Ayrılığın vakti geldi artık. Hoşça kal, biliyorum annen, baban ve kardeşinden ayrılmanın zor olduğunu, yine de sen tutku gözlerinden damlayan yaşı sil. Nasıl olsa geride unutulmayacak hatıralarımız var.
Yuvadan kopuş öyle kolay değil elbet. Anneni beyaz gelinlik içerisinde doğup büyüdüğü Karabük’ten alıp meslek hayatıma ilk adımını attığım İstanbul’a yola koyulduğumda ardımızdan anneannen ve dedenin mahzun bakışlarından bilirim. Karayoluyla önce Yalova’ya indik, ardından vapurla karşıya geçip İstanbul Anadolu yakasında Güzelyalı’da dünya evine girdiğimde bir gün çocuk sahibi olup senin beyaz gelinliğinle veda ettiğinde bunu daha da iyi anlamış oldum.
Daha sen dünyaya gelmeden önce Güzelyalı’dan Sultanahmet’e tren, vapur ve Galata köprüsü üzeri yürüyüşle iş yerim Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezi'ne gidiş gelişlerimin yorgunluğunu bir zaman sonra annenin; “Bir çocuğumuz olacak” müjdesi ancak dindirebilmiştir. Hele hele şu anne karnında ara sıra tekmeleyişlerin var ya, bir ömre bedeldi sanki. Tabii bazen sevinçle hüznü bir arada yaşadıklarımızda olurdu. Şöyle ki; hamilelik sürecinde ölçülen kan değerlerin çok düşük seviyeler de çıkması annenin moralini bozup karnında taşıdığı yavrusunun (senin) düşük doğma endişesine sevk etmişti. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmemişti. Hatta o süreçte İstanbul’un o akışkan hareketli hayatından daha sakin bir şehre gitme düşüncesi belirmeye başlamıştı. Nitekim o kararı almam zor olmazda. Derken Ankara’ya gelip Özal hükümeti döneminde Oltan Sungurlu’ya durumumu arz edip apar topar Balıkesir’e tayinimi aldırdım.
Evet, anne karnında yolculuğu seninle yaşadık. Balıkesir tanımadığımız bir şehirdi. Bir sofi vesilesiyle Balıkesir’de tâ Gavs zamanından beri vekil Hasan ağabeyimize göndererek yerleşim sıkıntısının giderileceğini söyledi. Derken Hasan ağabeyimle tanışma lütfüne eriştim ve evinde ağırlayıp balık ikram ettikten sonra Kamil Kaynaş’la tanıştırdılar. İyi ki de tanıştırmış, o kadar candan davrandı ki; “Hiç merak etmeyin evinize dönün eşyalarınızı toparlayana kadar yerleşeceğiniz evinizi biz buluruz” deyip oracıktan ayrıldım. Derken dönüşte eşyalarımızı toparlayıp anne karnında ilk nakli yolculuk gerçekleşip orada bizi dost Kamil Kaynaş kardeşim karşılayacaktır. Komşu oluruz da.
Artık hamileliğin 9 aylık süreci tamamlanma vakti yaklaşmıştı ki; hastane önünde o dostumla gecenin epey ilerlediği vakitte aldığım doğum haberi artık baba olduğumun müjdesiydi. Hastaneden eve geldiğinde annemin ve babamın yanımda kucağıma alıp sevdiğimde o an babaannenin şaşkın bakışları gözden kaçmaz. Öyle ki bir ara babaannen; “Büyük oğlumdan görmediğimi küçük oğlumdan gördüm” deyişini hatırlıyorum. Tabii bende babaannene; “Senin yanında, şunun yanında, bunun yanında sevmeyeceğimde kimin yanında seveceğim” diyebilmişim. Malum bizim doğup büyüdüğümüz Bayburt’ta evladını büyüklerin yanında sevme pek hoş karşılanmaz, olsun en azından böyle bir tabuyu kendi çapımda olsun yıkabilmişim.
