Bayburt Postası - Numan Erengil 25 Ocak 1941 tarihinde Bayburt’un Şingâh mahallesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Bayburt’ta tamamladıktan sonra İstanbul Halkalı Ziraat Meslek Lisesi’nden mezun oldu. 1962’de Bayburt’ta Ziraat Teknisyeni olarak göreve başladı. 1977 yılında partililerinin davetiyle girdiği belediye seçimlerini kazandı. Halkın dört yıllığına verdiği ruhsat, henüz görev süresinin üçüncü yılı dahi dolmadan geri alındı. Zira 1980 İhtilali’nde Türkiye’deki tüm belediye başkanları gibi kendisi de görevinden oldu. Erengil, 3 yıla yakın bu sürede memleketine önemli hizmetler kazandırdı ve Bayburt’un siyasi tarihinde silinmeyecek izler bıraktı.
Bugün 83. yaşında olan Numan Erengil ile Belediye Başkanlığı dönemini, 1980 ihtilalinin Bayburt’taki izlerini, siyasi hayatını ve Bayburt’u konuştuk.
Röportaj: Murat Okutmuş
1977 yılında genç bir yaşta partiden çağrılıyorsunuz, belediye CHP’de, seçimlerde karşınızda yeni bir aday var ve kazanıyorsunuz, bu süreçle ilgili neler söylersiniz?
Zor günlerdi, adayları genel başkanlar atamıyordu, partilerde sandık kuruluyor ve yargı denetiminde, ilçe merkezinde partiye kayıtlı delegeler adayları belirliyorlardı. O günkü Adalet Partisinin 92 merkez delegesi vardı. 3 kişi ön seçime girdik, Mustafa Turgut (Hafız eski Belediye Başkanı), Abdurrahman Kahveci ağabeylerimiz ve ben. 52 oy alarak ön seçimi kazanıp Adalet Partisinin adayı oldum. Bu sistemin iyiliği, seçmen adayını ve aday da seçmenini tanıyor ve ona göre oy kullanıyordu, bugün bazı seçilenler gibi Genel Başkanın gücünün gölgesinde seçmeni tanımayan veya seçmenin tanımadığı kimselerin seçilip kendilerine bir siyasi güç vehmetmek gibi olmazdı, her aday seçmenin tanıdığı ve seçmeni tanıdığı nispette oy alırdı. Ön seçimden sonra dört parti seçime iştirak ettik, MHP’nin adayı Ziraat Yüksek Mühendisi Cengiz Ocaklı, o zamanki adıyla MSP’nin adayı Osman Çubukçu ve CHP’nin adayı İnşaat Mühendisi Sezai Karapınar'dı.
---------------
---------------
Bayburt Postası Gazetesi’ne verdiğiniz seçim öncesi son demecinizde bunları söylüyorsunuz. Hani sağ-sol gerginliği var, seçim sürecinde hiçbir taşkınlık yaşamadınız mı?
Her partinin heyecanlı gençleri vardı, duvarlara çeşitli sloganlar yazıyorlardı. Biz de dolaşıp kendimize göre yanlış olanlara cevap vermeye çalışıyorduk. Bir duvar yazısında yabancı siyaset lider ve düşünürlerinin adını görünce, yaptığımız mitingte kendi Türk düşünce adamlarımızın varlığından bahsederken inancımız yönünden Hz. Ömer'in de adını zikrettim, daha sonra iflah olmaz muhalifler "Hz. Ömer’in adaletini getirecektin" diye cümleyi saptırarak bunu devamlı aleyhime kullandılar. Adalet yönünde, mütekabiliyet icabı yapılan icraatın dışındaki, bunlar suç teşkil etmeyen şeylerdi, yine de adil davranmışız ki, "öküzün altında buzağı arayan" darbecilere, alnımız açık yüzümüz ak, hesabımızı vererek, darbecilerin idaresinde Devlet hizmetime dönüp emekli oldum.
Bayburt genelde bildiğiniz gibi sakin bir yapıya sahip insanların memleketidir, kahvehane dedikoduları dışında, birbirimizi incitecek pek bir şey olmadı. Ön seçimden sonra asıl mücadele partilerin içerisinde oluyordu, Kırılanlar, kızanlar ve küskünleri barıştırmak pek mümkün olmuyordu. Bu uğurda Adalet Partisi Zahit Mahallesinden beklediği oyu alamadığı gibi, CHP’de Tuzcuzâde mahallesinde bir hayli oy kaybetti. Seçime girecek partiler belli olduktan sonra adaylar, tabiri caizse, kapı kapı dolaşarak kendilerini tanıtıp, partilerinin görüşleri istikametinde projelerini anlatmaya çalışıp destek istediler. O yıllarda henüz, Bayburt'un örf, adet ve ananeleri erozyona uğramamış olduğundan, herkes birbirini tanımanın ötesinde, ailelerini dahi tanırlardı. Hatır gönül sayılır ve telafisi mümkün olmayan kırgınlıklar yaşanmazdı. Seçilen veya kaybeden hiç kimse diğerini hırsız veya terörist olmakla suçlamazdı ve suçlayamazdı, zira böyle şeyler edep ve terbiye dışı sayılırdı. Kimin haddine düşmüştü ki "Her CHP’li evden bir kişi alın terörist kadroyu tamamlayın" diye bir münasebetsizlik yapsın.
