Bizim kuşak çocukluğumuzu, günümüz çocuklarına göre taş devrinde yaşadık sanki. Çoğumuzun ilkokula gitme şansı bile yoktu. Ya da ilkokula gitmemiz tamamen rastlantılara bağlıydı.
O yıllarda, özellikle bizim kasabamız gibi birçok yerde, çocukları yazdırmak için ana babaları okula gitmezdi. “Başmuallim” denen okul müdürleri, ağustos ayında öğrenci kütüklerini kollarının altına kıstırarak sokaklarda gezer, evlere girer; belirlediği, yakaladığı(!) çocukları hemen okula yazarlardı. Çoğu kez ana-babalar müdürlerin gezmesini bekler, kayıt çağı gelen çocuğunu onun yanına getirerek okula yazdırırdı. Ama uyulan tek şey vardı; yaşı, okula başlama yaşına uygun olmalıydı. Ancak çoğu çocuğun kimliği, yani “nüfus cüzdanı” çıkarılmamış olabilirdi. O zaman geçerli olan ana-babanın açıklaması ya da çocuğun boyu posuydu. Çocuk kütüğe yazılır, daha sonra kimliği çıkarılırdı. Bunda bile gecikmeler olur, çocuk ilkokulu bitirdiğinde verilecek diplomanın düzenlenmesi için zorunlu olarak kimliği çıkarılırdı. Kısacası, bizlerin çoğu, ilkokula başladığımız gün, vatandaş olurduk! Ama babam bu konuda çok titizdi. Tüm çocuklarının doğum gününü, evdeki Kuran-ı Kerim’inin -Şimdi nerede acaba?- arkasına hemen yazmıştır. Elbette en kısa zamanda da çocuklarının kimliğini düzenlettirirdi.
Okullara kayıtta yaş kadar, dış görünüm de önemliydi. Çoğumuzun yaşı ile dış görünümü bir biriyle uyumlu olmayabilirdi. Örneğin biz erkekler, çocukluğumuzda, beş altı yaşına kadar entariyle de gezebilirdik. Çünkü özellikle kız çocuğu olmayan aileler, erkek çocuklarının saçlarını uzatma, onları ara sıra entari ile gezdirme eğilimindeydi. Üstelik entari ile gezdirmenin hem çocuğa hem de ailelere sağladığı yararlar da vardı. Rastlantı bu ya, mahallemizdeki okulun müdürü, öğrenci avına(!) çıktığı gün ben de evin bahçesinde entari ile oynuyordum. Anama, kaydedilecek çocuk olup olmadığını sordu. “Yoktur” yanıtını alıp, bahçeden çıkarken beni gördü. Anamın karşı çıkmasına, benim de mızıklamama karşın -çünkü okulun ne olduğunu tam olarak bilmiyordum- “Boyu yeter bu çocuğun!” diyerek kaydımı yapıverdi. İşte o gün, geleceğimdeki tüm başarısızlıkların acımasız kaynağı oldu. Yaşamımda boyumun uzunluğundan kaynaklanan en önemli yıkım o gün başladı.
Anam karşı çıkmıştı, çünkü daha 5 yaşına bile girmemiştim. Ara sıra anasının doyurduğu, entariyle gezen, evden ayrılmayan bir çocuktum. Tüm dünyam evimin bahçesiydi. Ailemin, özellikle de annemin ve evin tek kızı olan ablamın koruyucu kanatları altındaydım. Onların olmadığı bir ortam, benim için pek güvensiz, hatta ürkütücüydü. Ailedeki yerimi daha belirlememişken, dış dünyayı tanımamışken oradan ayrılmak çok korkunçtu. O dünya bana o denli yabancıydı ki, okulun ne olduğunu bile tam olarak bilmiyordum. Benim bildiğim okul, babamın önemsediği ama ağabeylerimin sevmedikleri, sık sık oradan kaçtıkları için azarlandıkları bir yerdi.