Derken günler günleri kovalıyordu ki askerlik vakti yaklaşmıştı. Bizim aile efradı askere gittiğimde çocukları nereye koyup gidecek diye konuşurken bizde asteğmenliğin ilk dört ayında ev kirası ve askerlik harçlığımın yetip yetmeyeceği endişesi içerisindeydik. Ve askerlik şubesinden gelen yazımda İstanbul Tuzla çıkmıştı. Yalova’da ağabeyim vardı. Onlara dedim ki; “Görüyorum ki gerek Bayburt’ta annem ve babam, gerekse Yalova’da sizler eşim ve çocuğumu nereye koyacağı merak konusu. Oysa onların barınma diye bir meselesi yok, sonuçta Karabük’te olabilir. Dolayısıyla kimseye muhtaç olduğu için değil askerlik yapacağım yere yakın olması hasebiyle Yalova’da kalmalarına karar verdim.” Böylece bu çıkışımla tartışmalara son vermiştim. Belli ki herkesin derdi davası hanım tarafında mı, oğlan tarafında mı kalacak meselesi önemliymiş, kimsenin askerlik harçlığı var mı, kira meselesi var mı diye derdi yoktu zaten, hatta lafı bile olmadı. Yalova İskelesinden askere uğurlanışımda Allah kerim deyip vatani görevimi yapmak üzere vapura binişimde annene ve sana el sallayarak ayrıldım.
Vapur epey uzaklaşmıştı ki; denize seyre dalaraktan hep sizleri düşündüm, o an vapurun Kartal iskelesine demirlediğini fark ettim. Vapurdan iner inmez Kartal istasyonundan Tuzlaya giden trene bindim. Tuzla Piyade Okulu Komutanlığının kapısından girdiğimde asker olduğumu anladım. Yemin törenine 20 gün vardı. Bu süre zarfında hafta sonu ziyaretleri yoktu. Bu yüzden 20 günün geçmesini iple çekiyordum. Kolay değil yolumu bekleyen annen ve senin derin özlemi vardı içimde. Beraber çıkmıştık bu yola, acımızı neşemizi beraber paylaşıp yokluğumuzu belli etmezdik. Yemin töreni gelip çattığında aileler evlatlarının yanında bulunurken o törende yalnızdım, akrabayı taallukattan bir Allah’ın kulu yoktu. Neyse ki; bundan böyle hafta sonları Yalova’ya gidiş gelişlerimde sizleri görüp hasretlik duygumu gidermem o yalnızlığı unutmama yetmişti.
Tuzlada 4 aylık Yedek Subay eğitimin sonunda asteğmen öğretmen olarak Malatya’ya dağıtımım çıkar. O sıralar öğretmen açığını gidermek için böyle bir uygulama vardı. Ki; bu uygulamanın bana çıkmasına çok sevinmiştim. Nasıl sevinmeyim ki; hem küçük yaşlardan beri öğretmen olma duygusunu bu sayede tatma fırsatını elde etmiştim, hem de askerliğimi sivil olarak beraber geçirecektik. Nitekim vatani görevimin 12 aylık kalan süresi boyunca bizim için gerekli bir yer yatağı, bir katalitik soba ve birde açılır kapanır çocuk beşiğiyle otobüs bagajına koyup bindiğimizde artık İstanbul, Balıkesir ve Yalova’ya veda ediyorduk. Derken Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Bayramuşağı köyünde öğretmen lojmanına yerleşiverdik. Hele şükür bu sefer kafamızda geçim iaşe derdimiz yoktu. Aldığım asteğmen öğretmen maaşı Balıkesir’deki evin kira bedelini karşılamaya ve Kamil Kaynaş dostum üzerinden sipariş verdiğim salon için gerekli çekyat, kanepe vs. eşya havale taksit ödemelerime yetti bile.
Tabii askerlik süresince Fen bilgisi, İngilizce, müzik gibi boşta kalan hangi ders varsa bana verdiler. Bizde elimizden geldiği kadarıyla köydeki çocuklara yararlı olmaya çalıştık. Öyle ki; beraber görev yaptığım birkaç öğretmenle beraber köy okulumuzun adından söz ettirdikte. Zira okullar arası yarışmalarda buna Akçadağ’da dâhil birinci olmuştuk. Allah’a şükür başımız yere eğilmedi.