Nihayet 11 Aralık 1977 tarihinde seçim oldu ve adayı olduğum Adalet Partisi, CHP’den 98 oy fazla aldı ve Bayburt Belediye Başkanlığına seçilmiş oldum.
Seçildik, tabi belediyeciliğin okulu yok! 16 Aralık 1977 tarihinde görevi mevcut belediye başkanı Nihat Köklü’den devraldık. Göreve başladık. Daha ilk meclis toplantımızda Demirel Hükümeti düştü. Yani iktidar gitti! Seçim olmuştu ve Rahmetli Ecevit 214 milletvekili almıştı, göreve geldi.
Bir belediye geleneğidir, yadırganamaz, çünkü sürekli hizmet eden bir kurumdur, dolayısıyla biz de borçlu bir belediye devraldık. Terminal binası bitmemişti, kanalizasyonun ise yüzde 30’u bitmişti, su hiç yok desem yeridir. Nöbetle mahallelere su veriyoruz. Elektrik güya var ama adam sanayide ağaç biçemiyor. Trafonun gücü yetmiyor. Personel zaten hışır, dememe gerek yok, siyaseten işe alımlar oluyor. Kim, hangi işe yarar gibi bir ayrım yok.
Peki nasıl üstesinden geldiniz, neler hatırlıyorsunuz?
22 ay sürdü Ecevit hükümeti, sonra yıkılması, yeni hükümetin kurulması derken gözümüzü açtık 25 ay geçmiş. Bu 25 ay sadece İller Bankası’nın nüfusa göre verdiği parayla idare ettik. Maaş ödeyemediğimiz aylar oldu. Osman Mutlu ile rahmetliler Orhan Ardahan ve Selahaddin Ağın'ın çabalarıyla idare etmeye çalıştık. Belediyenin olan bir yerini sattık. 5 milyona Halk Bankasına ve Vakıflar Bankasına teklif ettik, almadılar, 5.5 milyona Aydıntepeli kardeşlere sattık. Şuan Saadet Partisi’nin bulunduğu bina işte orası. Sattık ve terminali bitirdik. Sonra Hükümeti Demirel kurdu, kalktık, Orhan Ardahan ile Ankara’ya gittik. Sanayiye kat atacağız. Esnaf sıkıştırdı. 300’e yakın kişi var. Meclisten geçirdik, İmar için Ankara’ya gittik. Bayburt 300 tane ev kazandı. Dönemimizde Sebahattin Savacı Caddesi’ni açtık. Ozulu Caddesi’ni açtık. Saray Bahçesi’nden liseye çıkan caddeyi açtık. Kanalizasyonu bitirdik, terminali tamamladık, darbe oldu. 60 darbesinde yedek subaylıktan oldum, 24 ay süvari olarak askerlik yaptım. 80 darbesinde ise seçilmiş olduğum Belediye Başkanlığından aldılar.
Aslında Demirel Türkiye’nin her köyünden, her kasabasına ve her şehrine bakışı aynı ölçüde, aynı dikkatte idi. Ancak hizmet yönünden ihtiyacı olan yerler üzerinde daha dikkatli dururdu. Bayburt’u da bizi de severdi. Demirel’e gittik, isteğimizi sordu, "Beyefendi Maliye Bakanına gittik, yardım yönünden bir netice alamadık" dedim. Cevap olarak "Olur mu öyle şey" dedi ve işlerimizi çözdü. Memurlarla ilgili değişiklikleri hemen yaptı. Bayburt’a geldim, İş Bankasına 3 Milyon para gelmiş. Tabi bu parayı kullanacak zaman kalmadı, zira darbe oldu. O zaman bu para fena bir para değildi. Düşünün ki benim maaşım 10 bin liraydı.
“Bayburt ışıklandı mı?”
