Bilgi Üretimi ve İslâm

Abone Ol

Körü körüne bilgi taklit etmek bilgi üretimine mani olduğu gibi ilme olan talebi azaltabiliyor. Bu yüzden hazır bilgilere konmak marifet değil, asıl marifet yeni fikirler üretebilmektir. Şayet bilgi üretemiyorsak, biliniz ki fikir alanında dogmalaşma söz konusudur. Bakın, ideolojilerin ömrü 15-20 yılı geçmemekte. Sebebi belli; fikir yelpazeleri dogma üzerine kurulu olduğu için elbet. Sadece dogma ekseninde kalsalar kendileri açısından pekte fena durum sayılmaz, ama bir bakıyorsun hafif esen bir rüzgârla her an toz duman olabiliyorlar. Derken onlar için çöküş kaçınılmaz bir kâbus olur da.

Peki, ‘hay aklınla bin yaşa’ deyip akla aşırı misyon yükleyenlere ne demeli. Bir kere akıl bir yere kadar yol arkadaşı, varacağı menzil sınırlıdır. Ve bir noktadan sonra akıl melekesi sus pus olabiliyor. Ah zavallı akıl durduğu noktada daha ne yapabilir ki, demek ki gücü bu kadarmış, akıl gücünün erişemediği sahalara ancak şeriat, tarikat, marifet ve hakikat mertebelerinden geçmiş feraset ehli girebiliyor. Dolayısıyla akıl vahye teslim olmak zorundadır. Ki, vahiy maddeden manaya her şeyi kuşatan ebedi bir soluktur. Bu soluk olmalı ki; akıl firar etmesin. 

Malum, İslâm ve ideoloji asla bir araya gelmeyecek iki zıt kavramlardır. Şöyle ki; biri ilahi, diğeri beşeidir. İlla bir ideolocyadan söz edilecekse bizim için ancak İslam’ın ana caddesi hükmünde Kur’an, Hadis, İcmâ-i ümmet ve Kıyası fukahadan müteşekkil Edille-i Şeri’yye ideolocyamız olabilir. Öyle ki bu şer’i deliller ana caddeden sapmamızı önlediği gibi bilgi üretimine yönelik ilham kaynaklarımız olur da. Yeter ki, o engin kaynaklara aşkla şevkle başvuralım gerisi gelir elbet. Keza bu şevk olmalı ki; akıl ideolojilerin oyuncağı olmasın.

Tabii bitmedi, bu dört kaynağa bağlı destekleyici nitelikte diğer tali ‘ihsan, maslahat ve örfü’ delillerde var. Ancak şu da bir gerçek; her şer’i delil zaman aşımına uğradığında açıklanmaya muhtaç olabiliyor. Bilhassa Kur’an beşer idrakinin çok üstünde ana kaynak olması hasebiyle deliller içerisinde en fazla açıklanmaya ihtiyaç duyulanıdır. Teşbihte hata olmasın Kur’an anayasa hükmünde bir kitaptır, bu yüzden Kur’an’ı açıklayıcı bir ansiklopedi kitabı gibi düşünemeyiz. Bakın, ülke anayasaları bile yorum gerektiriyor ki, habire yasama faaliyetlerine muhtaç durumdalar. Kaldı ki Kur’an Allah kelamıdır, beşeri anayasalardan daha çok yorum gerektirir. Bu yüzden Kur’an her devrin idrak seviyesine göre tefsir edilir de. Yeter ki, her devre ait meselelerin çözümüne yönelik fikir üretiminden (içtihadın) vazgeçilmesin, tefsir faaliyetleri hız kesmez de. 

