Bizim Fotoğrafhane

Abone Ol
Kırmızı zemin üzerine, iri mavi gölgeli beyaz harflerle “Foto Bayburt Ahmet Kızıltuğ” yazılı levhası vardı bu dükkânın. Babamın fotoğraf atölyesi idi.

Babam, 1322'de (1906) Trabzon’da Ortahisar’da doğmuş. Babası, Karapapaklar’ın Besimzâdeler koluna bağlı, Âşık Ferhat Efendi, Annesi, Batum’lu  Çavuşoğlu Mehmet Kaptanın Kızı, Mollakadın Hanım. Dört Erkek, bir kız kardeşlerin en küçüğü. 9 aylık iken annesini kaybetmiş, babası tarafından büyütülmüş. I. Cihan Savaşı'nda Trabzon Ruslar tarafından denizden bombalanınca, evleri isabet almış, Ortahisar semti tamamen yanmış. Meydana gelen boşlukta sonradan Atapark inşa edilmiştir. Âşık Ferhat Efendi Çocuklarını alarak, yürüyerek Samsun’a ulaşmışlar. Çarşamba civarında Ağabeyi 16 yaşındaki Talât’ı kaybetmişler, Samsun’da da 10 yaşındaki Ahmet, babasını kaybetmiştir.

***

Levhanın sağ alt köşesinde küçük bir 'e' harfi işlenmişti. Aynı zamanda Bayburt Nüfus Memuru olan Emin Beyin, yazdığı dükkân levhalarına koyduğu semboldü bu küçük 'e'. Bu Emin bey, 1935'te benim nüfus tezkeremi tanzim ederken, bütün 'ı'ları 'i' yapmıştı. Eski Türkçe elifba alışkanlığı veya Karadenizli şivesiyle konuşma alışkanlığı dolayısıyla olmalı. Ancak cüzdanlar, kaldırılıp yeni hüviyetler dağıtılmaya başlanınca adımı ve soyadımı, 'i'den kurtarabildim ama bu sefer de bizim 'ı'lar, Almanya’da katıldığım meisterskurs kurumunda yeniden 'i'lendi. Daha sonra internetin hışmına uğradım. Orada Firat Kiziltug oldum yeniden.

Dükkânımız Bayburt Cumhuriyet Caddesi'nde tam Yeni Cami'nin karşısındaydı. Arkaya da kapısı vardı. Bu kapı Çoruh Nehri’nin rıhtımına açılırdı. Babam, yalnız mangalda kömür yaktığı zamanlar bu kapıyı açardı. Kömürler iyice yandıktan sonra mangal içeriye alınırdı. Yoksa yarı yanmış kömür insanı vurur hastanelik ederdi. Babamın başından böyle bir olay geçmiş. Eski Türkçe ile yazdığı defterlerinde hikâye ediyor. Bu mangalın üzerinde kışları sürekli bir demlik kaynardı. Tarçın çayına babam, havlucan, Bayburt’ta (helvincan derler) zencefil katar, hem bana içirir hem de misafirlere ikram ederdi
 
Dükkânımızın sağına bitişik Saatçi Sabri amcanın dükkânı vardı. Sabri Amcanın oğlu Hikmet Saatçi, ile iki yaşından beri kardeş gibiyizdir. Saatçi dükkânının alt katında (bodrum kat) davavekili Zeki Kavurmacı’nın yazıhanesi. Onun yanında da meşhur “Çoruh Et Lokantası” yer alırdı. Hatta bu lokanta bir ara Askerî Mahfel olarak görev yaptı. Halkevleri lağvedilince, Halkevi binası Askeri Subay Gazinosu ve toplantı salonu oldu.

Bu lokantayla ilgili bir hikâye anlatılır. Bir yabancı, Bayburtlu’ya Çoruh Et Lokantası'nı sormuş. “Ahan karşıdaki lokanta” diye cevap vermiş. Aradan yıllar geçmiş, aynı adam, aynı Bayburtlu’ya Çoruh Et Lokantası'nı tekrar sormuş Bayburtlu: “Vallaha koskoca vilâyette Çoruh Et  Lokantası'nın yerini nasıl bilürem?”

İlk sorulduğunda Bayburt Gümüşane’ye bağlı kasaba iken ikinci soruşta Vilâyet olan Bayburt, bazı hâfızalarda irileşmiş.

Dükkânımızın solunda İbrahim Erkul amcanın bakkal dükkânı vardı. Bir oğlu Hamdi Ağabey, babası ile çalışır, bir oğlu da, Kaymakam vekili de sayılan Tahrirat Kâtibi görevini sürdürürdü. İbrahim amca ve Hamdi ağabey, bakkaliye malzemeleri satmanın yanı sıra mühür de kazarlardı. İki çeşit mühür vardı biri kurşun, biri pirinç. Kurşun mühür yumuşak olur ve ucuzdur. Pirinç mühür ise sert olur ve pahalıdır. Hazır dökümden çıkmış mühürleri, tahta takoza sıkıştırarak, çelik biz ile kazarlardı. Hamdi ağabeyi seyretmeyi çok severdim. Hele isimleri ters kazması çok alâkamı çekerdi. Beş yaşından beri okumaya başladığım için, okunabilen her şeye müthiş merakım vardı.

Bir gün dükkânımıza bir subay geldi. Bana on sayısını yazmamı söyledi. Kâğıda iki tane beş (5+5) yazdım. Subay kabul etmedi. “Buna ellibeş derler.” Dedi. Ben direndim. Parmaklarımı gösterdim “-bak beş beş daha on eder.” Subayla anlaşamadık. O ellibeşte ısrar etti, ben de “beş beş daha on eder” de takılıp kaldım.