Bu sırada bir gün akşam evdeyim, 1.600 kw’lik bir trafomuz yandı. Seçmen seçim yoluyla göreve getirdiği insanlardan mucizevi hizmet bekler. Fakat hiç kimsenin elinde Hazreti Musa’nın asası gibi bir imkân yoktur ki vuracağın her şeyi düzeltebilesin. Herkes üstümüze geliyor ama her şey imkânlarla oluyor. Akşamdan geldik belediyeye, mumları yaktık. Çatalbaş’a telefon açtım. Sonrasında Bakan Esat Kıratlıoğlu aradı beni, “Numan, Başbakanım emir verdi trafo arıyorum" dedi. Ertesi günü "Bir tır tut ve gönder, Merzifon’un trafosunu sana gönderiyoruz” dedi. Tırı gönderdik, trafo geldi, monte edildi. 12 gün sürdü ama çok yoran bir 12 gün. Böylesi bir gün yorulmuşum, Sevil Palas’ta uyuyorum. Demirel aramış, beni sormuş, sonra "Bayburt ışıklandı mı" diye bilgi istemiş. Bizimkiler de "evet" demişler. O insanlığı unutamam.
Hareketli bir siyasi dönem. Politika gergin, sendikalar bölünmüş, polis dahi bölünmüş. Gümüşhane’ye gidiyoruz, "Terör var, neden sahip olmuyorsunuz" diye Vali ile tartışıyoruz.
1979 yılının sonbaharı ve 80’li yılların başlarında terör iyice azdı. Bayburt’ta da olaylar olmaya başladı. Bu olayları tetikleyenler daha ziyade dışardan Bayburt’a gelen yabancılardı. Zira bir gün Belediyeye tanımadığım birkaç memur ve öğretmen gelerek kimi hemşehrilerimize karşı yapmamız mümkün olmayan bazı isteklerde bulundular.
Benim evime iki defa dinamit koydular. Babamın evinde oturuyorum Şingâh’ta. Şingâh Cami önündeki bahçenin olduğu yer. Av tüfeğimi aldım, kardeşimle beraber dışarı fırladık, yakalayamadık, dinamiti koyanlar kaçtılar. Fakat siyasetin dedikodusu durmuyor, bunu siyasi prim için tertip ettiğimizi, yaptığımı söylediler.
Solun beslemeleri vardı. Onları besliyorlardı. Bunlar belli başlı hemşehrilerimizin bildiği kimselerdi. Bir tanesi işin tadını o kadar kaçırdı ki yüzüne bakanla kavga ediyordu. Ne yazık ki bu arkadaş belediyede çalışan birisiydi, onu işten attık. Gece evimin önüne gelip bana hakaret etmiş. Duymadım Allah için. Sabah olayı bana söylediler. Belediyeye gittim, ben ‘çağırın’ diye talimat verecekken, baktım koridorda bağırıyor, geldi. "Bana bak dedim. Gece 12’ye kadar Sevil Palas’tayım. Oradan yürüme eve gidiyorum tek başıma. Karşıma çıkıp elini kaldırdığın an mermiyi göbeğinden sana çakmayan namussuzdur." O oldu, daha da bana karşı bir şeyini duymadım. Benden sonra baskıya dayanamayıp bir daha bunu işe aldılar, sonra attılar. Bu öyle biri ki gündüz gözü çarşıda Köprücülerin binanın önünde tabancayı çekiyor, Sevil Palas’a kadar havaya 7-8 el ateş ediyor. Tabancayı beline koyup yoluna devam ediyordu ve kimse müdahale etmiyordu.
1 Mayıs gecesi sloganlar yazılıyor duvarlara. MHP’lileri hapishaneye götürmüşler. Kalktım gittim. Sonuçta hepsi bizim çocuklardı.
O geceyi hatırlayalım, o gece şehrin belediye başkanı olarak neler yaşadınız?
11 Eylül gecesi saat 3’te evdeyim, telefon sesine uyandım, açtım bir Binbaşı "Gazinoya kadar gelir misiniz" dedi. Elektrik nöbetçilerine haber ettim, pikap ile gelip aldılar. Gittim, Albay Gümüşhane’ye gitmiş, burası bu Binbaşıya devrolmuş. Makama girdiğimde Binbaşıdan alt rütbede olan Jandarma Komutanı tabancayı sehpanın üzerine koymuş ve sigara yakmış oturuyordu. "Buyrun" dedim. Benim asıl endişem o zaman Giresun’da görev yapan kardeşime mi bir şey oldu idi. Binbaşı bana hitaben "Saat 4.00’te Ordu idareye el koyacak. Belediyeye gideceksin, odanı kilitleyeceksin. Hoparlörü açık tutup bekleyeceksin" dedi. Gittim oturdum, personel kaldırdım, aldım yanıma, anonslar yapıldı, "Sokağa çıkmayın ordu idareye el koydu" gibisinden. Tabi biz akıbetimizi bilmiyoruz. Bir gün çağırdılar aynı yere. "Hangi belediye reislerini görevde tutalım" diye sordular. "Seçilmiş insanların görevden alınması doğru değil" dedim. Arkasından bir baktım hepimizi görevden aldılar.