Evet, her devrin idrakine sunulan Kur’an’ın anlaşılmasına yönelik faaliyette ilk başvurulacak kaynak hadis olacaktır, hadisten sonrasını icmâ-i ümmet, kıyası fukaha, ihsan, maslahat ve örf gibi fıkhı deliller takip edecektir. Tabii bu arada ana kaynaktan uzaklaştıkça icabında hadis-i şeriflerde açıklanmaya muhtaç olabiliyor. İşte bu noktada sahabenin re’yi (görüşü), tabiinin ve ulemanın içtihatları Hızır gibi yetişir de. İyi ki de birbirinden eşsiz paha biçilmez böylesi engin fıkhı kaynaklarımız var. Böylece Ümmet-i Muhammed bu engin kaynaklar sayesinde yıllar boyu vahiy ve sünnet pınarından akan nur damlalarından kana kana susuzluğunu gidermiş olur. Yeter ki dini vazife olan içtihadın hakkı yerine getirilsin nur kaynağı pınarlar ebediyet kazanır da. 

Anlaşılan o ki, kitap ve sünnet her devir için açık hüküm içermemekte. Zaten bu işin tabiatı böyle, isteseniz de sabitleyemezsiniz. Madem İslam dogma değil,  hem madem zamana karşı elastiki özellikte bir din söz konusu, o halde her devir insanın idrakini aydınlatacak ulemaya ihtiyaç duyulması gayet tabiidir. Çünkü müçtehit olmadan içtihat edilemez. Dün nasıl ki medreseler eliyle bu ihtiyaç giderilmişse, pekâlâ aynı misyonu bugünde üniversiteler yerine getirebilir. Buna mecburuz da.  Üniversiteler bu fonksiyonu icra etmeli ki, her devrin insan idraki nasslardan istifade edebilsin. Yani hüküm çıkarmak âlime,  istifade etmek bize düşer. Malum, hüküm çıkarmak her yiğidin harcı değil, müçtehidin harcıdır. Öyle ki, müçtehitler adeta okyanustan inci çıkarırcasına olanca gücünü harcayıp öyle hüküm veriyorlar. Anlaşılan, ilim yolunda kılı kırk yarmadan içtihat etmek kolay değil. Bakın, Rasulullah'ın (s.a.v.) bu hususta Muaz b. Cebel’e bir dizi sorular sorduktan sonra Muaz b. Cebel’in “Rey’imle içtihat ederim” demesi İslâm’da içtihadın önemini ortaya koyan en can alıcı son nokta atış bir cevaptır. Hakeza yine Peygamberimizin (s.a.v.), Muaz b. Cebel’e “Peki ya, aradığın hükmü kitap ve sünnette bulamazsan..” sual tevdi etmesi de, bir başka açıdan her mevzuunun Kur’an ve hadiste  apaçık bulunamayacağının bir göstergesi sorudur. 
  
İşte görüyorsunuz Kur’an ve hadis okumakla iş bitmiyor, özüne vakıf olmakta lazım gelir. Kaldı ki beşeri kanunlarda bile izahata ihtiyaç duyulurken,  ilahi hükümlerde haydi haydi içtihat müessesesine çok daha ihtiyaç duyulacaktır. Bakın İngiltere’de yazılı bir kanuna ihtiyaç duymadıklarından hukuk adamı orada örf ve âdeti açıklayan makam olarak görülür. Fransa, Almanya, İsviçre ve Türkiye gibi yazılı kanunların bulunduğu ülkelerde ise hukuk ilkelerine açıklık getiren hukuk hâkimi söz konusudur. Nasıl ki,  insanoğlu tarafından hazırlanan yazılı ya da yazılmamış örfü kanunların açıklığa kavuşturulmasına yönelik bir muhatap makam gerektiriyorsa, Kur’an ve hadis gibi kutsal metinlerin (nasslar) izahı için de “Ehl-i hal ve akd” zümresine ihtiyaç vardır. Hiç kuşkusuz bu ihtiyacı karşılayacak makam ulema ve ümera heyetidir. Zira bu makamda bulunan Ehli hal ve akd zümresinin her bir ferdi nassların inceliğine vakıf olduklarından içtihat için başvurulacak birinci derece danışma heyetidir. Bakın, Osmanlı döneminde Süleyman Kanunnameleri hazırlandığında o günün ulema ve ümera makamını temsil eden “Ehl-i hal ve akd” danışma kurulunun fikrine başvurulmuştur. Ve bu üst kurulun görüş ve düşünceleri istikametinde kanunname ve nizamnameler oluşturulmuş bile. Derken zaman içerisinde örf hukuku doğmuştur. Hiç kuşkusuz bu hukukun oluşumunda en büyük pay sahibi ulema ve ümeradır. Kelimenin tam anlamıyla bu ilim şerefi onlara ait bir nişandır. Ne mutlu nişanı bin nişan olanlara. 
   