Evde buharlaşan pencere camları, camlar üzerinde teşekkül eden ince buz tabakası benim yazı yazabildiğim yerlerdi. Kalemim defterim olduğu halde buralara çizmek bambaşka bir zevkti. Köyde iken kum üzerine durmadan parmağımla yazı yazar, bozardım.

Normal bir üç (3) yazar, karşısına ters bir üç daha yazarak 8 rakamını oluştururdum. Yıllarca sekizi böyle çizdim.

Babam bana, Atatürk’ün mânevî kızı Ülkü ile çekilmiş kapak resminin bulunduğu, sol alt köşede İhap Hulûsi imzası bulunan, Alfabe’den bir tane almıştı. 1990'lı yıllarda Ülkü’yü tanıdım. Benim hanımla iyi konuşurlardı. Fakat kitabı hemen okuyup bitirmiştim. En fazla dört yaşında olmalıyım.

Çocukken başımdan iki defa kaybolma olayı geçmiş. Biri Bayburt’ta, biri Trabzon'da. Annemi evde bulamayınca “köye gitmiştir” diye evden çıkıp Mam yolunu tutmuşum. 500 metre kadar da açılmışım. Kalenin eteğinde oturan Nuriye Eze (teyze) beni kırmızı kazağımdan tanımış. Yerde de hatırı sayılır bir kar varmış. Nuriye Eze koşup beni kucaklamış. Evine getirmiş. Tek hatırlayabildiğim, Eze beni tandırın başına oturttu. Bana karapancardan yapılmış bir yemek yedirdi. İşte o yemeği ve lezzetini unutamıyorum. Sonra eze beni tandırın başında yatırmış uyumuşum. Dışarıda ise annem ve babam Bayburt’u ayağa kaldırmış. Her mahalleye tellâllar çıkarılmış.. Nihayet ben geç vakit uyanınca Eze beni kucaklamış. Evinin karşısında olan bizim eve getirmiş. Bu olayda tek hatırladığım yediğim karapancar yemeğinin lezzeti. Yazın toplanıp kurutulan, kışın pastırma (güneşte kurutulmuş et) ile  pişirilen karapancarı bir daha görmedim.

İkinci kaybolmam Trabzon’da olmuş. Halamın evinin önünden, oyuna dalan halamın kızından habersiz, Pazarkapı mahallesinden, Yenicuma’ya doğru yolu ağlayarak tutturmuşum. 16 yaşlarında bir çocuk beni Zağnos Karakoluna götürmüş. Tek hatırladığım, ben ağladıkça bir polis karakolun önüne çıkarıyor ve “Bak bayrak!” diyordu. Bayrağı görünce susuyor, içeri girince tekrar ağlamaya başlıyordum. Beni karakolda buldukları zaman koluma beş-altı simit dizildiğini hatırlıyorum.

Benim mahallede kalmam yasaktı. Babamla beraber evden çıkar dükkâna giderdik. Babamın yanında sekerek yürürdüm. Ayakkabılarımın burunları kel keldi. Babama bütün dükkân levhalarını okuturdum. Ezberlediğim levhaları akşam dönüşte babama okurdum Okumaya ilk önce böyle başladım. O levhalardan aklımda kalanlar var. “Attar Fevzi, Fazlı Okutmuş, İbrahim Erkul, Rasim Fırat"

ERZİNCAN ZELZELESİ

Bir öğle vakti, masanın üzerine dizdiğimiz, kristal camlar gürültü ile yere düştü. Babam beni kucaklamış inanılmaz bir hızla caddenin ortasına çıkarmıştı. Zelzele devam ediyordu. Binalardan sarsıntı seslerini hatırlıyorum.

Asıl Erzincan’ın yerle bir olması kış aylarındaydı ve yerde kar vardı. Gece uyandığımda alt katta “yer odası” dediğimiz odadaydık. Palto dahil giyimliydim. Yün çoraplarım ve şosonlarım da ayağımdaydı. Meğer gece zelzele olmuş, annem babam ve beni güçlükle aşağı indirmişler, her an sokağa çıkacak duruma getirmişler. Nitekim, dışarıdaki komşuların seslerini duyuyorduk. Fakat babam, soğukta dışarı çıkılmasını istememiş, sobayı yaktırmış. Üstüne de bir tencere süt koyup kaynatmış. Ben uyanınca bir fincanla bana da süt verdiler.

İbrahim Erkul amcanın yanında bir bakkal daha vardı. Hüseyin amcanın ayağı sakat olduğu için Bayburtlular ona (Topal İseyin) derlerdi. Oğlu Dursun, bizim emsalimizdi. Arkadaştık. 50 yıl geçtikten sonra 1997'de onu arayıp buldum. Gözlük kullanmaya başlamıştı. Hüseyin Amcanın yanında bir büro vardı. Sahibi Nuri Bey, takım elbise giyer, fötr şapka kullanırdı. Şahsiyeti çok mükemmel bir zattı. Nuri Beyin yanında ise, Davavekili Halim Efendinin yazıhanesi yer alırdı. Halim Efendinin oğlu, mahkemede zabıt kâtibi idi. Remington marka daktilolarda inanılmaz bir süratle yazı yazardı.

Halim Amcanın yazıhanesinin ön camına, nereden geldiği belli olmayan bir duvar piyanosunun tahta kısmı yeleştirilmişti. Bu piyano artığının telleri, tuşları, mekanizmaları tamamen çıkarılmıştı. Kapak da üstten değil, alt taraftan menteşelenmiş ve çalışma masası haline getirilmişti. Bu piyanodan bozma masanın gerisinde Rıza Saatçi amca çalışırdı. Oğlu Mukim, çok iyi arkadaşımdı.