Belediye Başkanlığınız sona erdi, görev süreniz bitmeden bir anda boşta kaldınız..
Demirel’in bir sözü vardı, "Millet seçtiğine sahip çıkacak" diye olmadı, çıkılmadı. Belediye Başkanlığında aldığım maaş, memuriyet yaparken aldığımdan noksandı, maaşımı artırmak için AP grup üyeleri tarafından Meclise verilen önergeye, karşı taraftan itiraz gelince, önergeyi gündeme almadım ve görüşmeye açmadım. Zira siyasi makamlar bizim için geçim veya zengin olma kaynağı değildi. Bir davamız vardı aldığımız maaş bizim için yeterliydi. Meclis ve encümen üyelerimiz de aynı görüşte insanlar olup, hiçbir zaman hakkı huzur talebinde bulunmadılar. 60’lı yıllardan kalma bir masa vardı, makam masası. Değiştirmek teşebbüsüne geçtikse de alacağımız masayı pahalı bulduk, yazıktır günahtır diyip almadık. Biz lükse alışık insanlar değildik, yeri geldiğinde tarlada, harmanda çalışmış kimselerdendik, mevcut imkânlar bizim için yeterliydi.
Zor bir dönem, makamı ne şartlarda devrettiniz?
Belediye Başkanlarının üzerine zimmetli herhangi bir şey olmadığından, görevden alındığımız belli olunca, Adalet Partisi döneminde atanmış Kaymakam görevi devralmaya geldi, bende sadece bir mühür vardı, kendisine verip binadan ayrıldım. İktidar Partisi Belediye Başkanı iken olan münasebetler, tabiyatıyle hemen değişti ve tam resmiyete büründük. Trabzon’da görevde iken bir gün 70 bin liralık bir icra tebliği aldım, açıp baktığımda, benim işten çıkardığım işçiye Belediyece ödenen kıdem tazminatını Kaymakam bana rücu ettiriyordu, İcra Tetkik Hakimliğine yapmış olduğumuz müracaatta mahkeme bizi haklı görerek icrayı iptal etti. Bu da bugün sahip oldukları siyasi makamlarda, bilhassa iktidara sırt dayayanlar için, kıssadan hisse olsun.
Darbe sonrası nasıl bir hayat sizi bekliyordu, nelerle yüzleştiniz, hayatınıza nasıl devam ettiniz?
Hakkımızda 15-20 şikâyet dilekçesi vermenin ötesinde, bir gün Bayburt'a gelen Vali ve bir Albayın isteği üzerine Belediyeye ait iş yerlerini gezdirdiğimi gören muhalif vatandaşlar, benim göreve döndüğüm endişesiyle hemen 3. Orduya telefon açarak nifak vazifelerini ifa etmişlerdir.
Darbe sonrası başımıza gelmeyen kalmadı. Yaş 40’a geldi, maaş kesildi, iş güç yok. Türkiye’de garip garip şeyler oluyor. Darbe Hükümeti ne yaptığını bilmeyen uygulamaların içinde. Bu sırada Ankara’ya gidip geliyorum iş için. Türkiye tam güler misin, ağlar mısın durumunda. Çok zor dönemler geçirdim. 14 ayın sonunda tayinimi Trabzon’a yaptırabildim.
‘Güler misin, ağlar mısın durumu’ dediğinizle neyi kastediyorsunuz?
Bu Ankara yolculuklarım sırasında yaşadığım komik şeyler var. Bu sürede gidip geliyorum Ankara’ya, darbenin halka yaşattığı manzaralarından bahsedeyim. Gümüşhane’ye geldik. Trafik durdurdu. Yaşam boyu koşu var. Yaşlı yaşlı memurlar. Kenan Evren emretmiş koşuyor. Bir süre bekledik, koştular, yol açıldı. Torul’a gittim benimle beraber görevden alınan merhum Belediye Başkanı Şükrü Çildoğan, "İlla çay içeceğiz" dedi, girdik kahveye. Elinde çubukla eşofmanlı bir genç girdi, masalara vuruyor. "Kim bu" diye sordum, "Kaymakam" dediler. Bu genç Kaymakam "Kalkın yaşam boyu koşusuna" dedi. Bizim masaya geldi. "Biz eski Reisiz" dedim. Bizi bıraktı, diğer herkesi topladı, koşuya götürdü. Darbenin halka yansıması buydu.
