Eskiden bayramlar bir başkaydı; hele Bayburt bayramlarının tadı, coşkusu daha da bir başkaydı. Bayburt’taki Ulusal bayramların coşkusunu, dini bayramların tadını unutmak olası mı?
Ramazan Bayramı –ki Şeker Bayramı olarak adlandırırdık- bizim için çok önemliydi ve coşkusu Ramazan’dan bir gün önce başlardı. Ramazan’ın her günü ayrı bir renkte, ayrı bir tattaydı. Bizi adım adım doyumsuz bayram tadına ulaştırırdı.
Bayramımız “arefe suyu”nun dökülmesi ve yıkanmakla başlardı. Elbette bir de “bayramlık”ların alınması sevinci var… Bayramda her şey; doğa, kasabamız, canlı ve cansız herşey öncelikle de insanlar temiz ve güzel görünmeliydi. Ramazan’da ruhlar temizlendi, sosyal barış ve uyum sağlandı… Ramazan Bayramı’nda da bu kazanımlar kutlanacak, pekiştirilecektir…
Arefe günü, tüm çocukların gözü ve kulağı büyüklerde olurdu… Bayramlığı almak için kim götürecek? Düşlediklerimizi alabilecek miyiz? Acaba istediklerimizi bulabilecek miyiz? Sorular, sorular… Bayramın coşkusunu taçlandıracak, bu sorulara verilecek olumlu yanıttı. Kimi zaman –ve de çoğunlukla- alınacak ilk bayramlık, ayakkabı olurdu. Bayburt’un bilinen kundura ustaları, bayramdan haftalarca önce siparişleri alır, gece gündüz çalışarak “kunduraları” ne eder eder Arefe gününe yetiştirirdi. Büyüklerin ayak izleri bir kağıda çizilmiş, saklanırdı. Onlar, “Bana bir ayakkabı yapıver!” dediklerinde kağıt tomarlarının içinden ölçü çıkarılır, ölçüye uygun ayakkabı köselesi kesilirdi. Biz çocuklar için her siparişte ölçü alınırdı.
Büyük bir heyecanla bayramlıklarımızın teslimini beklerdik. Kimi zaman bayram namazından sonra da teslim edilebilirdi bayramlıklar. İçimizi “Ya yetişmezse!?” korkusu bir kor gibi yakardı. Eğer Arefe günü elimize geçmişse, bayramlıklarımızla birlikte yatmak kaçınılmazdı!
Bayram öncesi sabahlara kadar çalışanların başında berberler gelirdi. Hele mahallemizin ünlü Yusuf ve genç yaşta rahmetli olan Hamza kardeşleri! İki kardeş durmadan saç-sakal tıraş yaparlar, çalıştıkları sürece de çok güzel konuşurlardı… O kadar ilginç konuyu nereden bulurlardı? Tıraş ettiği kişinin ilgi alanlarını; neyden hoşlanıp neyden hoşlanmadığını bilir ona göre konuşurlardı. Tek dinlenme anları, usturalarını bir köseleye sürterek biledikleri andı. Mahallemizin değişmez muhtarı Yusuf abi, sanırım berberlikten de emekli olmuştur.