Köy ahalisi aleviydi. Bu yüzden cuma namazlarını karşı Sünni köye yarım saat süren bir yürüyüşün akabinde eda edebiliyordum. Bir gün hiç unutmam köyde birisinin vefatı münasebetiyle alevi dedesi gelmemişti, bana Kur’an okumamı rica ettiler. Tabii bizde severek okuduk. Bu tavrım hoşlarına gitmiş olsa gerek ki; “Hocam, bak bizim cenazemiz için hem Kura’n okudunuz hem de pilavımızdan yediniz. Bazıları var ki; bize selam bile vermiyorlar” diye sitem ettiler. Onlara; “Ayrımız gayrımız yok, bakın şurası Alevi kahvesi, şu karşı köyde ise Sünni kahvesi var. Sonuçta her ikisinde de kumar oynanıyor. Alevi-Sünni kahvesi diye ayırmak marifet değil. Asıl marifet kumara karşı birlik olmaktır. Bakın Hz. Ali (k.v) namaz kılıyordu, bizde kılıyoruz, gelin imam olun arkanızda namaza durayım” dediğimde nefesler boşalmıştı. Derken Bayramuşağı öğretmenleri, köy ahalisi ve çocuklarıyla çok iyi günler geçirdik.
Bayramuşağı köyünde ara sıra hafta sonları Adıyaman-Kâhta Menzil köyüne annen ve daha henüz salına salına yürümeye başladığın çağlarda ziyaretlerimiz oldu. Tabii Bayram uşağı köy halkı, öğrenciler ve öğretmenler bu ziyaretimizden haberdar değildiler. Bir seferinde Seyda Hazretlerini ziyaret ettiğim bir günde senin başını okşamasını içimden geçirmiştim, bunu çok arzuluyordum. Seyda Hazretleri namazı kıldırıp cami çıkışında Hane-i Saadatın avlusuna geçtiğinde seni kucağımda boynu bükük peşi sıra takibe koyulduk. Tam avlunun ortasında durduğunda kucağımda seni yere bıraktığımda o pamuk elleriyle başını okşadığında dünyalar benim olmuştu. Artık maksadıma ulaşmanın sevinciyle Malatya’ya geldiğimde yüzümden hiç neşe eksik olmadı. O pamuk el etkisini gösterir de. Nitekim kız çocuklarında pek alışık olmadık bir davranışın gözümüzden kaçmaz da. Çünkü dışarıda kırda bayırda gezerken eller arkada geziyordun. Seyda Hz.leri de zaman zaman eller arkada gezerdi. Bu gezişinden çok keyif alırdım, senin bu yürüyüşün rabıtama renk katıyordu. Karne tatili geldiğinde annen ve sen birlikte Bayburt’a gidip anne baba ziyaretimizi gerçekleştirdik. Bayburt’ta 40 gün kaldıktan sonra tekrar ders başı yapmak üzere Malatya’ya geldik. Tabii bu arada terhis vakti yaklaşmıştı ki bu kez öğrencilerimden ayrılış hüznü bürümüştü bizi. Hepsiyle helalleşip doğduğun Balıkesir’e tekrar dönüş gerçekleşir.
Balıkesir’de bir süre iş hayatıma devam ettiğim bir zaman diliminde Ankara’da bir zaman laboratuarda staj yaptığım Beşevler Sağlık Eğitim Merkezi'nden aradılar. Beraber çalışmak istediklerini bildirdiler. Bunda bir hikmet var deyip bu teklifi kabul etmiştim. Kabul ederken de Atatürk Üniversitesi'nde okuduğum yıllarda şelale evinde tanışıp arkadaş olduğumuz dostlarımın birçoğu Ankara’da olması etken unsur olmuştu. Hatta Ankara’nın başkent olması dolayısıyla ilerleyen zamanlarda mesleki yönden kazanımlarımın olacağını da düşündüm, kim bilir bir gün bürokrat olma fırsatı da doğabilirdi. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde Ankara’ya tayininim gerçekleşir. Derken Erzurum’da beraber olduğumuz arkadaşlarımın bulunduğu Etlik semtine yerleşiverdik.