O günlerde belediye başkanlığı için 3. Orduya başvurmuş bir emekli Albay hemşehrimiz vardı. Çarşıda karşılaştığımızda "Albayım bu yanlış olur. Seçim gelir, kazanırsan belediye başkanı olursun" dedim. Cevap olarak "Yav Numan Bey ben köyde muhtarlığa adaylık koydum da kazanamadım" dedi.
Öyle bir zamandı ki kaçak yaptığı gecekondu yıkılmasın diye evinin önüne Atatürk büstü koyanlar vardı.
Siyasetle uzun bir süre daha ilgilendim ama öncesinde yaşadıklarım var. 15-16 davadan aklandım. Belediye Başkanlığım dönemimde yaptığım ve takdir topladığım ne varsa mahkemede önüme getirildi. Bunun yanı sıra halkın vurdumduymazlığı da cabası. Boşta geziyorum, geçim derdindeyim. Belediyede iş verip çalıştırdığım taşeron elleri belinde yaklaştı. Selam verdi, aldım. "Reis Bey geldin gittin de bir tane arsa vermedin" dedi. "Tam arsanın sırası şuan" şeklinde cevap verdim. Ben de zannediyorum ki geçmiş olsun filan diyecek. Onun kafası da öyle çalışıyordu.
Nelerle suçlandınız ve sonunda nasıl aklandınız?
Reislikten alındık, şikâyetler başladı. Atatürk düşmanlığı, kulübün yerini satmak gibi.. Çok bunaldım tabi. Bir sabah saat 9.00 sularında kalktım gittim Kıvırzıvır Mehmet Efendi’nin yanına. Baktı çok üzgümüm. Dedi, "Bu gece senle, Demirel’e dua ettim." 12 Eylül’den sonra Almanya’dan bir kişi bir dilekçe yazıyor 3. Ordu’ya, diyor ki, "Bu gördüğünüz Reis Ulu Önderimizin heykelini kaldırarak sağa sola atmıştır. Siz heykeli Saat Kulesinin dibine koyun para bizden." Bu işin gerçeğini bilmiyorlar. O dönem caddeyi düzenliyoruz, asfalt yapacağız ilk defa. Bu heykeli uygun bir yere almayı düşünüyorum. Atatürk’ü çok seven ve Atatürkçü olan iki kişi geldi makama. Rahmetli Necati Yarımer ve Yavuz Çoruh. "O ki düzenliyorsun, bu büstü de parka alalım" dediler, düşünün. Kaideyi yaptık, Şehit Nusret Parkı’nın içine aldık. 12 Eylül’e kadar herkes takdir etti. 12 Eylül oldu. Fırsat düştü ya başladılar uğraşmaya. Benim dönemimde 30 kişi emekli oldu. Ben 15 kişi işe almışım. İşçi kadrosunda masa memurluğu yapanlar vardı. Fazla maaş alıyordular. Memur kadrosuna geçirdik, ayda 30 bin lira kar ettik. Kanun çıkmış, süresi bitmiş meğer. Darbeden sonra bunlar suç sayıldı. 15-16 şikâyet vardı. Hepsinden aklandık, çıktık alnımızın akıyla.
Sonrasında yeniden siyasete girdiniz..
Darbeden sonra memlekette kalsaydım bir şeyler olurdu, işim yoktu mecbur çalışmak, çocuklarımı geçindirmek zorundaydım. Uzaklaşınca iş değişti. Darbede görevden alınmış biri olarak seçmen nezdinde mağdur bir durumuna düşmüştüm. Seçimler yaklaşırken yeni kurulan ANAP’tan ve darbeciler tarafından kurdurulan MDP’den, bazı eski siyasetçilere olduğu gibi bana da çok ciddi teklifler geldi. Evvela darbeciler, Demirel başta olmak üzere, birçok yöneticimize ve o arada bize de "siyaset yasağı" getirmişlerdi, ikinci olarak "siyaset" ve "siyasetçi" o kadar horlanmış ve kötülenmişti ki pek kimse girmek istemiyordu. Demirel'den gelen haberler ise, "Geçici olacak olan bu günler için davanıza ihanet etmeyin" yönündeydi ve bizde etmedik. Bir üçüncüsü ise CHP, MHP ve o günkü adıyla MSP’li birçok üst düzey siyasetçi, çok ağır suçlamalarla yargılanıyordu. Bu da yılgınlık ve korkuya sebep oluyordu. Bu sebepler göz önüne alınınca, kimse bugün olduğu gibi milletvekilliği için tek seçici olan genel başkanlara yaranmak zahmetine girmiyor, aksine milletvekilliğini zahmetli bir iş olarak görüyordu, zira milletvekilliğinin maaşı da çok düşüktü.