Bu arada tüm evlerde telaş başlamıştır, Arefe günü… Bayramdan önceki hafta tüm ev dip-köşe temizlenir; bayramlarda kullanılacak kap-kaçak, bardak-çanak ortaya çıkarılır; börekler, baklavalar açılır; tatlı çorbalar yapılır… Çocuklara dağıtılacak bayramlıklar hazırlanır… Mahallenin yoksulları, yaşlıları için imeceler yapılır… Onların boynu bükük kalmalarına gönüller razı olmazdı. Bayram hamamına bunlar da götürülürdü. Tüm bu yardımlar çok doğal davranışlar olarak sergilenir, ne yapan kendine bir pay çıkarır ne de yararlanan yere bakar. Çünkü kuşaklar boyu kazanılan toplumsal değerlerin doğal sonucudur. O denli doğaldır ki, mahallenin yetimleri kesinlikle bayramlıklarına kavuşturulurdu. Her hanenin donattığı yetimi belliydi. Ve bu çocuklar, hanenin çocuklarıyla birlikte bayramlıklandırılırdı. Çocuğa neyse yetime de o; ne eksik ne fazla…
Bayram, bayram namazı ile başlardı. Hanenin tüm erkekleri, Bayram Namazı’nı kesinlikle kılardı. Büyükler sabah namazı için camiye gider ve bayram namazını orada beklerdi. Gençlerle çocuklar namaza yakın ve bir arada giderlerdi. Caminin en arkası çocuklara aitti. Çünkü orada her türlü gırgır –edepli, sınırlı ve sessiz- serbestti. Bunun temelinde büyüklerin hoşgörüsü vardı. Bu hoşgörüdür ki Ramazan’da tümümüzün camileri doldurmasını sağlamıştır. Bununla da kalmamış, büyük çoğunluğumuz “cami adabı” ve “namaz alışkanlığı”nı geliştirip, davranışa dönüştürmüştük; sıkılmadan, baskı görmeden, korkutulmadan; doğal, içten ve ruhani bir doyumla…
Camideki sıralı bayramlaşmaya çoğunlukla biz çocuklar katılmaz, hemen eve koşardık. Çünkü bayramlıkları giyme zamanı gelmiştir. Ardından “bayram yemeği” gelecek… Tatlı çorbalar, börekler, dolmalar, baklavalar… Tümü yer sofrasının çevresini sarmış, heyecanla bizi bekliyor… Oturacağız; taslarımızı çorbayla, tabaklarımızı da sırasıyla börek, dolma, baklava… dolduracağız. Heyecanlarını, onları kaşıklayarak yatıştıracağız… Bayram yemeklerinin bir sosyal görevi daha vardı: “Var”ını başkalarıyla paylaşmak… Ama soframızda ama konu komşuya dağıtarak. Elbette özellikle kimsesiz ve yoksullarla. Onlar “var”ın ayağına gelmezdi; “var” onların ayağına giderdi!
Bayram yemeği topluca ve neş’eyle ancak çabucak yenir… Hemen bayramlıklarla donanmaya geçilir… Özellikle çocukların bayram sevinci o anda doruk altına çıkar; doruk, bayramlaşma sırasında yakalanacaktır. Çünkü “bayramlaşma” demek, “bayramlık” toplamak demekti. Evdeki bayramlıklar da yaşa uygun olarak alınan paraydı. Büyüklerin her cebinde değişik değerde para bayramlaşma öncesi yerleştirilmiştir: 5, 10, 25, 50 kuruşlar; kağıt 1 ve 2.5 liralar… Elbette 5 ve 10 liralık kağıt paralar da vardı, ancak biz çocukların onlara sahip olmamız için bir mucize gerekirdi. Hele kağıt 50 ya da 100 lirayı görmemiştik bile!
Aile içi bayramlaşma el öpme töreniyle başlardı. Büyükler kendi aralarında bayramlaşırken, sıranın bize gelmesini heyecanla beklerdik. Ellerimizi oğuşturur, para harcamanın tatlı düşlerine dalardık. Gençler de biz çocukların paralarını nasıl “iç edebilirim”in plânlarına dalmışlardır. El öptükçe paraları cebimize doldururduk. Salt para toplama derdinde değildik; ötekilerin ne kadar topladıklarını da bilmeliydik. Kimsenin bizden fazla toplamasına göz yumamazdık! Hele de ben… Ötekileriyle aramdaki farkı kapatmak hatta öne geçmek için bir yol bulmuştum; para bütünlemek! Büyükler bayramlık dağıttıkça “ufaklık sıkıntısı” başlardı. O zaman ben devreye girerdim: “Ver bütün 5 lira, al bozuk 4 lira 75 kuruş!” Ne güzel hesap ama! Bu arada aile içi ufak ufak