.