Darbeden sonra Demirel'in evine galiba üçüncü gidişimde, ziyaretçileri kabul ettiği salona girip görüştükten sonra boş bulduğum bir yere oturdum, biraz sonra çalan telefonu açtı ve "Gel Ali" dedi, salona girince "Bir Bilen geldi" dedi ve benim yanıma oturttu. Bizi orada oturanlara taktimden sonra kendisine benim hakkımda ne söylenmişse, "Kop'tan ötesi Ali'den sorulur" deyiverdi. Antrede bir misafiri yola koyarken, ben de gitmek üzere kalktım, karşılaşınca bana "Numan bir şey mi söyleyecektin?" diye sordu ben "Hayır" deyip çıkarken "Bana yazıyordun, yine yaz" dedi, cevap vermeden çıktım. Artık DYP’nin kapısı bize kapanmıştı. Sıkıntıyı anlatsam veya yazsam, bir şeyin değişmeyeceğini biliyordum. Demirel bu, öyle babayiğitleri harcamış ki ben onların yanında hiç mesabesinde kalırdım. Son zamanlarda Ali beyle hemen hemen her gün buluşup sohbet ederdik. Bir hakkım varsa helal olsun.
Maneviyatta büyüğümüz olan zatın rızası hilâfına ve Kop'tan ötesinin artık bizlerden sorulmadığını ispat sadedinde ve can dostlarımın büyük ısrarları neticesinde, 1991 Milletvekili Genel seçimlerinde ANAP listesinden Ülkü Güney birinci, ben ikinci sıradan seçime girdik. Meğerse 'yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşum.' Bana 17 bin oydan bahsedilirken, nasıl bir icraat sergilemişlerse, 22 bin oyu 11 bine düşürerek ancak takdis ettikleri ağabeylerini meclise gönderebildik.
Ankara’ya gitmeden evvel bir akşam yönetimin verdiği yemekten sonra, kendi isteği üzerine ikimiz benim arabaya bindik, arabada ve devamında evde söylediği hülasaten şudur, "Ben bu seçime gelmeyecektim, yengen de istemiyordu, sadece Dalan ve Namık Kemal Zeybek’e sebep geldim. Sen de beni sırtına aldın, bir dahaki döneme adayım sensin" ve bu sözü ayrı zaman ve zeminlerde, iki defa daha vermesine rağmen, bırakın milletvekilliğini, iki defa kazanabileceğim belediye başkanlığı seçimlerinde, sözünden çıkmayan partidaşlarıyla beni itibarsızlaştırmak ve harcamak için elinden geleni yaptı. Meğerse bana gelmeden evvel aynı sözleri Akif Kocaman ve Atilla Adiloğlu rahmetlilere de vermiş. Her zeminde kendisine gösterilen vefadan memnuniyetini belirten bu zat vefasızlığın tipik bir örneğidir. Burada yine rahmetli Demirel'in bir sözü aklıma geldi. Derdi ki "Her şeyi yendim, hasedi yenemedim, zira hased görünmeden gelir." Hasedi kim yenebilmiş ki ben yenebileyim?
Siyasette özlediğiniz, rahmetle andığınız isimler var mı, Bayburt özelinde soruyorum bu soruyu, kimleri hatırlıyorsunuz?
Bütün iyi vasıflarına rağmen, öne çıkan özellikleri ile rahmetle anmamak vefasızlık olur diyebileceğim değerli insanlar elbette oldu. Bunlardan yiğitlik ve dürüstlüğü ile Necati Alp, Halit Zarbun ve Ömer Naci Bozkurt önde gelen ağabeylerimizdir.. Bu söyleşiyi okuyacak olanlara bu zatları tanıyıp anlayabilmeleri için, kısaca, şu anda aklıma gelen, bir iki meziyetlerinden bahsetmek isterim.
Necati Alp
Rahmetli Necati ağabeyi, 1977 yılında CHP’den milletvekili genel seçimlerine girmek niyeti ile ön seçime girmek istiyor. O ara Genel Başkanın Gümüşhane listesine kontenjan kullanacağı haberini alınca Ecevit'e gidip "Eğer kontenjan hakkınızı kullanacaksanız ben ön seçime girmeyeyim" diyor. "Hayır kullanmayacağım" cevabını alınca geldi ön seçime girdi ve liste bire girmeye hak kazandı. Buna rağmen maalesef kontenjan kullanılarak hak ettiği milletvekilliği elinden alındı. Tabiî ki her namuslu siyasetçinin çektiği sıkıntılar onu da zor durumda bıraktı. Derken o ara Ecevit haber göndererek bir görev teklifinde bulunmuş. Cevap "Evvela milletvekilliğimi aldı, şimdi de haysiyetimi mi alacak?" olmuş. Seçimi kazandıktan sonra yıllarımızı beraber geçirdiğimiz birçok dost dediğimiz kimseler bir tebriki siyasi görüş farkı yüzünden esirgerken, 12 Aralık sabahı, beni telefonla ilk tebrik eden insandır Necati ağabeyi.