Balıkesir’de dostlarımın uğurlayışı da hoştu, eşyalarımın kamyona yerleştirilmesinde çok yardımcı oldular. Sabahın erken vaktinde Ankara’nın Etlik semtine indiğimde kamyondan eşyaları annenle birlikte taşıdığım o anı hiç unutamam. Güneş etrafı aydınlattığında bir zaman Erzurum’da üniversite öğrenci yurdunda kaldığımda zaman zaman hafta sonu ziyaretlerine şelale evinde tanışıp dost olduğum arkadaşlarım bizi karşılamaya geldiklerinde taşınma işlemi bitmişti. Tabii bana, “Ne acelen vardı, biz ne güne duruyoruz” diye sitem ettiler. Oysa kimseye yük olmama duygusu öteden beri bizim genlerimize işlemiş bir hasletti. Belki de bu duyguyu onlarda fark etmiştir. Gerçekten de şelale dost arkadaşlarımla Etlik'te aileleriyle birlikte akşam oturmalarımız, muhabbetlerimiz hayatımın en güzel geçirdiğimiz yıllardı. Onlarla birlikte olmak bir başka ufuk kapısı açmıştı bize. Öyle ki; Şelale dostlarımdan Nurullah Zengin, Muzaffer Sungur, Tahir, Uşaklı Osman, İskender Çalış, Adnan Bozyel, Necdet Ünüvar, Mehmet Emin Fidan, Şinasi Yaşar’ın nezdinde onlarla birlikte yeni arkadaşlar da edinmiştim. Yeni arkadaşlarım Şükrü Tarhan, Selçuk Bekâr, Sabri Özcan, Mertol Bulur, Nusret, PTT’ci Abdullah, Mustafa Bahar, Muzaffer Zengin, Mustafa Aguş, Vedat Güçler, Albay lakaplı Celaleddin, Nafiz Çalık, Celaleddin Tarhan, genç Mesut Koçak, Hâkim Nevzat, Doğan Akın gibi her biri ayrı özellikte değerli dostlardı. Ailece biz onları sevmiştik onlarda bizleri sevmişti.
Sekiz yıl kirada geçirdiğim Etlikte birde sana kardeş gerekirdi ki; aramıza Ahmet Alperen dâhil oldu. Böylece kardeşlik sevgisini de tatmış oldun. Artık yalnız değildin erkek kardeşin vardı çünkü. Tabii benim açımdan 2 çocuğun eğitimi, kira, ayrıca bir evimiz olsun diye kooperatif taksitlerinin getirdiği sıkıntılar kolay değildi. Hatta bu sıkıntıyı ailece birlikte yaşadık. Mümkün mertebe dostlarımıza sıkıntılarımızı belli etmezdik. Dostlarımın çocukların hali vakti bize göre çok iyi olmasına rağmen bunu dert etmedik. Ancak bir ara senin bazen akşam oturmalarına gelmek istemediğini fark etmiştim. Anladım ki arkadaşlarımın çocukları yanında senin mütevazı giysinin vermiş olduğu eziklik vardı.
O yıllarda Muhsin Yazıcıoğlu’nun katıldığı kongrelere ailece gittiğimiz günlerde olurdu. Bir seferinde Ankara Altın Park kongre organizasyonunda Hasan Sağındık müziği ile ruhumuzda fırtınalar estiriyordu. Müziğin akabinde Muhsin Başkan’ın karşısına hem seni hem de kardeşini çıkardığımda sevip hal hatır etmişlerdi. Keza o yıllarda Seyda Hazretleri'nin Pursaklar’a geldiğinde tıpkı seni Menzil'de başını okşayışında olduğu gibi kardeşin Ahmet Alperen’i de okşayacağı düşüncesiyle ziyaretine gittiğimizde Seyda Hazretleri'nin vefat haberi bizleri derinden sarsmıştı. Kafileler eşliğinde Etlik'teki dostlarımızla birlikte Menzil'e vardığımızda Muhsin Başkan'da vardı. Öksüz kaldığımızı sanmıştık, ama öksüz değilmişiz. Şükürler olsun Abdulbaki Hazretleri'nin nefesi Seyda Hazretleri'ni gönlümüzde yaşatmaya yetmiş artmıştı bile. Oğlum Seyda Hazretleri'ni görememişti, ama Abdulbaki Hazretleri'ni görmüştü.
Hani kooperatif evimiz bitip Etlik'ten Sincan Fatih’e taşındığımız Güneşevler sitesinde misafir ettiğimiz hiç hayatında doğru dürüst namaz kılmamış bir akrabamız vardı ya, hatırlarsın elbet, kendisi Cebeci'de oturuyordu, her gün ayyaş gezerdi. Onunla birlikte Menzil'e gittiğimizde yeni bir hayata dönüş yapması kardeşinin ruh dünyasında çok büyük etki bırakmıştı. İşte tam ondan söz etmek zamanıdır. Malum bir seferinde Ünsal Baksı, ben ve kardeşin Ahmet Alperen'le birlikte Menzil ziyaretlerimiz olmuştu. Gün geldi Ünsal amcanız akciğer kanser hastalığına yakalanmıştı, son nefesinde Kelimeyi şahadet getirip Saadatlara kavuştuğu haberi acımızı dindirmeye yetmişti. Biliyorum Ünsal amcanızı hep aileden biri bildiniz. Onun için hatırlatma ihtiyacı hissettim. Onun hayatını ailece yakinen izlediğimizde insan hayatının başlangıcından ziyade son nefesin önemli olduğunu idrak ettik. Derken o manevi iklimin ne demek olduğunu yakından görmüş olduk.