Bayburt’taki SAATÇİLER’den benim tanıdıklarım, Sabri Saatçi, Rıza Saatçi, Cemal Saatçi, İsmail Saatçi, çok yakın akrabaydılar. Hatta pop sanatçısı, Ercan Saattçi, Sabri Saatçi amcanın torunudur. Bana amca diye hitabeder. Bayburt Saat Kulesi kurulduğu günden beri, bakımı, onarımı bu ailenin elindedir. Ayrıca İsmail Saatçi ve Cemal Saatçi babamın yönettiği Bayburt bandosunda görevliydiler. İsmail Saatçi klârnet, Cemal Saatçi de trampet çalardı.

Elektrik gelmeden önce sokaklar, lüks lâmbalar ile aydınlatılırmış. Bu lâmbaların sokakta fitillerinin bakımı, petrol depolarının doldurulması, petrolün amyant fitile ulaşması için, hazneye hava pompalanması da gereklidir. Bu işlemleri de her akşam Rıza Saatçi yerine getirirmiş. Çalışma masasının yanında bu bakırdan mamul lâmbalardan bir tane vardı.

***

Dükkâna gelen müşterinin isteğine göre fotoğraf çekilirdi. Eğer acele ise, dükkânın önündeki siyah perdenin önüne yerleştirilen iskemleye müşteri oturtulur, üç ayaklı tahta sehpa üzerinde vidalanan fotoğraf sandığı, müşteriye doğrultulurdu. Bu sandıkların önüne, körüklü, 10x15 ebadında Zeis-İkon marka cam makinesi takılırdı. Sandığın arka bölümündeki siyah kumaştan yapılan ve ışık geçirmemesi sağlanan kolluktan, makinenin aldığı ve ters olarak buzlu cama akseden görüntü, objektifi ileri geri hareket ettiren düzenekle netlik ayarı yapılırdı. Fotoğrafçı, siyah kolluk’a kolunu sokar, sandığın içine yerleştirilen metal kutudan bir kâğıt çıkararak, buzlu camın ön çerçevesine yerleştirir, cam makinesinin önündeki yuvarlak kapağı açarak üç-beş saniye poz verirdi. Kapak kapatılır, sandığın yanında bir küçük çekmece vardır, bu çekmecenin içinde tenekeden yapılmış, iki küvet yer alırdı. Birisi birinci banyo, birisi ikinci banyodur. Birinci banyo, metol, hidrokinon, bikarbonat dö sud ve bromür dö sodyum karışımının ılık suda eritilmiş mahlûlü (karışımı) idi. Çekilen fotoğraf kâğıdı bu banyoya atılır. Sandığın üstündeki göz deliğinin kapağı sürgü ile açılır. Sandığın solunda bulunan, küçük pencereden gelen kırmızı ışıkta görüntünün belli koyuluğa gelmesi beklenirdi. Koyulaşan fotoğraf negatiftir. Halkımız buna arap adını vermiştir. Kâfi derecede koyulaşan arap, ikinci banyoya atılır. Hiposülfit dö sud ve su ile yapılan bu eriyik, resmi sabitler. Çekmece açılır ve arap banyodan çıkarılır ve temiz suda yıkanır. Üzerinde kimyevî madde kalmaması gerekir. Bu âna kadar, kırmızı ışık dışında hiçbir renkle karşılaşılmaması gerekirdi. Herhangi bir ışık alan kağıt yanar (kararır-bozulurdu.)

Babamın hassas bir kuyumcu terazisi vardı. İki litrelik ılık su ile doldurulan bir şişeye, Önce Metol tartılarak atılır ve erimesi beklenir. İkinci olarak, Hidrokinon ilâve edilir ve bunun da iyice erimesi beklenir. Üçüncü olarak Bikarbonat dö sud eklenir. Karbonat suya karışırken, suyun içinde bulut kümeleri gibi ilâcın dağılmasını seyretmek bana heyecan verirdi. O günlerde, Alman uçaklarının bombardıman haberleri çok işitilirdi. Karbonatın sudaki dağılımı bende bombardıman hayali uyandırırdı. Hatta babama: “Baba bak bombardıman oluyor” derdim. Developman banyosu da denen birinci banyoya, Sodyum Bromür de eklenir ve soğumaya bırakılır.
Manevra, tahşidat (yığnak), tayyare, torpil, torpido, silâh isimleri, savaşan Avrupa Devletlerinin isimlerini, Çörçil, Stalin, Ruzvelt, Molotof, Musolini gibi devlet adamlarının adlarını öğrenmiştik.

***

“Babamın hassas terazisinden” bahsederken, Tevfik Fikretle ilgili bir terazi hikâyesini anlatmadan geçemeyeceğim. Üstadın yazılarının karşılığı olarak ödenen altınlar, yıpranmış, eskimiş ve piyasada değerinden az işlem gören altınlarla ödeniyormuş ama sağlam altın karşılığı olarak hesabediliyormuş. Buna çok kızan Tevfik Fikret, bir altın terazisi ile matbaaya gitmiş, ödenen altınları  tek tek tartmaya başlamış.  Müessese sahibi; “-Hayrola üstad, altınları mı tartıyorsunuz?” diye sormuş. Tevfik Fikret: “-Hayır sizin nâmusunuzu tartıyorum” demiş.

Gelelim fotoğraf hanemize;

Arap’ın özelliği, siyah renkler beyaz, beyaz renklerin de siyah olarak kâğıda geçmesidir. Islak arap Entegrafi denilen bir tahtaya ters yapıştırılır. Bu içerideki buzlu camda düzgün görünür. Netlik ayarı bittikten sonra fotoğrafçı, makinenin kapağını açarak, yerleştirdiği kağıda düşen görüntüye poz verir. Kaç adet isteniyorsa çeker. Banyodan çıkan nemli fotoğraf müşteriye verilir,

Bayburt’ta kışın dondurucu soğuk olduğundan, banyolar da donardı. Bunu önlemek için banyolara sudkostik denen bir madde katılırdı. Sudkostik hem çok zehirli, hem de deriyi parçalayan bir madde olduğundan, babam parmaklarına özel imal edilmiş kauçuk benzeri parmaklıklar takardı.