Ömer Naci Bozkurt
Rahmetli Ömer Naci Bozkurt, terörün en azgın olduğu 1970’li yıllarda Ankara Valiliği, Emniyet Genel Müdürlüğü yaptıktan sonra, 1975 yılında yapılan senato kısmi seçimlerinde Gümüşhane ili seçmenlerinden rekor düzeyde oy alarak senatör seçilmiştir. Bulunduğu bütün görevlerde dürüstlüğü, vatanperverliği ve açık sözlülüğü ile temayüz etmiştir. Genel Müdürlüğü zamanında, ilk yerli otomobil olan bir “Anadol” otomobili hediye etmişler, kabul etmemiştir. Hemşehrilerimizin büyük ısrarları neticesi siyasete girmiş fakat siyaseti hiç sevmemiş, “Ben vali iken milletime daha iyi hizmet edebiliyordum” demiştir. Ankara'ya bir gidişimde beni Meclis lokantasına yemeğe götürdü, biraz ötemizde Demirel bir kaç milletvekili ile yemekteydiler, benim aleyhime Demirel'i nasıl doldurmuşlar ise garson Naci beye gelerek “Beyefendi sizi masasına çağırıyor" deyince hiç düşünmeden “Görmüyor mu misafirim var" cevabını vererek beni yalnız bırakmamıştır. O zaman Genel Başkana karşı böyle bir davranışta bulunmak her babayiğidin kârı değildi.
Halit Zarbun
Rahmetle anılmayı hak eden üçüncü yiğit insan Halit Zarbun'dur. Gümüşhane’yi TBMM’de Milletvekili, Senatör olarak temsil etmiş ve Anayasa Mahkemesi üyeliği de yapmış bir hemşehrimizdir. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinden sonra tutuklanan siyasilerin geride mağdur kalan ailelerine yardımcı olmak için her türlü fedakârlığı yaparak onların sıkıntılarını paylaşmıştır. Yerine geldiğinde sözünü esirgemeyen bu mert insan, Ankara’ya gittiğimde beni buldurarak Anadolu Kulübüne yemeğe davet etmiş, yemekte bana “Hakkında iyi haberlerini alıyorum, kendine dikkat et, Gümüşhane ilinde en p.... politika Bayburt'a yapılır” diye nasihatta bulundu. O gün pek anlamadığım, biraz da canımı sıkan bu ifadeyi, günü gelince yaşayarak öğrendim. Bu mert insanların her üçünü de rahmetle anıyorum.
İnsanları siyasi kanaatlarına göre değil, insanlıklarına göre değerlendiren, düzgün hayat tarzları ve temiz lisanları ile hemşehrilerinin takdirine mazhar olan, benim tanıdığım beyefendi siyasiler olarak, Gümüşhane milletvekilleri Sebahattin Savacı ve Turgut Yücel'i hatırlamamak olmaz, onlara Rabbimden rahmetler ihsanını niyaz eylerim.
Yine benim Belediye Başkanlığı dönemimde AP Gümüşhane İl başkanımız, ehliyet ve liyakat sahibi, temiz lisanı olan Mehmet Karabeyoğlu'nu hayırla yâd ediyorum. Hayatta olup olmadığından haberdar değilim. Şayet hayatta ise Rabbimden hayırlı uzun ömürler, vefat etmişse rahmetler diliyorum.
Evet, biraz da kültür konuşalım. Beslendiğiniz kaynaklar ya da arkadaş ortamınız, kimlerle otururdunuz, Bayburt’ta hangi kahvehanelerin müdavimiydiniz?
Babamızı, hatırlayamayacak kadar küçük yaşta kaybettik, o günün şartlarında yüksek tahsil yapma imkânım olmadı. Hayat tarzımızı tayin etme ve istikametimizi seçme yolunda, başta Asri Çubukçu ve onun vasıtasıyla tanımış olduğum, Mehmet Ergün, Osman Akgün gibi, bugün hepsi rahmetli olmuş, değerli ağabeylerimizin tesiri çok büyüktür. Daha sonra Hacımla (Mehmet Kahveci) ve değerli insan Ekrem Ocaklı ile tanışmak nasip oldu. Bayburt'un bu değerli insanları ve onların çevresi ile uzun yıllar sohbetlerde bulunmak suretiyle kendilerinden istifade etmeye gayret ettik. Tavsiye ettikleri kitapları, kısmen de olsa temin edip okumaya çalıştık. Kitap temini hususunda, dostluğun gerçek manada temsilcileri olan Kenan Karapınar ve sohbetlerimizin mekânı olarak bize otelinin lobisini açan Cemil Sevil ağabeylerimizi rahmetle anmak benim vefa borcumdur. Oturup sohbet edebileceğimiz kahve pek yoktu, nadiren iyi çay yapan kahvelere uğradığımız olurdu. Biraz evvel izah ettiğim gibi esas sohbet mekânımız o zamanki Sevil Palas Otelinin oturma salonuydu. Ramazan aylarında Cemil ağabeyi bir odayı boşaltıp serer ve Yaşar Aker ağabeyimizin imametinde teravih namazını o odada kılardık. İşte o günler, bugüne geldiğimizde "hey gidi günler" denecek günlerdi.