Yeni evimizde kaldığımız sıralarda sen Tevfik İleri İmam Hatip okulunu okurken kardeşinde orta öğretimde okuyordu. Derken okulu bitirdiğinde katsayı adaletsizliğine uğrayıp ilahiyatın 2 yıllık açık öğretimini okudun. Bir seferinde Muhsin Başkan çalıştığım kurumda bir cenazenin otopsisi için gelmişti. Daha önceleri Gündüz Gazetesi, Nizam-ı Âlem dergisinde yazılar yazmam ve ara sıra genel merkeze gittiğimde karşılaşmalarımız olması hasebiyle bizi tanıyorlardı, ama 10 yıl ara vermiştim, genel merkeze gitmez olmuştum. Buna rağmen işyerinde karşılaştığımda ilk cümlesi; çocuklar nasıllar, iyiler mi sorusu oldu. Bende senin katsayı adaletsizliğinden dolayı 2 yıllığı okuduğunu söylediğimde, derin bir nefes çekip bu bizim kanayan yaramız deyip teselli vermişti. Evet, Muhsin Başkan böyle bir başkandı, çocuklarımızın hali vaktini bile dert edinen vefakâr bir dost liderdi. Zaten o buluşma üzerinden 2 ay geçmedi Muhsin Başkan kar beyaz dağlardan gelen vefat haberi yüreğimizi burkmuştu. İyi ki de o son buluşmamız olmuş, meğer o görüşme helallikmiş.
İki yıllık öğrenimini başarıyla tamamlayıp ardından dikey sınavlarını kazanıp Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne kayıt olman benim için en büyük hediye olmuştur. Isparta’da nerde kalacak arayışı içerisinde Balıkesir’de ki dostum Kamil Kaynaş ve Ankara’da Adnan Bozyel amcanla istişare ettiğimde bana bir adres verdiler. O adres üzerine gittiğimizde her ikisinin de verdiği adreste Türk Dili bölümünde öğretim görevlisi Halil Karagöz ağabeyimiz çıkıp kendisiyle tanışma fırsatı bulmuştuk. Öyle ki; o ağabeyimiz dersi yarıda kesip bizimle hemhal olmuşlardı. Böylece sen vakıf evinde barınma imkânına kavuştun. O ev artık senin hatıralarının bol olacağı mekân olur. Isparta’da okuduğun sıralarda anneannen kemoterapi tedavisi görüyordu. Ara sıra Isparta’dan Ankara’ya geldiğinde anneanneni hastanede ziyaret edip dualarını almayı da ihmal etmemiştin. Ne var ki mezuniyetinin son yılında anneannenin vefatı ailece bizi derinden etkilemişti. Her şeye rağmen yine de Allah sabrını verip derslerine çalışmayı ihmal etmedin. Artık mezuniyet törenleri yaklaşmıştı ki, seni kep törenlerinde görme heyecanı sarmıştı bizi. Biletimizi tam almıştık ki, o sırada Abdurrahim Karakoç vefat haberini işittik. Tabii Isparta’ya indiğimde hüznü ve sevinci bir arada yaşadım. Annenle sen kız vakfı evinde, bende erkek vakfında konakladığım güzellikleri yaşadık. Kız arkadaşların tıpkı senin gibi candan idiler. Artık onlarda bizim aileden sayılırlardı. Sağ olsunlar öğrenci harçlıklarından fedakârlık yapıp imece usulü hep birlikte bir cafede yemek ziyafeti vermeleri benim için çok derin anlamı vardı. Arkadaşlarınla yemek yerken o ara Atatürk Üniversitesi'nde öğrencilik yıllarımı hatırladım, o an kendimi öğrenci hissettim, eski günlerime döndüm bir an, sanki aranızda anne baba yok, bir öğrenci arkadaşınızdık.