Demek ki, her izaha muhtaç mesele bir toplumun alışılmış kalıplarından sıyrılması ve kopuşu demek olacağından, içtihat ve bilgi üretimini zorunlu kılmaktadır. Yeter ki,  açıklanmaya muhtaç nasslardan hüküm çıkarabilecek ehliyete haiz ilmiyle amil bilge şahsiyetlerin yetiştirilsin bak o zaman aydınlık yarınlar doğar da. Aksi takdirde müçtehitlerin aydınlatmadığı toplumu, cahil cühela (fikir şarlatanlarınca) aydınlatacaktır. Şurası muhakkak müçtehitler nasslardan hüküm çıkarırken içinde yaşanılan devrin şartlarını da göz önünde bulundurarak hüküm çıkarıyorlar. Bu gayet tabiidir. Bir kere İslamiyet zorlaştırmak için değil kolaylaştırmak için vardır. Yani dinimizde işi kolay kılmak esastır. Böyle olunca da beşeri hayat çile olmaktan çıkabiliyor. Çıkınca da bunda en büyük pay sahibi içtihatlarıyla ümmetin sıkıntısını gideren rabbani âlimler sorumluluğun yerine getirmişliğin mutlulukla ferahlamış olurlar. Zira Allah Resulü “Kim bir müminin sıkıntısını giderir sevindirirse Allahta kıyamette onun bir büyük sıkıntısını giderir” buyurmaktadır. Ne mutlu onlara ki çağları aydınlatıp ışık oluyorlar. Her ne kadar İslam tarihinde bilhassa XII. asırda içtihat kapısını kapamaya çalışan bir kısım aklı evveller olmuşsa da bu İslam'a asla gölge düşürmeyecektir.

Şu bir gerçek içtihatta bulunmak felsefe yapmak değildir. Bir kere İslam beşeri kelam değil ki felsefesi olsun. Malum, vahyi akli görüşle kıyas etmek doğru olmasa da, anlaşılması bakımdan şunu söylemekte fayda var; batının metodolojisi akıl, ideoloji ve felsefedir, İslâm’ın vahiy ve hadistir. İşte batı ile doğuyu ayıran en belirgin hat budur. Birinde vahyin öncülüğünde asrın meselelerine çare olmak vardır, diğerinde ise kuru mantık çerçevesinde olayları çözme eğilimi söz konusudur. Eeeh ne yapsınlar, Vahye inanmayanlar ister istemez ideoloji peşinde koşup idraklerine deli gömlekleri geçirmiş olurlar da. Hadi bu gömleği çık çıkarabilirsen. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bir ideolojinin ömrü 15-20 seneyi geçmemekte, ancak bu süre sonunda bu gömlekten kurtulmak mümkün olabilir. İşte köksüz akımlara kapılmanın varacağı son nokta bu kör kuyudur. Öyle ki, düştükleri kuyudan geriye dönüp şöyle baktıklarında ‘bunca zamanı boşa geçirmişiz’ dedirten son noktadır. İyi ki de Kur’an var,  bu sayede tüm insanlık, tüm çağlar derinlemesine soluk alırda. Her ne kadar insanoğlu beşer şaşar misali ara sıra ilahi olandan sapsa da sonunda pişman olup tekrar kutsala dönüş yapabiliyor, el mahkûm ruhu aydınlatacak soluk sadece ilahi kaynaklarda mevcut.  
     