Ekrem Ocaklı
Burada Ekrem Ocaklı ağabeyimize bir parantez açmak gerekiyor; 1954 Milletvekili genel seçimlerinde Demokrat Parti’den Gümüşhane Milletvekili olarak Parlamentoya girmiş, parti içi ihtilaf neticesi bir grup milletvekili ile DP’den ayrılarak Hürriyet Partisini kurmuşlardı. Ekrem ağabeyinin de ayrılmak kararında olduğunu duyunca Rahmetli Menderes, Ekrem ağabeyi ile görüşmüş ve neden ayrılmak istediğini sormuş. Cevaben, "Beyefendi kahir ekseriyetimiz olmasına rağmen milletin bizden beklediği maneviyatı istikametinde bir kanun çıkaramıyoruz", Menderes "Ekrem bey onların sen hepsinin bizim gibi düşündüğünü mü sanıyorsun, ayrılma, ayrılırsan bir daha mebus olamazsın", Rahmetli “Beyefendi benim Bayburt'ta Hanzar diye bir köyüm var, oranın çobanlığını da benden alır mısın?" dedikten sonra Milletvekilliği müddeti dolmadan, bir sürü koyun alarak köyüne döndü. Tabiyatıyla ziyaretçisi çok oluyordu, gidip gelenlere ikram ederek, o hayvanlardan bir kazanç elde etmeden sonunu aldı. Ağalığa yakışan, beklentisiz bir cömertliğe sahipti ve insanları büyüleyen bir sohbet tarzı vardı. Müftü Mehmet Ergün ve Prof. Asri Çubukçu aynı meziyetleri muhtevi insanlar olduğu için O’nu sever ve hürmette kusur etmezlerdi. Fuzulî’den geniş bir ezberi vardı, şerh tarzına bu iki ağabeyimiz hayranlık duyardı.
Darbeden 14 ay sonra Trabzon’da görev alabildim. ANAP iktidarı mensupları mevcudiyetimizden rahatsız olunca, Arsin, Çaykara, Yomra ilçelerinde dolandım ve nihayet Trabzon merkeze gelip 1990 yılında emekli oldum ve 1993 yılında Bayburt'a döndüm. Hayatta olan eski dostlarımızla buluşup sohbet etmenin dışında, kitap okuyarak, kendi çapımızda araştırma yaparak ve köyümüzde mevcut arazimizle meşgul olup geçen ömrümüzün üzerine 32 sene daha koyarak bugüne geldik. Dostlarımızın çoğu vefat etti, geçirdiğim rahatsızlık neticesinde dışarı fazla çıkamıyorum, birçok işimi telefonla hallediyor ve teknolojiyi bu seviyeye getirerek insanlığın hizmetine sunan bilim adamlarına dua ediyorum. Diğer zamanlarda evde kitap okuyarak, bilgisayarla meşgul olarak, televizyon seyrederek ve zaman zaman sizler gibi değerli misafirleri kabul ederek günleri geçiriyoruz. Yazın 3-4 ayımızı köyde geçiriyor ve ekip-diktiğimiz küçük bir sebzelikle uğraşıyoruz. Hafta sonları dostlarla, Şakir Akçay kardeşimizin taş fabrikasında buluşup yemek yiyoruz, derken Yüce Rabbimden kalan ömrümüzün hayırla geçmesini ve bizleri afv etmesini niyaz ediyorum. Bugüne gelinceye kadar geçen ömrüm boyunca, yardım insanlık ve vefasını eksik etmeyen dost ve arkadaşlarımın vefat edenlerine Cenab-ı Allah’tan rahmetler ihsanını niyaz ediyor, hayatta olanlara hayırlı ömürler diliyorum, bir hakkım varsa helal ediyorum. Münafık ve münafıklık alameti taşıyan vefa ve insanlıkta yoksun olarak bana maddi ve manevi zarar verenlerle hesabımız ruz-i mahşere kaldı. İnşallah "yolun sonu" hayırla biter.