Annem bir gün bana bal yedirmişti. Babamın fotoğraf eczalarının durduğu yerde, ağzı açık bir mürekkep hokkası gördüm. İçindeki madde tıpkı bala benziyordu. Parmağımla bir parça alıp tadına bakmak istedim. Dilimde müthiş bir acı ve yanma hissettim. Hokkadaki maddenin bal olmadığını ve zararlı bir madde olduğunu hemen anladım. Çünkü bazı maddelerin çok zehirli olduğu hakkında babam beni uyarmıştı. Bayburt Saat Kulesi'nin önünde, İsmet İnönü’nün başvekil olarak Bayburt’u 1935'te ziyareti sebebiyle dört lülesinden daimi su akan bir “İnönü Çeşmesi” vardı. Hemen oraya koştum. Dilimi uzun uzun yıkadım. Özellikle uzun süre yutkunmadım. Dilimin sol ön tarafında iki-üç milim derinlikte, yarım santim uzunlukta bir yırtık vardır. Bu iz, sudkostik’in dilimde açtığı yara izidir. Zaman zaman aynaya bakar, yırtığı görür o günleri anarım.

***

Dışarıda çekilen bu resimlere alâminüt veya dakikalık fotoğraf denirdi. Tapu işlemleri, nüfus kayıtları, resmi kurumlardaki her belgeye fotoğraf yapıştırılırdı. Hatta bir tekerleme de geliştirilmişti. 18 kuruşluk pul yapıştırılmış bir istida (dilekçe) 6 resim, ikametgâh senedi (fotoğraflı), nüfus kâğıdı sureti olmamış hiçbir resmi daireye yaklaşılamazdı.

***

İkinci Cihan Savaşı sürerken, Bayburt’a nüfusunun birkaç misli askeri birlik yerleşmişti. Kışlalar, kâfi gelmemiş, Deveci Hanları, Çarşı Hanları, Ulucami de askeri kışlaya döndürülmüştü. Bu askerler, çarşıya çıkamazlardı.

“Bir gün annem beni kasaphaneye ciğer almaya gönderdi. 12,5 kuruşa iki tane karaciğer aldım. Benim bu çarşı alışverişlerim için bir torbam vardı. Küçük olduğum için torba yere değerek yürürdüm. Çarşı Hanlarının önünde bir asker beni durdurdu. “-Torbanda ne var?” dedi. “-Eve ciğer aldım onlar var.” “-Ciğeri kaça aldın?” “-Çifti 12,5 kuruşa.” Asker, “-Ben sana 25 kuruş vereyim. Ciğerleri bana ver. Çarşıya çıkamıyoruz. İnzibatlar bırakmıyor” dedi.

Evin korkusundan kabul etmedim. O askere ciğerleri veremedim. Bu olayı 75 yıldır unutamadım. Asker ciğerleri pişirip yiyecekti herhalde. Hediye bile edebilirdim. Ama ev korkusu ve evin bilgisi dışında iş yapma korkusu galip geldi. Ressam olsam O askerin, şapkasını, kaputunun, palaskasını, potinlerini çizebilirim. Ama çocukluk edip, ona bir ciğeri veremedim. Bu vak’ayı nereden hatırladığımı bilemiyorum. Hiç kimseye anlatmamıştım. Hep içimi oyan bir meselemdi ve ilk defa anlatıyorum(!)

Evden söz açmışken bazı şeyler hatırlamaya başlıyor insan. Babam eve geldiği zaman kucağına atılır ve odanın tavanını ellemek isterdim. Babam da üşenmez, beni havaya kaldırırdı. Teneke kumbarama da her akşam 25 kuruş atılırdı. Bu 25 kuruşluklar gümüştendi. “Çeyrek veya kart” diye de isimlendirilirdi. Yemekten sonra babamla bir oyunumuzu mutlaka oynardık. Bu oyunun adı “TALİMDİ”. Babam flütü ile Onuncu Yıl Marşını çalar, ben de askerlerden öğrendiğim gibi, uygun adımla odanın duvar diplerinde yürürdüm. Askerlere ve askerliğe tutku derecesinde adeta sevdâlıydım. Nereden bilebilirdik ki, 12 yaşında gözlerim bozulacak, askerlik merakım ve hevesim kapanacak?

Pazar günleri, babamla ben, askerî birliklere fotoğraf makinemizi taşır, askerlere resim çekerdik.

Askerler, daima 10x15 ebadında resim isterlerdi. Ayakta dururlardı. Bu resimlere “Boy Resim” denirdi. Askerler, onbaşıların tek şeritli, çavuşların iki şeritli kollarındaki rütbe işaretlerini memlekete yolladıkları resimlerde göstermek isterlerdi. Bir de kol saatlerini gösteren resimlere çok meraklı idiler. Hafif makineli tüfekler, tanksavar topları, pedalla çalışan pröjektörlerle resim çektiren askerler de gördüm. Bir makineli tüfek önünde askerlerle çekilmiş, benim de bir alâminüt 10x15 fotoğrafım var.

Bir boy resim, karşılığı bir lira idi. Akşam evde sarı tepsimiz, ağzına kadar bu gümüş bir liralarla dolardı. O zamanki üç-beş memurun aylığına denkti bu kazanç. Paralar da şöyle idi. 25-50 ve yüz kuruş (bir lira) gümüştendi. Osmanlı döneminden kalma beş para, yeni harflerle basılan sarı on para, kırk para (bir kuruş) yüz para (2,5 kuruş) kullandığımız bozuk paralar idi. Okula giderken, yüz paraya, yani 2.5 kuruşa, çift çizgili bir defter, timsahlı bir kurşunkalem, bir silgi satın alırdık. Beş kuruşluk fındık aldığım zaman, pantolonumun iki cebi de fındık dolardı.

