Bir kayışın tesirinden bir koğuşun tesirine

Abone Ol
Bugün ben yazmayacağım, İstanbul Barosu Genel Sekreteri değerli dostum Avukat-Yazar Hüseyin Özbek’in “Bir Kayışın Tesirinden Bir Koğuşun Tesirine” başlıklı mükemmel yazısını paylaşacağım sizlerle… 
Evet buyurunuz:
“Bir Kayışın Tesiri" Ömer Seyfettin’in Türk’ün aidiyet duygusunun kaybına ilişkin çarpıcı hikayesinin adıdır. Osmanlı İmparatorluğunun en uzun yüzyılının kısa ömürlü büyük yazarı (1886-1920 ) çöküş döneminin toplumsal buhranlarını, siyasal çekişmeleri, aymazlıkları kaleme alır. Usta işi kısa hikayeleri dağılma döneminin ibretlik panoraması gibidir. Yüz yıl sonra yeniden çöküş ve dağılma psikolojisinin toplumsal bilinci tutsak ettiği bir süreçte Ömer Seyfettin’e kulak vermenin zamanıdır.
Sözü fazla uzatmadan belden başlayıp beyini kelepçeleyen kayışın hikayesine geçelim; Bir subay arkadaşıyla Eminönü’nde Valide Kıraathanesi’nde oturan yazar, komşu masada kalpaklı, bıyıklı dev gibi bir adamın çetin bir Çerkez şivesiyle karşısındakilere bir şeyler anlattığını görünce dikkat kesilir. Arkadaşına kalpaklının Kafkasya’dan yeni gelmiş bir Çerkez olabileceğini söyler. Zabit gülmeye başlar, yazara tahmininin doğru olmadığını, kalpaklının Çerkez taklidi yaptığını söyler. Yazarımız sandalyeye ata biner gibi oturan, elindeki gümüş savatlı kamçısıyla çizmesinin konçlarına vurarak hiç Türkçe bilmez bir Çerkez fesahatiyle  takur tukur konuşan adama bu kez dikkatle bakar. İkna olmamıştır. Arkadaşının alay ettiğini düşünmektedir. Zabit yeminle kalpaklının Harbiye’den sınıf arkadaşı olduğunu, Cuma günleri Çerkez gibi giyindiğini anlatır. Yazarın kalpaklının Çerkez değilse bile Gürcü, Çeçen, Lezgi olup olmadığı sorularının hepsine hayır yanıtı veren dostu; taklitçinin ana tarafından Germiyanzade, baba tarafından mirliva olduğu halde hala dilini düzeltememiş bir Kastamonulu olduğunu söyler. Gerisini hikayeden alıntılayalım;
“O halde bu Türk niçin herkese kendisini Çerkez zannettirmek istiyor?” diye sordum.

Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı;
“Bak sana anlatayım niçin“ dedi. ”Bu sahte Çerkez’in adı Mahmut Bey’dir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir arkadaşı kendisine Karamürsel’den gayet zarif bir Çerkez kayışı getirdi.Bu kayışı hepimiz gördük. Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı. Mahmut Bey bu kayışı beline taktı. 

O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkezlerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç tanımadığı olmadığı halde sahte tezkere getirterek Karamürsel’den sılaya gitti. Harbiye’ye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey Türk şivesini kaybetti. Büyük fedakarlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçeyi unutmuştu. Ama Çerkezce de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel bir Çerkez şivesiydi. Adını alay için “ Çerkez Mahmut “ takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar ederdi.”

Zabit, Çerkez Mahmut Bey’in meşhur bir Çerkez paşaya intisap ettikten sonra onunla Kafkasya’ya kaçtığını, milliyetiyle ilgisi olmayan yerleri öz vatanıymış gibi gezdiğini, 2. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a döndüğünü, bütün mesaisini Çerkezlik için çalışmaya verdiğini, garip bir şive ile Adige propagandası yapmaya başladığını, babasından kalan serveti Çerkez Tarihi yazacak muhabire adadığını anlatır.

Sözün burasında yine hikaye metnine dönelim;


“Acaba akrabaları içinde Çerkez filan yok mu?"

Arkadaşım: "Yok be yahu! Diye elini taş masaya vurdu, halis muhlis Türk diyorum! Hala bir kelime Çerkezce bilmez. Karamürsel’den getirdiği Çerkez kayışında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkezlik sevdasına düştü.”
Arkadaşı bir süre daha yazara cesaret abidesi görünümlü kalpaklının geçmişinden gülünç anılar nakleder.  O’nun ömründe hiç muharebeye girmediğini, seferberlik zamanını tanıdıklarının iltimasıyla hep cephe gerisinde geçirdiğini anlatır.

Son bölümden alıntıyla  bitirelim hikayeyi:

