Şair Nasûhî’ye ‘Bayrak’ dedim; o, ‘Türk Milletine bayrak, nesilden nesile zimmetle devredilen kutsal bir emanettir’ deyip durdu. Daha sonra, bizzat yaşadığı şu olayları anlattı: Küçüktüm, Erzurum’da asker olan rahmetli Ruşen dayım Kore’ye gidecekti. Dayım evliydi, çocukları vardı. Onun bu durumu büyük dayım Esât’ı çok üzdüğü için onun yerine Kore’ye gitmeyi kafasına koymuştu. Bunu hiç kimseye söylemeyen dayımla birlikte, Bayburt’un Elmalı Köyünden Erzincan’a gittik.
Çünkü Erzurum’dan gelen sevkıyat treni Erzincan’dan geçecek ve bu istasyonda bir saate yakın duracaktı. Dayımda bundan istifade edip, asker dayımı bulup, elbiselerini değiştireceklerdi. Esât dayım Kore’ye, Ruşen dayımla ben de köye dönecektim.
Küçük kardeşinin yerine Kore’ye gidecek olan dayım, bütün hazırlıklarını yapmıştı. Hatta her gün kuru üzüm sürerek sıvazladığı ve kendisine de çok yakışan pala bıyıklarını bile kesmişti.
Trenin geliş saatinden önce istasyona gidip bekliyorduk. Bu beklemelerde, o an yanımda oturan dağ gibi dayımın savaşırken öleceğini düşünüyordum.
Bu düşünceler beni ağlatmıştı. Yaşlı gözlerle dayıma bakıp sordum:
- ‘Dayı ya orda seni vururlarsa?’
Dayım yanaklarını çukurlaştırarak, yarı gülümsedi:
- ‘Gurbo’lom (Kurban olayım) sen ağlama, onlar bana heşbişe (Hiçbir şey) yapamazlar’ dediğinde, bakışları süngü ucu gibi parlıyordu dayımın. Dayım, aslan manasına gelen ismi gibi aslandı. O burada kardeşinin yerine ölüme gitmeyi bekleyen eşsiz bir yiğitti.
Sırtında yepyeni bir lacivert ceket vardı. Pantolonunun paçalarını içine soktuğu çizmeleri pırıl pırıldı. Dayımın nice sonraları, traktörün önünden tutup kaldırarak tekerlekleri yerden kestiği hâlâ dilden dile dolaşmaktadır.
Yaşlı gözlerle dayımın kıvılcımlar saçan gözlerine tekrar baktım. İçim yandı sanki.
- ‘Dayı’ diyecek oldum. Dayım dişlerini sıktı.
- ‘ Yeğen ağa, ben oraya ölmeye değil, o yerleri bayrağın rengine boyamaya gidiyorum’ diyince göğsüm gururla kabardı.
Varsın aksın gözyaşım
Buluta değdi başım.
Aradan birkaç yıl geçmişti. Babamın memuriyeti nedeniyle Kelkit’in Köse nahiyesindeyiz. O yaz ilkokul dördüncü sınıfa geçmiştim.
Bir kuşluk vakti evimizin arakasından gelen kadın feryatlarını duyunca koşup oraya gittim. Evin oğlu Nurettin Kore’den geliyormuş. Anası sevincinden yere göğe sığmıyordu.
Biranda evin içi dışı bayraklarla süslendi. Bunu gören komşular da evlerinin kapılarına bayrak asmaya başladılar. Kısa zamanda bütün mahalle bayraklarla süslenmişti.
Eve koştum, ‘Ana! Bayrak’ dedim. Anam ‘yok’ dedi. Merdivenlerden inip postahaneye koştum. Babam mors alfabesiyle karşı tarafa tel yazdırıyordu. ‘Baba! Bayrak’ dedim. Babam işaretle ‘Sus’ dedi. Sustum. Nihayet babam işini bitirip manipleyi bırakarak bana: ‘ Ne Bayrağı oğul’ dedi. Ben tekrar ‘Bayrak’ dedim. ‘Kore’den geliyormuş. Her tarafa bayrak astılar, bana da bayrak. Baba’ Babam: ‘Kim geliyormuş, hangi ev’ diye sordu. Ben ‘ odalarındaki duvar halısının üstünde kılıç asılan ev’ dedim. Babam anlamadı amma, postahanenin yedek bayrağını da bana verdi. Bayrağı alıp, koşarak binadan çıkarken babam peşim sıra seslendi: ‘ Dikkat et bayrak demirbaştır.’
Demir baş, demirbaş! Bayrak demirbaş! Ne demekti Bayrak Demir Baş? Birden gözlerimin önüne bayramlarda yürüyen askerlerin başlarındaki çelik mihver geldi. Önlerinde de bir asker bayrak taşıyordu, onun da başında demir şapka vardı. Kararımı vermiştim, ben de büyüyünce demirbaş olup, bayrak taşıyacaktım.
O şevkle bayrağın uçkur kısmının uçlarından tutarak sırtıma atıp koşmaya başladım. Ben koştukça bayrak havalandı, o havalandıkça ben hızlandım; birlikte uçuyorduk sanki.
Küçük olsa da yaşım
Buluta değdi Başım!
Ankara Mamak’ta asker olan kardeşim Kıbrıs’a gitmişti. Şimdi savaşın tam orta yerindeydi o. Evliydi kardeşim; üstelik Cihangir isminde on aylık bir de oğlu vardı.
İzinli olarak memlekete gittim. Hasretle yeğenimi kucağıma aldım. Küçük Cihangir’in çehresinde Afşar boyunun bütün özellikleri toplanmıştı. Uzun siyah kirpiklerinin gölgelediği masmavi gözleri vardı. Çakır çakır baktı yüzüme. O an irticâlen şu dörtlük döküldü dudaklarımdan:
Gördüm Cihangir’i aldım dizime,
Akdeniz’in rengi vurmuş gözüne.
Ağlar iken dikkat ettim sesine;
İnliyor bayrağım bayrağım diye.
O sırada anam sevinç kanatlarını takmış, uçarcasına odaya girdi, ‘ Oğlum kardeşin geliyor kardeşin. Mersin’den babana telefon açmış.’
Sonradan öğrendim ki. O benim sessiz- sakin, o benim Yunus Emre huylu kardeşim Kıbrıs’ta aslan kesilmiş. Kendisine mükafat izni verilmiş. Çünkü: Yara yırta Lapta kasabasına ilk o girmiş ve o çekmiş hükümet konağına al bayrağımızı.
Var olasın gardaşım
Buluta değdi başım.
Şubat / 2010