***

Fotoğrafhanenin arka tarafı, bir buçuk metre kadar bölünmüştü. Burası, atölyenin karanlık odasıydı. Babam, Fransızcasını söylerdi. Şambrnuvar. (Chambr Noire) Fransızca oda ve siyah kelimelerinden üretilmişti. Atölyenin caddeye bakan cam tarafı vitrinimizdi. Çeşitli fotoğraflar yer alırdı burada. Şambrnuvarın orta üst tarafında, Cumhurreisi Millî Şef İsmet İnönü’nün, At üstünde mania atlarken çekilmiş, büyük bir fotoğrafı asılmıştı. Şambrnuvar’ın önünde, iki hareketli perde vardı. Biri siyah, biri açık renk. Müşterinin  giyimine göre bu perdeler kullanılırdı. Fotoğrafçılıkta perde yerine hep “FON” kelimesi telâffuz edilirdi.

Dükkânın damında bir tavan penceresi vardı. Tepeden gelen gündüz ışığı ile fotoğraf çekilirdi. Çünkü Bayburt’ta o zaman elektrik yoktu. Bir Cumhuriyet Bayramı gecesi, babam bizi kaleye çıkarmış, yeni açılan Cumhuriyet caddesine dikilen on iki elektrik direğinin ışıl ışıl lâmbalarını seyrettirmişti. Daha sonra, Çoruh Un Fabrikası şehre elektrik vermeğe başladı. Sadece çarşı bölgesine elektrik veriliyordu. O da gece saat 24.00'e kadar. Gündüzleri de saat 12.00 ile 13.00 arası bir saat elektrik açılıyordu. İkinci cihan savaşının safhalarını Ankara radyosunun ajans bültenlerini dinlemek için.

Bizim bütün fotoğraf eylemlerimiz gündüz ışığı ile gerçekleştiriliyordu. Işık ayarları, tepe penceresinin iki yanındaki perdelerle sağlanıyordu.

Atölyede çekilen fotoğraflara “Haftalık Fotoğraf” denirdi. Işığa hassas, Kırmızı ve kalın siyah kâğıtlara paketlenmiş ve mukavva kutular içindeki, 10x15 santimetre ebadında veya, 6x9 ebadındaki camlara klişeler tesbit edilirdi. Camlar Karanlık odada, kırmızı ışık altında şasepreslere yerleştirilirdi. Bu şasepresler, cam makinalarının arkasında bulunan ve netlik ayarı yapıldıktan sonra, çıkarılan buzlu  cam çerçevesinin yerine takılırdı. Şasepresin kapağı, tamamen çıkmayacak şekilde yukarıya doğru açılır. Cam objektiften gelen ışınlara açık hale getirilirdi. Alâminüt fotoğrafın aksine, objektifte kapak kullanılmazdı. Diyafram ve poz süresi objektifteki mekanizmalarla ayarlanırdı. Poz sürelerini gösteren rakamlar, 25-50-60-125- 250 gibi rakamlarla belirtilirdi. Bu süreler saniyenin bölümleri idi. Objektifin diyaframı da bu poz sürelerine ve gelen ışığın şiddetine ve uzun tecrübeler sonucu tayin edilirdi. Resim çekilirken makinenin ve resim çektiren kişinin asla kımıldamaması gerekirdi. Aksi halde resim flu çıkar ve işe yaramaz. Fotoğrafçı, “çekiyorum!” işaretini verir ve objektifin yanındaki vidaya takılan deklânşöre basar. Objektif, otomatik olarak çalışır, objektifi açar ve kapatır. Fotoğrafçı, şasepresi kapatır ve karanlık odaya götürür. Cam karanlık odada, şaseden çıkarılır, birinci banyoda resmin tecessüm (ortaya çıkması) etmesi beklenir. Önce çıkarılırsa görüntü açık olur. Kâğıda geçirilirken iyi sonuç vermez. Vakit uzun tutulursa Camdaki görüntü koyulaşır. Yine sonuç iyi olmaz. Birinci banyodan çıkan klişe temiz suda yıkanır. “Hiposülfit dö sud” banyosunda sabitlenir ve  asetik asit banyosundan geçirilir. Asetik asit, klişenin üzerindeki eczayı tamamen temizler. İyi temizlenmeyen kâğıt veya klişe sararır ve çebuk bozulur. İkinci cihan savaşında ithalât durduğu için asetik asit bulunmaz olmuştu. Sirkede az miktarda olduğu için bilhassa filmleri ve camları sirkeli sudan geçirirdik. Asetik asit, klişe üstündeki emülsiyonu sertleştirir ve temizler, dayanıklılığını arttırır. Son sudan geçirilen klişe veya film ler çamaşır gibi mandallarla asılarak  kurumaya bırakılır.

Fotoğraf canları bir, bir buçuk milimetre kalınlığında çok kaliteli camlara, emülsiyon sürülerek hazırlanırdı. Işığa hassas, gümüş nitrat maddesi ile yapılırdı.

İbn-i Heysem'in gümüş nitratın güneş ışığının etkisiyle karardığını 8. yüzyılda bulması, yüzyıllarca gelişerek, cam veya kâğıt üzerine kaplanan emülsiyonun keşfini sağlamış, fotoğrafçılık, optik düzeneklerle tamamlanmıştır. Son aşamada transistör ve entegre devrelerin keşfiyle dijital kayıt dönemi başlamıştır.

***

O zaman, fotoğrafla ilgili bütün malzeme, yurt dışıından gelirdi. Halâ da öyledir. Bazı teşebbüsler olmuş, fakat yaygın sonuç alınamamıştır. Sadece yerli filimciliğimiz, film negatifi üretme hususunda başarılıdır. Alman Kodak, İtalyan Ferrania, ellili yıllarda Forte, Fransız Giyomino, Gevart, Amerikan Ansco marka fotoğraf kâğıtları ve malzemesi, İstanbul’daki tüccarlara gelir, oradan Anadolu’dan gelen siparişlere göre posta yoluyla dağıtılırdı. Müşteri bir hafta sonra resimlerini alırdı.