İlahi soluğu engellemeler her devirde olacak, bu kaçınılmaz. Elması olan ağaç taşlanır, bu gayet tabii bir durum. Ancak elmaların tükenmemesi içinde sürekli bilgi donanımını diri tutmak gerekir. Bu da yetmez düşmanın silahıyla silahlanın gerçeğinden hareketle yeni bilgiler üretmek gerekir. Bir kere taklidi bilgiler (kopya bilgiler)  bilgi üretimine manidir. Her ne kadar taklitten bir şey olmaz diyenler olsa da, biz onlara kulak asmadan en azından “Fikir üretme! Üretene de fırsat verme!” orta çağ zihniyetini yıkmak için fikir üretmeye değmez mi. Elbette ki değer, Allah korusun yasakçı zihniyete fırsat verildiğinde biliniz ki bizde ilim adamı yetişmiyor serzenişiyle daha çok yakınacağız demektir.  Maalesef bu tip serzenişler tarihin her devrinde görülen aynı kısır döngünün birer fotoğraf kareleri olarak karşımıza çıkabiliyor. Oysa dinimiz içtihatta bulunmayı irşâd vasıtası olarak görmekte. Yeter ki, fikir üretene fırsat tanınsın böyle çabalar meşru addedilir de. Bakın, Peygamberimiz (s.a.v.) içtihadında yanılana bir sevap, içtihadında tam isabet edene iki sevap müjdelemiş bile. Hadis-i şeriften anladığımız şu ki; Ümmet-i Muhammed’in her an karşı karşıya kalabileceği müşküllerin giderilmesi için bilgi üretimine teşvik vardır. Madem öyle; Müslümanların her an karşılaşacakları yeni meseleler karşısında çıkmaza sürüklenmemesi için bilgi üretimi noktasında başvuracağı kaynaklar:

-Kitap
-Sünnet
-İcma-i ümmet
-Kıyas-ı fukaha
olmalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.), uygulamalarıyla fikri üretimi teşvik ettiği gibi, ashabına huzurunda ve gıyabında içtihat yapmasına müsaade etmişte. Sadece hoş karşılanmayan durum, sadece Rasulullah (s.a.v.)’ın huzurunda tek başına ve O’nun tasvibine sunmaksızın fikir yürütmektir. Keza adab günümüz için de geçerli bir akçe. Hani derler ya “Âlimin yanında dilini, evliyanın yanında kalbini sağlam tut”, aynen öyle de bize haddimizi hududumuzu bilmek düşer. Anlaşılan İslâm’da fikir ve bilgi üretimi kadar adap, usul, erkân gibi ulvi hasletlerde çok mühimdir. Nasıl mühim olmasın ki, ötelere edeple varmalı ki, lütufla dönüş vuku bulsun. 

İslâm hayatın bütününü bilgilendirir


Bir an adap ve edepten mahrum meclislerin halini bir tahayyül ettiğimizi düşleyelim, hiç kuşkusuz böyle meclisleri ya şarlatanlar,  ya da iç ve dış şeytanların idare ettiğini göreceğimiz bir düşle uyanacağımız muhakkak. Düşü böyleyse kim bilir gerçeği nasıldır. Hiç kuşkusuz bu noktada bir kez daha adap ve erkânın önemi ortaya çıkmış olur. 

Değil mi ki şeytan huzurda edebe mugayir kıyasta bulundu, onun bu edebe aykırılığı huzurdan kovulmasına yetmiştir.

Değil mi ki şeytan “Âdem topraktan, ben ateşten secde etmem” kıyasında bulundu ebed-ül ebed nar-ı cehenneme çarptırılmasına yetmiştir.