Okula ne için gidildiğini de bilmiyordum. Ben oraya niye gidecektim ki? Anam ya da ablam benimle birlikte oraya gelecekler miydi? Onlar gelmezse ben ne yapardım? İşte bu ve benzeri sorular çocuk -hatta bebek- aklımda uçuşup duruyordu. Tüm bu sorulara karşın okula kaydım yapıldı. Acımasız öğrenci avcısı(!) başmuallim öyle gerek görmüştü. Çünkü çok iri bir çocuktum. Sağlıksız bir irilik değildi bu… Boyum uzun, kemiklerim kalındı. Hantal olmayan bir şişmanlığım vardı. İri vücudum, hareketlerimi kısıtlamıyordu. Hareketli, diri ve yaşıtlarımdan daha sosyaldim. Demek ki her yönümle üst yaş gruplarının içinde yer alabilirdim. Çevremdekiler böyle görmüşler ve benim idam fermanımı imzalamışlar; yapacak bir şey yoktu…
İşte ilkokul serüvenim böyle başladı. İlkokulun ne denli zor, ilkokul çocuklarının ne denli acımasız olduğunu kısa zamanda öğrendim. Okulun ilk iki yılı karanlık… Aklımda kalan tek şey Meliha öğretmenin, bana anam gibi davrandığı ve ara sıra evimize gelerek anamla konuşmalarıydı. Öğretmenin bize gelmesi beni çok mutlu ederdi. Bunu arkadaşlarıma ballandıra ballandıra anlatırdım. Çünkü her biri benden en az 1,5 yaş büyük olan bu canavarlara tek üstünlüğüm buydu: Meliha öğretmen sık sık bize gelir… Meliha öğretmenle bizi birbirimize bağlayan önemli bir sırrımız daha vardı; her gün ikinci dinlenmede beni eve gönderirdi. Neden gönderdiğini bir ben, bir anam, bir de Meliha öğretmen bilirdi. Öğretmenim gönderince koşa koşa eve gider, yalancı emzik alışkanlığıyla anamı emer ve yine yalancı bir doyum içinde okuluma dönerdim… Bu oyun birinci sınıfın ilk yarı yılı boyunca sürdü. Anam, ben ve öğretmenim, sırrımızı yıllarca sakladık…
Beni Meliha öğretmene bağlayan öğelerden en önemlisi buydu. Eğer bu olay olmasaydı, anamın yokluğu sanırım beni okuldan uzaklaştırırdı. Hele ikinci anam olan Meliha öğretmenin koruyucu sıcaklığı olmasaydı kesin okula gitmezdim. Bu nedenlerle Meliha öğretmenimin yaşamımda çok önemli bir yeri oldu her zaman. Okula uyum sağlamama yarayan bir özelliğim daha vardı: yaramazlık; hatta çevremdekileri bezdiren bir yaramazlık…
Çocuklar arasındaki yaş farkı çok önemli. 5-6 ay yaş farkı bile bir uçurumdur. Bu uçurum hem güç hem de algılama bakımından derinlik oluşturur. Yarım yaş büyük olanın algılama ve anlatım becerileri daha çok gelişmiştir. O, altı ay farkın kazandırdığı deneyimler bile çok önemlidir. Sınıfın yaşça en küçüğü bendim. Herkes; öğretmenler, öğrenciler, sınıf arkadaşlarım bile bana bebek gözüyle bakardı. Oyunlarına zorla girerdim. Almadıklarında iri bedenimi kullanmaya çalışır, olmadı herkesin nefret ettiği bir şey yapardım: Meliha öğretmene yakınırdım.
İstemeye istemeye oyuna alırlardı. Sınıfta gerçekleştirilen her yaramazlıkta yer alırdım: okulun salonlarında koşturur, onun bunun -özellikle de kızların- önlük bağlarını çözer, çantalarına kar doldurur, ortam uygunsa çaktırmadan sırtına vurup kaçardım. Altından kalkamadığım her türlü davranış karşısında bas bas bağırarak ağlardım. Bu nedenle arkadaşlarımın çoğu benimle çekişmekten, kavga etmekten kaçınırdı. Ağlamam yetmezse okulun 4. sınıfında okuyan ağabeyim var; hemen üst kata çıkar ona arkadaşlarımdan yakınırdım. O zavallı da istemeye istemeye olaya karışır ve zoraki beni savunurdu. O kadar yaramaz ve gözü kara davranırdım ki, okulun en belâlılarına bile sataşmaktan kaçınmazdım. Hiçbir şey yapamasam bile karşısına geçer, dilimi çıkarır kaçar, en yakın öğretmenin arkasına saklanırdım.
Tüm arkadaşlarımın arkasına sığındığı bir kişi daha vardı: Koto… O bizim koruyucu başkomutanımızdı. Hiçbirimiz onun koruyuculuğundan yoksun değildik. İçten ilişkileri olsun ya da olmasın, ondan yardım isteyen herkes, onun arkasına sığınıp kendini okulun belâlılarından koruyabilirdi. Onun okula geldiği gün herkes kendini güvence altında hissederdi. Koto, oylumlu anlamına gelen yöresel bir sözcüktü. Oylumlu olması gerektiği kadar kabadayı davranışlı ve güçsüzün yanında olmayı da gerektiriyordu kotoluk. Bizim kotonun, ikinci özellikleri tamamen taşımasına karşın, ilk özelliği taşıdığı şüpheliydi. Öncelikle kısa boyluydu. Ama tonton bir görünüşü vardı. Kısa bacaklı ve boyunluydu. Gövdesi yuvarlakçaydı. Ama o bizim için tam bir kotoydu. Üstelik onunla benim aramda çok önemli bir ortak yan daha vardı: ikimizin ağabeyleri çok iyi arkadaştılar. Ben ağabeyimi her yardıma çağırdığımda, onun ağabeysi de benim elimden tutar, kışkırttığım kişi ya da kişilerin üzerine ağabeyimle birlikte yürür, onları korkuturlardı. Ben ve arkadaşlarım Koto’nun koruyuculuğuna o denli alışmıştık ki aradan yıllar geçtikten sonra bile yaşamımızda başka Kotolar arar olduk…
Bu alışkanlıktan, kendi kişiliğimizi olgunlaştırarak kurtulabildik. Kim bilir, belki kurtulamayan da olabilir…
İşte o iki yıldan aklımda kalanlar bunlar… İyi ki bunları unutmamışım. O günlerin ne denli renkli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ha, bir şey daha anımsıyorum; bizim sınıfın hemen hemen tümü ilk yıl en az bir kez altına kaçırmıştı. Altına kaçıran koşa koşa eve giderdi. Eve gidenin arkasından tümümüz katıla katıla gülerdik. Sanki kendimiz kaçırmamışız gibi… Hey gidi günler, hey!..
Eylül 2012
Editör: Yazar Ali Kemal Temuçin'in anılarını içeren yazı dizisinin devamı için lütfen tıklayınız...