Senin mezuniyet merasimini izlerken ara sıra dalıp Abdurrahim Karakoç’un hatıraları gözümde canlanıyordu. Akşam olduğunda Isparta caddelerinde gezinirken biraz nefeslenmeye ihtiyacımın olduğunu hissedip annen ve senden müsaade isteyip kendimle baş başa kaldım. Isparta Stadyumu'nda mezuniyet etkinlikleri hâlâ devam ediyordu. Stadyuma akan kalabalığa dalıp tribünlere çıktığımda sanat dünyasından bir sanatkâr Mihriban şarkısını seslendiriyordu. Bu ses beni kendimden alıp kendime getirmişti. Böylece Ankara’da defin esnasında bulunamama burukluğunu üzerimden alıp anısını tazelemeye yetti de. Gerçektende nefeslenmiştim. Bu bana Allah’ın bir lütfüydü elbet. Ertesi gün annenle birlikte bizi Eğridir gölüne götürmüştün. Baba kız gölün kenarında çayımızı yudumlarken dertleşmiştik. Bir ara bürokrat olmak için verdiğim uğraşlarımın hangi noktada sorduğunda bize dost elinin hâlâ uzanmadığını söylediğimde; ‘Baba canın sağ olsun bunda da bir hayır vardır’ teselli edişin çok güzel bir duyguydu. Erzurum şelale dostlarımın her biri belirli mevkilere gelmiş babanın kenarda kıyıda kalmışlığını unutturmuştun. Meğer dostluklar mezara kadar değilmiş, bize bizden fayda varmış dedik ailece yürek olduk. Her şeyden öte ailece baş başa kalmakta güzelmiş.
Evet, sevinç ve hüzün dolu yıllar böyle geçti. Artık senin üniversite hayatın bitmiş yeniden yuvana dönmüştün. Derken Güneşevler'den çok sevdiğimiz küçük yaşlarda gözlerini kaybeden âmâ Ömer ağabeyimizin tavsiyesi üzerine seni istemeye geldiler. Bu vesileyle aileler birbirlerini tanışıp Allah’ın emri Peygamberin buyruğu gereği nişanlandın. İşte sen mütevazı bir aile yuvasında bizimle beraber çile ve hüznü bir arada yaşayarak bu günlere geldin.
Düğününe 20 gün kala Alparslan Türkeş’in vefat yıldönümü anma töreni esnasında fenalaşıp kalp krizinden vefat eden dayın Zülküf Köse’yi kaybettin. Kaderde dayının o mutlu gününü görememekte varmış. İlginçtir düğünün Demetevler Afitab Kültür Merkezi'nde oldu, bu tesadüf olamazdı. Anneannenin kemoterapi tedavisi olduğu Onkoloji'nin hemen altında bir yer. Onkoloji Hastanesi'ne gidiş gelişlerimizde kim bilirdi ki bir gün sen burada gelin olup Aksaray’a gideceksin. Düğün salonunda yalnız değildin, Isparta’dan gelen Esin ablanız, Remziye, Funda, Sevilay, Safiye, Beyhan, Semra, Hava Nur, Kübra ve lise arkadaşlarından Zehra, Büşra Sümeyra, babanın yurtta aynı odada kaldığı Mustafa Özdemir amcan, Etlik arkadaşları, komşularımız, anne ve baba sülalesi, mailleriyle mutluluk dileklerini bildiren Bayburt Postası Gazetesi'ni yeşerten Kürşad Okutmuş ve Murat Okutmuş, Adana milletvekili Necdet Ünüvar ve Manisa milletvekili Selçuk Özdağ’ın sevincini paylaşan telgrafları vardı…
Yazımın başında da belirttiğim üzere seni yuvadan çıkarmak gerçekten kolay değilmiş. Seni beyaz gelinlik içerisinde bizim üzerimizde bıraktığın o derin hatıralarınla birlikte Aksaray’a uğurlayışının sevincini yaşıyoruz. İlginçtir uğurladığımız gün Gavs’ın sofilerinden Dr. Ahmet Çağıl’da toprağa verilip Hakka yürüyordu.
Velhasıl; Şimdi sende bir anne adayısın. Hoşça kal biricik nur yüzlü kızım Merve Nur. Yolun açık, Allah’a sonsuz şükürler olsun.
Nisan 2013