“Biz konuşurken  Çerkez Mahmut Bey gülerek, yanındakilerle Çerkezce şakalar ederek kalktı. Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel’den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek “millettaş” celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olamadığını düşündüm.”
Yüz yıl öncesinin Türklerinin aidiyet duygusunu yok eden kayışları bırakıp, günümüzdekilerin bilincini buharlaştıran koğuşlara gelelim. Hikayenin güncelinden açalım sözü:
Antalya’daki Gezi Parkı protestoları sürecinde Kırmızı Fularlı Kız olarak ünlenen Ayşe Deniz Karacagil, 2 Ekim 2013’te tutuklandı. 4 ay 6 günü Alanya Mahmutlar L Tipi Kapalı Cezaevinde PKK’lıların koğuşunda geçen tutukluluğun ardından 6 Şubat 2014’te tahliye edildi. Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) üyesi olmakla suçlanan kırmızı fularlının tahliye edilir edilmez PKK’ya katılıp Rojova’ya (Kuzey Suriye) geçtiğine bakılırsa, 4 ay 6 günlük hızlandırılmış koğuş eğitiminden geçirildiği anlaşılıyor!  
Yurtdışında yayınlanan Yeniden Özgür Politika gazetesinden, “Kürt özgürlük mücadelesi”ne katılmaya cezaevinde iken karar veren kırmızı fularlının dağdaki adının Destan Yörük olduğunu öğreniyoruz. 
Özgürlük savaşçılığı narkozuyla tutsaklık tetikçisine dönüştürülen Yörük kızının nasıl bir atmosferde Kürtçüleştiğinin şifreleri koğuş arkadaşlığında gizli. At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur demiş Dede Korkut. Biz Türk olarak girdiği mahpus damından Kürtleşerek çıkan Destan Yörük’ün hikayesini anne, baba ve avukatının ağzından özetleyelim; 
Nuray Erçağan kızının PKK’yı tercihinde Alanya Cezaevi’ndeki ilk gününde yaşadığı bir olayın etkili olduğunu söylüyor: “Alanya Cezaevi o kadar soğuk ki, üşüyor. Sürgün gittiği için üzerinde 150 lirası yok ve kantinden battaniye alamıyor. PKK’lı koğuş arkadaşı Serhildan battaniyesini kesiyor ve onunla paylaşıyor. Deniz’in en son okuduğu kitap Diyarbakır Zindanları. Oradaki halkın işkence gördüğünü okudu. Hadi bu kitaba inanmadı. Deniz 4 ay 6 gün boyunca 13 Kürt kızıyla cezaevinde yattı. Onların hikayelerini dinledi ve kendisini onların yerine koydu. Onların savaşına göre kendi savaşımını, bizim Türk soyunun, sosyalistlerin yaşandığı savaşı daha basit gördü. Deniz neden bu kararı aldı. Deniz, “Ben özgürlük savaşçısı olacağım” dedi.”

İşin romantizm boyutunu, sevda faslını yine anneden dinleyelim: “Yine bir Kürt arkadaşına aşık olduğunu söyledi. Ben kendimi Deniz’in yerine koyuyorum. Eğer Küba’da olsaydım Che’ ye aşık olurdum. Gençle tanışmadım. İsmi Memin diye biliyorum. Bir gece “Aşık olduğum adam, sevdiğim adam” diye bahsetti. O gerillaya katıldı mı bilmiyorum. Ama Deniz’in PKK’ya katılması ‘O giderse ben de giderim” gibi küçük bir şey değil. Deniz aşk için gitmedi.”
Baba Ömer Faruk Karacagil’e dönelim: “Hapishane onu iki yönlü etkiledi. Antalya’da tutmadılar kızımı götürdüler. 130 kilometre mesafedeki Alanya hapishanesine tıktılar. Orada da PKK’lı 13 kadın arkadaşla tanışmışlar. Kendisi mecburen orada o güzel insanları tanımış. Benimsemiş herhalde düşüncelerini. Bize açmadı ama benimsemiş olmalı ki böyle bir şey yaşandı.”
Son söz savunmanın deyip Av. Hakan Evcin’le bitirelim hikayeyi; “Ayşe Antalya’da DHKP-C li bir kişiyle aynı koğuşta kalırken, hiçbir disiplin cezası almaksızın Alanya’ya sürüldü. Alanya’da da tamamı PKK’lılardan oluşan bir koğuşa gönderildi. Biz cezaevi yönetimine itirazda bulunduk ancak kabul edilmedi. Deniz bu esnada koğuşta Kürtçe öğrendi. Onlarla dertleşti ve en sonunda da isyan etti. Böyle olacağı belliydi.”
Buraya kadar özetlediğimiz utanç destanını bırakıp tekrar günümüze dönmek üzere biraz geriye gidelim. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde de Yörükler dağa çıkmıştı. Çukurova’ya Fransız, Ege’ye Yunan gavuru girince Yörük Ali Efe’ler, Demirci Mehmet Efe’ler, Sarı Zeybek’ler mavzeri omuzlayıp Torosları, Aydın Dağlarını mesken tutmuşlardı. Gavuru denize dökünceye kadar da inmemişlerdi. Çukurova’yı, Ege’yi işgalcilere dar eden Koca Yörüklere gün gelip kimi torunlarının, uğruna kan döküp can verdikleri Cumhuriyet’e silah çekeceklerini söyleselerdi inanırlar mıydı dersiniz?

Tekelci sermayenin tekelci medyasının Kandil güzellemelerinin, PKK’ lıların gitar çalan romantik çocuklar olarak modelleştirilmesinin kimi gençler üzerinde geçen yüzyılın Çerkez kayışından daha etkili olduğu anlaşılmaktadır. Vatansız sermayenin dolma kalemlerinin,  emeğin yanında, mazlumun safında olması gereken solun ulus devlete düşmanlaştırılmasındaki rolü gözden kaçırılmamalıdır. Emek safından koparılıp sömürge soluna dönüştürülen, vatansızlaşan, bayraksızlaşan bir ideolojik iklim, aidiyet bilinci yok edilen Yörükleri terör örgütüne devşiren istasyon görevini yapmaktadır. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kodlarının karikatürleştirildiği, ülkenin kurucu liderinin model olmaktan çıkarıldığı bir sürecin sonucunu tahmin etmek çok zor değildir. Geçen yüzyıl başlarının zehirli Mütareke atmosferinin toplumu yeniden esir aldığı bir ortamda sivil direniş sanısıyla emperyalizmin Fıratsız, Diclesiz, GAP’sız Türkiye projesinin en son halkası olma görevi verilen Yörük kızı ne yazık ki son örnek olmayacaktır.