***                                                                                                                                              
Bir gün dükkâna girdiğimde babamı çok sinirli buldum. Elindeki siyah örtüyü bana savurdu. “Sen şambrnuvara girip cam paketlerini kurcalamışsın. Bütün camlar yanmış. ”Ağlamaya başlayınca daha da kızdı. Çok karlı bir gündü. Hemen Ali Ağabey’i çağırdı. Beni sırtına bindirdi. Doğru Şingâh’taki Rasim Efendiye (Fırat) ait kira ile oturduğumuz eve ulaştırdı. Anneme durumu anlattım. “Ben hiçbir kutuyu ellemedim” dedim. Annem beni teskin etti ve yemek yedirdi. Ben, mahallede olmanın verdiği özgürlükle, Ahmet Dayımın çocukları Şaban ve Ömerle (Girgin) kartopu oynamaya ve kızak kaymaya koştum. Oyuna adamakıllı daldığım bir sırada babam çıkageldi. Acaba bu sefer dövecek mi? Korkusuyla yanına gittim. Babam tahminimin aksine çok yumuşak ve güler yüzlüydü. Elimden tuttu, çarşıya doğru yürümeğe başladık. Başımdaki ve ellerimdeki, annemin ördüğü karbaşlığını (Kukul) ve eldivenlerimi çıkardı. Paltosunun cebinden gri renkte, mağazadan alınmış bir karbaşlığını başıma giydirdi ve beşparmaklı eldivenleri ellerime taktı. Biz o zamanlar, kışları lâstik şoson denilen bir cins bot giyerdik. Kasabada palto giyen bir iki çocuktan biriydim. Mağaza işi takım çok hoşuma gitmişti. Başlık ve eldiven takımının memnuniyetini babam yüzümden okumuş olmalı ki,: “Bu gün sana suçun olmadığı halde haksızlık ettim. Meğer sen cam kutularına dokunmamışsın. Cam makinesinin körüğü delinmiş. Çektiğim bütün klişeler bozuk çıkıyordu. Körükteki deliği kapatınca resimler düzeldi.” Dedi.

Yürümemiz bitmiş, fotoğrafhanemize gelmiştik. Bana sordu:”-Karnın aç mı?” “-Hayır annem yemek yedirdi.” “-Peki helva yer misin?” “-Peki” dedim. Çok iştahsız bir çocuk olduğum için, babam tahin helvasına olan tutkumu biliyordu. Dışarı çıktı. İbrahim Efendi’nin dükkânında helva, Fırıncı Kuddüs amcadan da yarım “tırnaklı” (Tırnaklı, Ramazan pidesinin daha incesi, ve hamurken, fırıncının parmaklarıyla süslediği çukurluklarla pişirilen ekmek) alıp geldi. Ben karnım aç olmadığı halde, helvayı hemen bitirdim. Babama: “-Baba, helva bitti ekmek kaldı.” Babam, hemen koşup helva getirdi. Az sonra: “-Baba, ekmek bitti, helva kaldı.” Babam koşturup fırından yarım tırnaklı daha getirdi. Tabii bu sefer, ekmek arttı. Bilmiyorum babam kaç kere fırına ve bakkala gitti-geldi. Ama bu hikâye yıllarca evimizde anlatıldı ve kahkahalara sebep oldu.

***

Banyodan çıkıp kuruyan cam klişe, dükkânın ön tarafına getirilir. Rötüş masasına yerleştirilir. Şahıs resimlerinin yüz bölgesine “matolin” sürülür. Matolin, cam üzerindeki emülsiyon tabakasını sertleştirir. HB Castel sert kalemlerle resim rötüş edilir. Bir fotoğrafçı, o zamanlar, rötüşerlikleriyle değerlendirilirdi. Hatta fotoğrafçılar, çok iyi rötüşer olurlardı. Babam da bunlardan biriydi. Bazı fotoğraflara, rötüş de kâfi gelmez, babam, belli oranda kırmızı küçük tüp içinde “Karmen” dediği bir madde sürerdi.

Rötüş işlemi biten cam klişe, içeriye “tab makinesine” götürülürdü. Tab makinesinin üst kapağı açılır, cam yerleştirilir, camın üzerine eczalı kısmı cama yapışacak şekilde, fotoğraf kâğıdı konur, makinenin kapağı kapatılır. Gündür ışığının cama ve kâğıda geçmesi için poz verilir, sonra ışık kapatılır. Kâğıt banyo edilir.

6x9 portre resimler altı tane basılırdı. Dördü siyah, ikisi çimen yeşili renkli olurdu. Ferrania marka ipekli kâğıtlar, kendinden yeşil imal edilirdi.

Siyah resimlerin ikisi de önce Ferrosiyanür dö sodyum banyosunda soldurulur, yıkanır ve Monosülfür dö sodyum banyosunda çikolata rengine dönüştürülürdü. Bu işlemin adı da sepiya yapmak idi. Böylece iki siyah, iki yeşil, iki kahverengi fotoğraf müşteriye verilirdi. Fiyatı da beş lira idi. Üç ayrı renkte resim tabeden civarda hiçbir yer yoktu.

Eğer klişeden büyük resim isteniyorsa, fotoğraf agrandize edilirdi. Agrandisman makinaları henüz icat edilmemişti. 1950'den sonra 36 mm'lik Alman 36 karelik leica makineler ve sinema filmi benzeri, pankromatik (yeşil ışıkta işlem gören) veya ortogramatik (kırmızı ışıkta çalışılabilen) plâstik bobimlere sürülen emilsiyonlarla fotoğrafçılık değişim geçirince,  elektrikle çalışan ağrandisman makineleri yaygınlaştı.

