Orta Doğu Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Profesör Ahmet Edip Uysal Cumartesi günleri ders vermem teklifinde bulundu. Tatil günlerinde derslere girecektim ama, yine de Bakanlığın izni gerekiyordu. Ben kabul ediyordum, fakat bu izni Ahmet Edip Bey’in istemesi gerekiyordu. Öyle de oldu. ODTÜ’den Bakanlığa yazı gönderildi. Fakat günler geçiyor, ses çıkmıyordu. Dersler boş geçiyordu.
Dekan haliyle huzursuzluk duyuyordu. Bu izin işi aslında bir formaliteden başka bir şey de değildi. Biraz daha zaman geçtikten sonra araştırdım ve yazının Müsteşar Kemal Gökçe Paşa’nın önünde beklemekte olduğu bilgisini aldım.
Bir akşamüstü Müsteşar Paşa’nın kapısını çaldım. Durumu hatırlattım. Derslerin boş geçmiş olmasından dolayı huzursuz olduğumu da belirttim. Müsteşar Paşa hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle “Yahya Bey böyle bakkaldan kibrit ister gibi izin istenmez ki…” cevabını verdi. “Eğer uygun bulunmuyorsa öyle bir cevap verilmesinin gerektiğini” söyledim ve çıktım.
Aradan bir süre daha geçtikten sonra izin talebinin onaylandığını öğrendim ve ODTÜ’deki derslerime başlamış oldum.
Buradaki derslerimden birinde teneffüse çıktığımız bir sırada öğrencilerden birinin, etrafı kollayarak bana yaklaşmakta olduğunu gördüm. Çekingen bir tavrı vardı. Yine etrafına bakındıktan sonra, kısık bir sesle, “Hocam başımız sağ olsun” dedi. Şaşırmıştım… O devam etti: “Necip Fazıl’ın ölümünden dolayı başsağlığı diliyorum…”
Evet, Necip Fazıl birkaç gün önce sonsuzluğa göçmüştü. ODTÜ’de bir öğrencinin, Necip Fazıl için başsağlığı dilemesi elbette bir sürprizdi. Kendisi de bunun farkındaydı ki, etrafından çekinerek, kırık bir sesle söylüyordu bunu.
Düşüncelerim, Necip Fazıl’ı tanıdığım güne kaymıştı. İstanbul’daydım, Tercüman Gazetesinin Cağaloğlu’ndaki binasında Ahmet Kabaklı’yı ziyarete gitmiştim.
Kabaklı Hoca’nın üst katlardaki odasında sohbet ederken, koridorlardaki ayak sesleri ile kendi seslenişi birbirine karışan pervasız edalı biri, “Ahmet Bey… Ahmet bey’in odası hangisiydi…” der demez Kabaklı ayağa kalkıp önünü ilikleyerek yürüdü. Kapıda karşıladı, “Buyurun, buyurun üstadım…” diyerek çok saygılı bir şekilde karşıladı. Sonra bana dönerek, “Üstad Necip Fazıl…” diye tanıttı. Hemen ardından Necip Fazıl’a, “Genç şairimiz Yahya Akengin… Sizin yolunuzda… Hisar Dergisi’nde…” derken, ben Necip Fazıl’ı süzüyordum. Mağrur bir tavırla şöyle bir gözucuyla bana bir bakışı vardı ki, o an bu bakışın bendeki tercümesi aynen şöyle olmuştu… “Hadi canım sen de… Benim yolumda olacak adam göremiyorum…”
Üstad Necip Fazıl’ın Kabaklı ile konuşmaları esnasında en çok dikkatimi çeken yüzündeki tikleri, gözlerini diken batmış gibi kırpıştırıp durmasıydı. Üstad bana hiç yüz vermemişti zaten. Uygun bir anı kollayarak izin istedim ve ayrıldım. Gazete binasının önünde steyşın dolmuşların durağı vardı. Sıraya girdim ve beklemeye koyuldum. Beklerken, aradan yarım saate yakın bir süre geçmişti ki, baktım Necip Fazıl da gelip dolmuş kuyruğuna girdi. Hemen arka sıraya doğru yürüyüp Üstad’ı kolundan tutarak kendi yerime davet ettim, götürdüm, ben de en arkaya geçtim. Ne bir teşekkür, ne de bir memnuniyet belirtisi sezdim. Bunun tercümesi de bende şöyle olmuştu: “Elbette herkes bana yer verecek…”
Şiirlerinin dünyasını ve mısralarındaki musikiyi düşündüğümde Necip Fazıl’ı yadırgama duygusu bende yer tutmuyordu. Ancak günün birinde Necip Fazıl’ı anma toplantılarından birinde konuşurken şunları söyleyecektim: “Necip Fazıl, kibire karşı kibir sadakadır, hadisinin gereğini hiç ihmal etmeyen, ancak bu sadakayı her günün zekâtı gibi çok cömertçe dağıtan bir şahsiyetti…”
Ve Necip Fazıl’ın ardından yazdığım “Türkçenin Süvarisi” şiirinde şu mısralarla da bunu anlatmaya çalışmıştım…
Gözler kapanınca başlayan âlemlerin,
Akar gider kaldırımlarımda Sakarya
Alnında çizgileri mezardan derin,
Kabrinde bakışı yıldızdan yukarıya
Eylül 2013
Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...