İşte görüyorsunuz şeytanın düştüğü bu gayya kuyusundan tüm inananlar için birçok ibretlik dersler var. Şöyle ki; bir kula yakışan bilgelik taslamak değil, huzurda boyun bükmek yaraşır. Öyle boyun bükmeli ki; huzura varıldığında lütufla dönülebilsin. Hiç kuşkusuz şeytanın bilgeliği tartışılmaz derecede meleklerin akıl hocası bir mevkiiydi,  buna itirazımız yok zaten, itirazımız adapsızlığınadır. Meğer tek başına bilgelikte bir değer değilmiş, bilgiyi edeple taçlandırmak gerekiyormuş. Hakeza içtihatta öyle, yani haddini ve hududunu bilmek kaydıyla güzeldir. Yol yordam bilmeden, usul edep olmadan bilgelik neye yarar ki. Bakın,  Ashab-ı Kiram, Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda içtihat etmiş ama adab, usul ve erkânına riayet ederek görüş bildirmiş. Nitekim Peygamberimiz  (s.a.v) Müslümanları namaza nasıl davet edileceği hususunu ashabı arasında istişareye açtığında, sahabeler kendi görüşlerini ortaya koymaktan imtina etmemişler. Derken Abdullah bin Zeyd’in rüyasına konu olan ezan kabul görüp tevhid meşalesi olmuşta.

Peki, Rasulullah (s.a.v.) dar-ı bekaya intikal ettikten sonra ictihad süreci nasıl işlemiş? Malum, kitap ve sünnette açık hüküm yoksa sahabe içtihadı devreye girmiştir. Tabii sahabe içtihadından kasıt sahabenin tümü değil elbet. Bir kere Rasûlullah’ı (s.a.v.)  gören sahabe sayısı 140 bindi, ama hüküm aktaran sahabe sayısı 130 kadardı. İyi ki de hüküm aktaran bu çekirdek kadro varmış. Bilhassa bu çekirdek kadro Allah Resulünün ahrete intikaliyle başlayan ilk dört halife döneminde, karşılaştıkları her yeni meselede öncelikle kitap ve sünnete bakmışlar, şayet altından kalkılacak gibi değilse kendi aralarında istişare edip meselelerin üstesinden gelmesini bilmişlerdir. Nitekim Hz. Ömer (r.anh) herhangi bir meseleyle karşılaşıldığında nasıl bir yol izlenme hususunda ortaya metodoloji (hüküm) koymuş bile.  Nasıl mı?  İşte,  Hz. Ömer (r.anh) Kadı Şureyh’a bu hususta şöyle tavsiyede bulunmuş: “Kitaptan açıkça anlayabildiğinle hükmet, şayet kitabın tamamını bilemezsen, Resulullah’ın hükmettiği ile hükmet, bunun hepsini bilemezsen doğru yolda olan alimlerin kazaları ile hükmet, bunların da tümünü bilemezsen rey’inle içtihat et, alim ve Salih kişilerle de istişare eyle..” 