Biz o zaman, (biz diye bahsetmem de yadırganmasın. Çok küçük yaştan beri babamla adeta karanlık odada kırmızı ışık altında büyüdüm) şambrnuvarın arkasına açılan pencereye bir 10x15 cam makinası takardık. Bu makinenin arka kısmına, büyütülecek cam yerletirilirdi. Arkadan gelen ışık, camdaki görüntüyü karşı duvara aksettirirdi. Ağrandisman kâğıtları, 13x18, 18x24, 24x30 ve 40x50 santimetre ebatlarında olurdu. Bunların ebatlarına göre özel kartondan paspartoları vardı.

En çok rağbet edilen ağrandisman, 18x24 santim ebadında olan resimlerdi. Müşterilerin ekserisi resmin camlanmasını isterlerdi. Bizde de cam kesmek için, elmas uçlu âletler bulunurdu. Cam, karton pasparto boyutunda kesilir ve özel bantlarla yapıştırılırdı.

Fotoğraf Kâğıtları, mat, ipekli veya parlak kâğıt olmak üzere üç cins olarak gelirdi. Parlak kâğıda tabedilen resimler, talk pudrası ve alkolle çok iyi temizlenmiş kristal camlara ıslak iken yapıştırılırdı. Cama yapıştırılan fotoğraflar, kauçuk bir merdane ile merdanelenirdi. Cam ile resim arasında su damlası kalmaması için bu işlem zorunluydu. Camda kuruyan resim kendiliğinde kayar ve parlak olarak dökülürdü. Herhangi bir şekilde iyi temizlenmemiş camlara, fotoğraflar yapışır, ancak su ile yumuşatılarak tahribattan korunurdu. Ellili yıllarda alttan elektrikle ısıtmalı, krome edilmiş Metal  glâse makineleri yapıldı ve yaygınlaştı. Fotoğrafçıların eli, sudan çıkmazdı. Çok temiz ve titiz olmak zorundaydılar.

Fotoğrafçılar, küçük resimleri kesmek için berber makasları kullanırlardı. Çok düzgün kâğıt keserlerdi. Portre veya boy resimler, kenarlarını süsleyen özel bıçaklı makinelerle kesilirdi.

İkinci cihan savaşı içinde, film makineleri yaygınlaşmaya başladı. Kodak, İhage firmaları, körüklü film makineleri yapıyordu. Firmalar bu makineler için makaralara sarılmış, 8 pozluk, 6x9 ebadındaki filmleri piyasaya sürdü. Bu filmler, 6x6 ebadında çekim yapacak şekilde imal edilmiş makinelerde 12 poz resim alabiliyordu. Bu makineler, amatör fotoğrafçılığın da başlangıcı oldu. Film makinesi alanlar, makinesine bir bobin film takarlar, fotoğraf çekerlerdi. Pozları bitince, makarayı geri sarar ve fotoğrafhaneye getirirlerdi. Filmler yıkanır, tabedilir ve sahibine verilirdi. Bu film makineleri körüklü makinelerdi. Vizörlerinden görüntü görülür, objektiflerinde poz süreleri ve diyafram ayarları bulunurdu. Hatta otomatik bir tertibatları, bir dakika çalışır, fotoğrafı çeken de bu süre içinde malinenin karşısına geçerek resmin içinde yer alabilirdi.

Bir de kutu makineler çıkmıştı. Fotoğrafçılıkta yeni olanlar bu ucuz makineleri kullanırdı. Kutu makinelerinin en büyük özelliği mesafe ayarı yapma mecburiyeti olmamasıydı. Fixnet diye tabir edilen bu makineleri, çocuklar bile kullanabilirdi. Fakat profesyonel değildiler.

Amerikan filmlerinde gördüğümüz, bilhassa gazete fotoğrafçılarını kullandığı flâş düzenekleri önce basın dünyasına, sonra fotoğrafçılara, daha sonra da amatör fotoğrafçıların eline geçmeğe başladı.

Flâşlar, nakineye monte ediliyor, objektşften gelen küçük bir akımla patlayarak parlak ışık veriyordu.

Mağnezyumdan yapılan flâş lâmbaları'bir defa kullanılabiliyordu. Daha sonra flâşlar elektrik şokuyla çalışmaya başladı. Sosuz defa kullanılıyordu. Daha sonraları, yetmişli yıllarda, roll film tamamen kaldırıldı. Makineler, otualtı pozluk 16 mm'lik filmlerle yürütülmeye başlandı. İkinci savaştan sonra Japon endüstrisi, fotoğraf makinesi ve malzesi Yapımını adeta tekeline aldı. Canon, Yashiga, Nikon, Sony makine ve donanımları piyasayı iştilâ etti.

Almanlar, 36 mm'lik Leica (lâyka) makinelerini geliştirdiler. Hatta Almanlar bir Linhoff makine geliştirmişlerdi ki, yalnız Nazi ajanları belge çekmek için kullanırlarmış. Bir pul üzerine 36 adet resim sığdırıldığından bahsedilirdi. İngiliz ajanları, mektuplardaki noktalara bile resim ve harita yerleştirildiğini tespit etmişlerdi.

Yeri gelmişken Erzurum İstasyonunda,  gördüğüm bir yazıyı anlatayım. Yazıda, “resim çekmek, harita ve plân çizmek, dürbünle bakmak yasaktır” deniyordu. O zaman Erzurum İkinci Ordu karargâhıydı. Doğu sınırlarımız, askerî yığınak ile ve tahkimatla korunuyordu.

