Bir devrin kapanışı

Abone Ol

Bir
 devrin kapandığını görmek istemiyorlar. Balyoz Davası’nda tahliyeler gelince, bazılarında “militarizmin yeniden canlandırılabileceğine” dair bir heyecan, bazılarında da “galiba foyamız meydana çıkıyor” kaygısı belirdi. Birinci gruptakiler iflah olmaz militarizm taraftarları. Onlara göre “laiklik, batıcılık, devletçilik” üçlemesine dayanan Kemalizm ideolojisi, ancak ordunun gücüyle ayakta tutulabilirdi ve “şeklen demokrasi” olsa da bütün partiler devletin dayandığı bu anlayışı, “temel ilkeleri”  benimseyerek ancak ülkede siyaset yapmalıydılar.

Ordu, bunun garantisi ve denetleyicisi yani
 “rejimin bekçisi” olmalıydı. Bekçisi ordu olan rejime, demokrasi denemeyeceği, böyle rejimlerin “militarist – faşizan rejimler” olarak tanımlanması, onların umurunda değildi.

İkinci gruptakiler ise, Türkiye’nin demokratikleşme yolunda, “militer iktidar blokunun” tasfiye edilme sürecinde, bürokrasinin muhtelif kadrolarında, sivil güvenlik mekanizması içinde ve adli kurumlarda, ele geçirdikleri mevzilerden, “militer yapıdan boşalan alanda” iktidar üretme eğilimine girince, meşru siyasete karşı “anti- demokratik bir bürokratik cunta” tertibine girişeceklerdir.

Savrulmalar

Bu iki yapı, örgütsel olarak farklı yerlerde bulunsalar da anti-demokratik tavır alma konusunda, siyasete bakış tarzlarında paylaştıkları monolitik dünya görüşü, otoriter anlayış bakımından, aynı yerde durmaktadırlar.

Bugün gelinen noktada, Türk demokrasisi kurumsal olarak, daha ileri bir aşamaya yürümektedir. Bu açıdan, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının verilmesi ve mahkemece “yeniden yargılamaya işlerlik kazandırılması” bu yeni aşamanın göstergeleri olarak değerlendirilebilir.

Darbeler, askeri müdahaleler tarihi yüz yılı aşan bir devlet geleneğinde, darbecileri mahkûm etmek kadar bu zihniyeti itibarsızlaştırarak, buna yönelmiş olanların, orduyla irtibatının kesilmesi de önemlidir. Nitekim Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı, Balyoz gibi cunta ve darbe girişimlerinin tasfiye edilmesiyle beraber Türk Ordusu’nun “askeri fonksiyonları ön plana çıkmış” olduğu söylenebilir.

Türkiye’nin içinde yaşanılan sorunlu bir bölgede, başı dik yaşamanın ilk şartı, devlet ve toplum arasındaki güven duygusunda kuvvetli olmasıdır. Bunu sağlayacak olan şey istikrardır ve istikrarı yaratacak olan şey de demokrasidir. Bu ülkede, devlet içinde sorun yaratmak isteyenler, “orduyla siyaset arasında” çatışma bekleyenlere millet, o alışılmış söyleyişiyle vesayeti kaldırarak yani militarizmi tasfiye ederek gereken cevabı vermiş bulunmaktadır.

Devlet ve hukuk

Sürecin uzaması ve sorunlu hale gelmesi, “demokrasi dışı güçlerin” devlet içerisinde ele geçirdikleri mevzilerin konumlarıyla alakalı olduğu kadar, “toplumsal yapının çoğulculaşmasının gecikmesiyle” de ilgilidir. Bazı “sivil yapıların” demokrasiyi içselleştirememesi “otoriter, kapalı mahiyetleri” onları militarizme karşı yapılan mücadelede, devletin iktidarı alanında fırsatçılığa iterek demokrasi ve hukuk mücadelesini sekteye uğratmıştır.

Bir hukuk sistemi, bir yargı düşününüz ki, darbe planını yapan “cunta örgütlenmesini” her askeri kurumda var olan hiyerarşik yapıda, askerlik hizmetinin gereği olan görevlilerden ayırmayıp, onları da cuntanın bir uzantısı gibi değerlendirerek, işi çıkmaza soksun. Bu kabul edilebilir bir durum değildir.

Soruşturma ve yargılama aşamalarında usullere riayet etmeden,”hak ihlaline” yol açan, kararlar verilmesi kabul edilebilir olmadığı gibi, bu davranış bizatihi demokrasi mücadelesini baltalamıştır. Kısaca bütün bu zorluklarına rağmen, demokratikleşme sürecinde ısrar etmek ve bunun bilincinde olarak “siyasi irade koymak” sorunun çözümüne yaklaşıldığının habercisidir. Neresinden bakılırsa bakılsın bir devrin sonuna gelinmiştir.