Tartışmasız; İslam’da istişare vazgeçilmez bir ilkedir. Maalesef günümüzde, kraldan çok kral kesilip hiç kimseye sorma tenezzülünde bulunmayıp kendi başına buyruk kesilen çok insan var.  Aslında bu şeytani aldatmanın neticesi bir huydur. Aynı zamanda çıkmaz bir yoldur. Bu çıkmaz yollara düşen kolay kolay iflah olmaz da. Bir kere kendi aklını yanılmaz rehber kılmışlar, bu yüzden dışa kapalı ve sağırdırlar.  Hele bir insan şeytani aldanmışlığa düşmeye dursun başkalarını hiçe saydığının farkında bile olmaz. Dolayısıyla ne aldatan ne de aldanan olmalı, her daim uyanık olmak mecburiyetimiz var. Şeytani, nefsanî ve kötü arkadaşların aldatıcı kıskaçlarından korunmak için mutlaka rabbani âlimlerin eşiğine yüz sürmek gerekir. Kendini yanılmaz rehber gören kim ne bulmuş ki biz de bulalım. Bizim için danışmak kurtuluş rehberidir. Bakın atalarımız; “Danışan dağları aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış” demiş. Besbelli ki bilge insandan mahrumiyetlik, yanılgılara yol açtığından böyle demişler. Zaten sağlıklı karar vermenin yolu, âlimin eşiğine varmak ve ilim meclisinde bulunmaktan geçiyor. Nasıl mı? İşte, İmam-ı Azam, İmam Şafi, İmam Hanbelî ve İmam Malik gibi zatlar bile kendiliğinden ışık kandili olmuş değiller. Bakın,  Ebu Hanife’nin üstadı Hammad b. Ebu Süleyman’dır, İmam Şafii’nin üstadı İmam Malik ve Ebu Hanife’nin rahle-i tedrisatından geçmiş Muhammed b. Hasen’dir.  Hakeza İmam Malik’in beslendiği kaynak ise Medineli yedi fakihin yetiştirdiği Nafi, Zühri, Ebü’z-zinad, Rebiatürre’y ve Yahya b. Said gibi talebelerdir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var: Ahmed b. Hanbel uzun süre İmam Şafii'ye talebelik ettiğinden, onu Şafii addedenlerde olmuş. Her neyse asıl bizi ilgilendiren husus şu ki, bilgi yolunda bilge şahsiyetlerle bağ kurmak esastır. Onların rahle-i tedrisatından geçmeden kendi kendine yol alınmıyor. İmam-ı Azam gibi zatlar gökten zembille inmediğine göre, bu işin usul kaidesi bu olduğu anlaşılmakta. Hani derler ya, ya âlim olacaksın, ya âlimin eşiğine yüz süreceksin, asla üçüncü durumda olmayacaksın, aynen öyle de üçüncü durumda olmak yaya kalmak demektir. Şayet kral çıplak olmak istemiyorsak mutlaka bir âlimin önünde diz çöküp aydınlanmalı. Yoksa işin sonunda yakayı haramilere kaptırmakta var.  Nasıl ki eskiden yol kesen harimiler vardıysa, bu günde insanlığı sırat-ı müstakim yolunda alıkoyan hırsız fenerler vardır. Vazifeleri gereği toplumu habire yalanlarla, dolanlara oyalamakla meşguller. Haramiler ortalıkta cirit attıkça asrımızda cehalet alabildiğine koyulaşıp maddi ihtiraslar tavan yapmış bile. Artık öyle bir haldeyiz ki bilge kişileri mumla arar olduk. Yine de her türlü olumsuzluğa rağmen yılmadan, bıkmadan, usanmadan aramaktan vazgeçmemeli. Hatta arayış ihtiyacı sadece bize has durum değil,  buna devlet başkanı da dâhildir. Malum, ilminden dolayı çekim merkezi bilge zattır. Bu yüzden bilge insan ayağa gelmez, esas olan bilge zatın eşiğini aşındırmaktır. Nitekim Resulullah (s.a.v.): “Devlet reislerinin en iyisi âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü de devlet reislerinin yanına gidendir” diye buyurmuşta.

Hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere, sultan ve devlet yöneticisi de olsa âlimin eşiğini aşındırmak gerekir. Örnek mi?  İşte Yavuz Sultan Selim’in kaftanına bir âlimin atının ayağından üzerine sıçrayan çamur karşısında elbisesini muhafaza altına alması, âlime olan hürmetin en çarpıcı örneğini teşkil eder. Belki denilebilir ki Kur’an varken âlime ne gerek var. Bir kere Kur’an ayetleri ayrıntılar üzerine kodlanmış ansiklobedik bir kitap değil ki âlime ne gerek var diyelim,  başlı başına anayasa hükmünde bir kitap. Kur’an dili başta peygamberimiz olmak üzere sırasıyla sahabe, tabiin, ulema ve rabbani âlimlerin görüşleri ve yaşayışları doğrultusunda anlam kazanmakta.  Mesela; Kur’an’da “Namaz kılınız” emri vardır, ama nasıl namaz kılınacağına dair teferruat bulamazsınız. Bu tip ayrıntıları ancak Peygamberimizin (s.a.v.) sözlerinden ve uygulamasından öğrenebiliyoruz. Zaten Kur’an-ı Kerim ayrıntı içeren bir kitap olsaydı fikirsizlikten her tarafı monotonluk kaplayacaktı. İşte Resulullah (s.a.v.),  ashab ve ilmiyle amil olmuş rabbani âlimlerin içtihadı ümmetin ihtiyaçlarını karşılamak ve monotonluğu gidermek için vardır. Dikkat edin Kur’an nazil olduğunda ilk vahiy ayetler inançla ilgilidir, sebebi gayet açık; inanç şüphe kaldırmayacağından temeller inançla donatılmıştır. Vaktaki inanç noktasında maksat hâsıl olmuş bu kez temellerden inşa aşamasına geçilmiştir. Yani, ikinci dönemde sosyal hayatın her alanıyla ilgili içtihat gerektiren şer’i ayetler nüzul olmuştur. Bir başka ifadeyle ikinci dönemde miras, evlenme, boşanma, zina, cinayet, savaş,  barış ve hırsızlık gibi konuların çözümüne yönelik hükümler nazil olmuştur. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim nedir sorulduğunda cevaben birinci ve ikinci dönem itibariyle nüzul olan ayetlerden hareketle; hem şüphe kaldırmaz bir itikat kitabı, hem de sosyal hayatın her alanını kodlayan kelam-ı kadimdir dersek yeridir. Aslında böyle bir cevapla İslâm’ın boşluğa inmediğini, bilakis insanlığın hafızasına ve kalbine inmiş bir kitap olduğunu dile getirmiş oluruz da. Zaten boşluğa nüzul olmuş olsaydı içtihada gerek kalmazdı, bildiğimiz boşlukta sadece kaybolmak vardır. Ve insan hafızası ve kalbinin farkı burada ortaya çıkıyor, farkı boş olmamasıdır. Ki; insan kalbi “Ben hiçbir yere sığmam mü’min kulumun kalbine sığarım” hükmün tecelli ettiği deryayı umman bir âlemdir. İşte böyle bir kalp, ya da âlem; Kur’an’ın dilini anlamak için çaba sarf edip sorumluluk alır da.  Nitekim dağ, taş, tüm mahlûkat bu sorumluluğu üstlenmekten kaçınmış ta. Yeter ki, bu noktada insan gönlünü diri tutup beynini akl-ı selim kılsın ötelere kanatlanır da.

Yediden yetmişe herkes bilir ki; realite boşluk kabul etmez, bu yüzden İslâm’ı sosyal hayattan ayrı tutmak abesle iştigal olur. Zaten batı dünyası ile bizim farkımızı belirleyen bu yol ayrımıdır. Malum, Hz. İsa sonrası Hıristiyanlık; “Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” anlayışı bir Hıristiyanlıktır. Elbette böyle bir anlayış dinin sosyal hayattan kovulmasından başka bir şey değildir. İslâmiyet asla hükmünü vicdanlara mahkûm edecek kadar basit bir din değil, tam aksine tüm içtimai hayatı içine alan çağlar üstü ilahi soluktur. Madem öyle, dini vicdanlara hapsetmek isteyenlere kulak asmayalım,  bize yaraşan Rabbani âlimlerin çağrısına icabet etmektir. Çağrıya kulak verelim ki; dinin vicdanın ötesinde sosyal hayatın tüm alanını kapsayan bir hayat dini olduğunu idrak etmiş olalım. 
      
Vesselam.