***

Babam haftada bir çıkan Karagöz gazetesini alır ve eve getirirdi. Sadece iki yapraklı ve dört sayfalık bir gazeteydi. Başlıkta, Karagöz yazısının sağında Karagöz, solunda Hacivat’ın renkli resimleri olurdu. Birinci sayfanın yarısını bir resim-karikatür süslerdi. Karikatürün altında Karagöz ile Hacivat'ın komik konuşmaları yazılırdı. Bir gün gazetede olağanüstü bir resim gördüm. Miğferli kocaman bir ağız açıkmış, dilin üzerinde küçücük bir insan çizilmiş. Bu insanın sağ elinde bir süpürge, sol elinde ise bir faraş vardı. Küçük adam kollarını yukarı kaldırmıştı. Hemen babama resmi gösterdim. Yazıyı okuttum.

“ALMANYA POLONYA'YI YUTTU”

Öyle yazıyormuş. Benim İkinci Cihan Savaşı'na ait ilk hatırladığım bu. Bir de ajans haberlerini dinleyen babamın anlattıkları. Çok geçmeden ben gazeteleri okumaya başlamıştım. Babam bana alfabe bile almıştı.

***

Dostlarımızla bitireyim...

Fotoğrafhanemizin, devamlı ve samimî baba dostları da vardı. Sağlık Memuru olan Şevket Efendi bunların başlıcası idi. 1943'te kardeşim Ferhat’la benim sünnetimizi o yapmıştı. Kirvemiz de Ârif Değirmenci idi.

Şevket Efendi’nin iki kızı, İstanbul Çapa Kız Öğretmen okulunda okuyordu. Bunlardan biri Müberra ablaydı. Ellili yıllarda kendisini kısa bir süreliğine ziyaret etmiş elini öpmüştüm. Bana anlatıldığına göre Müberra abla benim hayatımı kurtarmış…

Çoruh’un çok bulanık ve kabarmış bir zamanında, aileler, pikniğe gitmişler. Ben topluluktan ayrılıp suya doğru gitmeğe başlamışım. Annem seslenince de Çoruh’a doğru koşmaya başlamışım. Müberra abla hızla seslenmeden yandan koşmuş, tam adımımı suya atarken yakalamış. Annem sonradan anlatırken kâbuslar geçirirdi. Olayı hiç hatırlamıyorum.

Ve Hoca Ahmet Efendi, Bayburt Zahit Mahallesindeki tarihî caminin imamıydı. Halk arasında “Kuru gönü yürütür” şeklinde bir şöhreti ve marifetli olduğu kanaati yaygındı. Bu Ahmet Efendi, akşam üzeri bizim fotoğrafhaneye uğrar, kapının önünde de “Biraz da Puthaneye uğrayalım!” derdi. Resim, İslâmda yasak olduğu için, bizim atölye de resim sanatıyla uğraştığı için, şaka yapar, atölyeye Puthane diyerek gönül eğlerdi. Babam, buyur eder, her zaman mangalda kaynamakta olan, tarçın, zencefil, helvincan (havlucan) karıştırılarak yapılan çaydan ikram ederdi. Bir çay tabağında da Bayburt’ta “Kişmiş” denen, çekirdeksiz kuru üzüm verilirdi. Çünkü o zaman şeker yoktu. Çay, kuru üzümle içilirdi.

Bir ara, çenemin altında ve gözkapağımın üstünde, küçük siyah sivilceler oluştu.

Ahmet Efendi bunları gördü. Babama; “alafdar (zahire satılan yer) çarşısına git ve bir avuç arpa getir.” Dedi. Babam, arpaları getirdi. Arpaları tek tek okuyarak siğillerin üzerinde gezdirdi. Okunmuş arpaları, babama verdi. “Nemli bir yere göm yeşersinler” dedi. Bir hafta sonra arpalar yeşerdi. Sivilceler, kaşınmaya başladı ve düştüler. Sol gözümün üstünde bir küçük ben vardır. Fakat Bayburt’tan ayrıldığımız için Hoca Ahmet Efendi’ye gözümü okutamadım ve o küçük sivilce gözkapağımda kaldı.

Bakın, ben müsbet ilime inanan, pek çok tıp âlimi dostu olan, teknolojiye de meraklı bir insanım. Ama Hoca Ahmet Efendi'yi de 75 yıldır unutamadım. Ayan beyan yaşadığım bir olaydır. İleride, sıtma geçirdiğim zaman buna benzer başımdan geçen bir olayı da anlatacağım.
***

Yaz aylarında sıtma krizlerine yakalanırdım. Bilhassa 1942 ve 1943 yıllarında çok hastalanırdım. Sıtma krizi bir gün şiddetli titreme ve arkasından yüksek ateşle gelir ertesi günü yakalamaz gezip dolaşabilirdim. O zamanın parasıyla çok pahalı bir ilâç vardı. Sarı renkli olan bu hap, ATEBRİN'di bir tanesi 2.5 liradan bulunabilirdi. Alman malı olan bu ilâç insan tenini sarıya boyardı. Acı tadı da kinine benzerdi.

Bir gün babam ile  Bayburt Hal Yeri'nde idik. Beni sıtma krizi yakaladı. Titremeğe başladım. Yanımızda Boyacıların Hacı Efendi isimli bir komşumuz vardı. Babama: “-Ahmed Efendi çocuğa niye ızdırap çektiriyorsun? Çabuk bana bir kelep (çile) yorgan ipliği al gel.” Dedi.

Babam ipliği alıp geldi. Çileyi ucundan kesti ve iki ucunu düğümledi. Okuyup üfleyerek fanilâmın altına , belime bu iplik demetini bağladı. İki yıl sıtmaya yakalanmadım. Çoruhta yüzerken bu iplik çözülüp kayboldu. Sıtma krizleri hemen başladı. Hacı Efendi yeni bir iplik bağladı. Uzun süre sıtmaya yakalanmadım. Bu hastalık sırasında çok zayıf düşmüştüm.