Bir Romantikliğin Şakası

Abone Ol

Zonguldak-Gökçebey Kaymakamı Tuncay Dursun, ilçesinde bir şiir günü yapılmasını talep etmişti. Hatırladığım kadanıyla, kadromuzda Halil Soyuer, Ahmet Tufan Şentürk, Abdullah Satoğlu, Rıdvan Çongur, Hüseyin Yurdabak, Osman Baymak, Nazım Payan, Hasan Akar ve Semih Sergen vardı. Yakın ilgi gösteren bir dinleyici kitlesi ile buluşmuştuk. İlçe halkı, Kaymakam Tuncay Dursun'u belli ki çok seviyordu.

Ertesi gün bizleri ağırlamak için yapılan davetlere Ahmet Tufan Şentürk hep mesafeli duruyordu. İlle de Çaycuma'ya gitmemizi istiyordu. Kendisi İkinci Dünya Savaşı yıllarında Çaycuma'da yedek subay olarak askerlik yapmıştı.

Ancak bazılarımız biliyorduk ki Ahmet Tufan Çaycuma'da Türkân isimli bir kıza uzaktan aşık olmuştu. Ona dair şiirleri de vardı. Bu yüzden kendisine takılmaya başlamıştık. Bu şakalardan mutlu olduğunu da görüyorduk.

Kaymakam uygun bir arabayı bize tahsis edince de Çaycuma'nın yolunu tutmuştuk. O uzaktan aşkın üstünden yarım asır geçmişti. Ahmet Ağabey Türkan'ın evinin yerini biliyor musun?" diye sorduğumuzda, "Ağaçlıklı bir derenin içindeydi. Yakınında bir cami vardı..." cevabını alıyorduk. Elli yılın ardından Çaycuma'nın çok değişmiş olabileceği muhakkaktı. Şehri şöyle bir dolaştıktan sonra bir tepeye çıkıp çevreyi incelemeye başladık. Biraz ötelerde yine bir tepe, eteklerinde ağaçlık bir dere, yanı başında bazı evler ve bir de cami göze çarpıyordu.

Kararı verdik, o tepeye çıktık. Her şey bir şaka gibi, güle eğlene cereyan ediyordu ama, biz yine de gerçek bir aşkın canlandırmasını yaparcasına o tepenin etrafına yayılmıştık. Her birimiz başka bir noktadan dere yönüne sesleniyorduk." Türkâan Türkâan..... Türkâan... Türkân..." seslerimizin yankısı dereyi doldurur gibi oluyordu. Dönüp dolaşıp yine Ahmet Tufan'ın yanına varıyorduk, biraz daha ipucu istiyorduk. O da tatlı, muzip bir gülüş içinde "Biraz daha seslenin belki duyar gelir" diyordu.

Kendi hesabıma kafamda bir film senaryosuna bile başlamıştım. İçinde romantizmi de barındıran tatlı bir komedi neden olmasındı....

O tepede bir saatten fazla hoş bir oyalanmanın ardından, Ahmet Tufan'ın yaşdaşı Halil Soyuer kaşlarını çatmaya başladı. "Yeter artık, gidelim..." diyordu. Ancak kimsenin gitme niyeti yoktu. Bu defa Halil Soyuer iyiden iyiye ciddileşti. "Yeter arkadaşlar hep Tufan'ın hatırına çalışıyorsunuz. Hadi, bir de Beycuma'ya gidelim... "Beycuma da nereden çıktı?" denilince Halil Soyuer taşı gediğine koydu. "Benim de Beycuma'da elli yıl önce Nafile diye bir sevgilim vardı, şimdi de onu arayacağız..."

Bu tür seyahatlerin şiir matineleri kadar güzel olan bir yanı da böylesine şakalar, sohbetler ve hatıralar. Ne var ki değişik il ve ilçelerde daha sonra bazılarına katıldığım şiir günlerinden pek zevk almamaya başlamıştım. Bellibaşlı şairlerimizden çoğu dünyaya veda etmişti. Artık o birikimli kadrolar oluşamıyordu. Ayrıca bir de bakıyorduk ki otuz, kırk, elli, bazen yüz kişiyi bulan şair listeleri bulunan "şiir " programları yapılmaya başlanmıştı ama, şiire pek nadir rastlanıyordu. Zamanla, Elazığ'daki "Hazar Şiir Akşamları" Bayburt'taki "Şair Zihni Şiir Şölenleri" gibi bir kaçının dışındakilere mümkün olduğunca katılmama düşüncesine varmıştım. Bu vesile ile Hisar'ın önde gelen şairlerinden Mustafa Necati Karaer'i daha çok anmaya başlamıştım. Karaer bu tür davetlerin hemen hemen hiçbirine katılmazdı. Bu tavrıyla, "Benim işim şiir yazmak, şiir okumak değil..." mesajını verir gibiydi.

Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...