Belleğime kök salan ağaçlar

Abone Ol
Eski Türklerin gözünde görkemli, ulu ağaçlar Tanrı’nın yüce niteliklerini taşırlar. Ağaçların da canı olduğuna inanmıştır atalarımız ve kutsamışlardır onların bazılarını (Kayın Ağacı gibi). Kutsal ağaca zarar veren ya da dallarını kıranın iflah olmayacağına inanılmıştır. Ağaçlar üzerine ant içilir, her yıl kurban da kesilirdi. Anadolu Kızılbaşları, bu ağaçlara “Dede Ağacı” demiştir. Osman Gazi’nini Edebali tarafından yorumlanan rüyasında gördüğü, o her yana dal-budak salan ulu ağaç da aslında, İslam öncesi Türk inancının izlerini taşımaktadır. Şaman’ın yerini Şeyh Edebali almıştır yalnızca.

Büyük Atatürk de atalarının bu inancının izindeydi. Falih Rıfkı Atay şunları yazmıştır:

“Tabiata âşıktı. Vatanın çöl gibi boşluğundan üzüntü duyardı. Bir gün Diyarbakır taraflarında atla dolaşırken yanındaki kurmay başkanına:
-Çabuk bana yeni bir din bul, dedi. Ağaç dini…
-Evet, bir din ki ibadeti ağaç dikmek olsa…" (Babamız Atatürk, s.128.)

Yalova’daki köşkü, bir ağacı kestirmemek için rayların üzerine koydurup yürütmesi de bu inanç sebebiyledir işte.

Geçenlerde, Türkiye’nin en büyük yeşil alanına sahip toplu konut alanının bulunduğu İzmit Yahya Kaptan'daki evimin penceresinden çevredeki ağaçlara bakarken aklıma geldi, bazı ağaçların bende silinmez anıları vardır ve bu ağaçlar kök salmışlardır adeta belleğime.

Bayburt’un o zaman bucak merkezi olan Demirözü’nde, bir evde doğmuşum ben. Demirözü’nde yalnızca o evin bahçesinde gül ağaçları vardı. Annemin dedesine, Kars muhaciri Hatunoğlu Hüseyin Beğ’e aitti o ev. O gül ağaçlarını, Erzincan’dan baldızı Hesna Nenemiz yollamış. Hesna Nenemiz o gülleri teey Ahıska’dan getirmiş Erzincan’a. Kokuları hâlâ burnumdadır o güllerin, anneannemin o güllerden yaptığı reçellerin tadı da damağımda.

Şimdi ne o ev kalmış, ne o bahçe, ne de o güller…

Ve Bayburt-Erzurum Karayolunun iki kenarını süsleyen o telli kavaklar… Babamın görev yaptığı Aşkale’ye giderken o kavakların arasından geçerdik Bayburt’un türkü olmuş o incecik yolunda. O incecik yol da yoktur şimdi o kavaklar da, dizelerime yansımıştır bütün bunlar:

İncecik yolunda çift sıra dost/Kavaklar telli uzun./İncecik yolunda kavaklarla birlikte ezgilediğim/Bir türkü vardı “şen ol”unu sevdiğim

İlk meyve ağacını Gümüşhane-Kelkit’te görmüştüm, Kıran Mahallesi’nde okuduğum ilkokulun bahçesinde erik ve vişne ağaçları vardı. Dalından meyve yediğim ilk ağaçlardı onlar… Kelkit’te o okul ve o ağaçlar duruyor mudur, bilmiyorum…

Ortaokulu okuduğum Erzurum-Tortum’da ise alıç ağaçları ile dost olmuştum, her sonbaharda okul çıkışlarında ilçenin dışına gider, o ağaçlardan alıç toplardık arkadaşlarla. Görkemleri, bahçelerde değil, şehir dışlarında, dağ eteklerinde özgürce boy atmaları yüzünden, kutsaldı o ağaçlar benim gözümde. Geçenlerde facebookta iki tane alıç ağacının ve meyvelerinin fotoğrafını paylaştım, tıklanma rekoru kırdı…

Tortum’da o alıçlar keşke duruyor olsalar…

Karacaahmet'te bir kestane ağacı/Can kuşuna son durak/Anılara bıraktı kanatlarını/Can kuşu artık uçmayacak.

Bitti "inandığı en güzel yalan"/Güneşe vuruldu ölümlü gölge/Üç nokta koydu şair kestane ağacına/Bedeni toprakla buluştuğu an.

Esin devşirecek ağacın kökü/Meyvaları artık şiir tadacak/Gövdesine saklanacak şairin cönkü/Yapraklarda ölçü, dallarda uyak.

Şiirde ustam ve dostum Şemsi Belli bir kestane ağacının altında toprağa verilmiş, bundan etkilenerek bir şiir yazmıştım, bu şiir yukarıdaki dizelerle başlıyordu. O kestane ağacını unutabilir miyim?

Ve Sarıkamış’ın Sibirya kökenli çamları… Onlarla dostluğum derindir, nicesiyle öykülerim, anılarım vardır

Köklerimizden öylesine koptuk ki, ağaç sevgisini ve ağaç kutsamasını da unuttuk. Belleğimdeki ağaçlar bu kadar değil elbet, önemlilerini anlatabildim ancak. Ağaç sevgisini vurgulamaktı amacım, başardımsa, ne mutlu…