yarışmalar başlardı. Güreşmeler, bilek güreşleri, gırgır şamata, “Toparlanın gidiyoruz!” ünlemesiyle kesilirdi. Büyük-küçük, yaşlı-genç, çoluk çocuk cumbur cemaat ailenin hayattaki en büyüğünün evine… El öpülecek, yeni hasatlar(!) gerçekleştirilecektir. Aile bayramlaşmasının sonunda büyüklerimiz “yas evleri”ni ziyarete giderken biz çocuklar da yaştaş grupları oluşturarak, doğru “mahalle bayramlaşması”na… Artık ne olursa toplardık; şeker, mendil ve çok az olsa da para… Hasat bittikten sonra bizi üç şey beklerdi: Saraybahçesi, dönme dolap ve elbette sinema…
Saraybahçesi ve orada yaşananlar bayramımızın olmazsa olmazıydı… Kasabamızın tüm çocukları orada toplanıp kendi bayramımızı başlatırdık. Önce topladığımız paraları sayarak üstünlüğümüzü kanıtlamaya çalışırdık, sonra da harcamalar başlardı. Bayram yemeğinin ve abur cubur yediğimiz şekerlerin ağırlığından, kiraladığımız biskletle kurtulmaya çalışırdık. Alan, kiralık bisikletinde kendini kral(!) gibi gören canavarlarla dolardı. Bu karmaşada birbirine çarpmadan bisiklet kullanmak büyük bir beceriyi gerektirirdi. Bisikletleri kiraya verenler kazaları önlemekten çok, kaçak binmeleri önlemeye çalışırlardı… Bir de parası kadar tur atacakların tur sayısını izlemek. Sayıyı tamamlayanlar bilmezden gelerek birkaç tur kaçamak yapmaya çalışır, uyarıları duymazdan gelirdi. Ama onların elinden kurtulmak olanaksızdı. O kadar çocuğu nasıl izler ve kaçamakları önlerlerdi, hâlâ merak ederim! Alanımızın olmazsa olmazlarından biri de “beşe yirmibeş, ona elli”cilerdi. Bu oyun yanılmıyorsam bir ailenin tekelindeydi. Çocuklardan çok gençlerin eğlencesiydi. Elbette oyunu izleyen çocukların da kaçamak yaptıkları olurdu, o kadar… Kimi bayramlarda halka-cambaz çadırları, motor kuleleri kurulduğu da olurdu. Ama bayramlarımızın gözde eğlencesi “dönme dolap”lardı.
Bizler, lunaparkları süsleyen, “dönme dolap”larla çocuk yıllarımızda tanıştık. Bayramlarımızın dönme dolabı, Pönserek köprüsünün yanında kurulurdu. Tümü ağaçtan yapılmış bir araçtı ve insan gücüyle çalışırdı.. Yanılmıyorsam 8 tane dolabı vardı. Her dolaba karşılıklı ikişer kişiden dört kişi otururdu. Kızların da dolaplara bindiği olurdu, tek koşulla, kızlar ayrı dolapta olacak… Ücreti ödeyen dolaba binerdi. Tüm dolaplar sırasıyla doldurulur ve eğlence başlardı. Beni en çok etkileyen dolaplar dolarken, en tepeye çıktığımız andı. Tepede sabit duruyorsun ve Bayburt’a tepeden bakıyorsun… Yerdeki insanlar küçücük… için kıpır kıpır ve kokuyla karışık bir yürek çırpıntısı… Dönmektense, tepede kalmayı yeğlerdim bana kalsa! Bir de dolap dönmeye başladığında, tepeden aşağı inerken içimizin kaymasıyla oluşan “uçma duygusu” yok mu! Anlatılamaz, yaşanmalı…
Bayramın her günü ayrı bir film oynardı sinemada. Ücret kapıdan girerken toplanırdı. Yer numarası da neymiş? Herkes boş bulduğu yere otururdu. Filmlerin tümü güldürüye dayalıydı. Cilali İbo (Feridun Karakaya), Turist Ömer (Sadri Alışık), Ersun Kazançel, Adile Naşit, Mürüvvet Sim… daha kimler… Oturduğumuz tahta sandalyelerin gıcırtıları arasında katıla katıla gülerdik. Sinemanın balkonunda oturan bayanların bile(!) gülmeleri duyulurdu. Sinema, bayramlarımızın süsüydü… Ona harcadığımız paraya hiç acımazdık.
***
Günümüz bayramları, özellikle büyük kentlerde anlamını neredeyse yitirdi. Gençler bayram görüşmelerinden kaçıyorlar. El öpmeyi kişiliğine yakıştıramayan gençler var. Çocukların derdiyse bilgisayarın sundukları, cep telefonları, tablet bilgisayarlar… Onlara çok görmüyorum; dönme dolabı, beşe yirmibeşi, geçim derdinden uzak bayram sevinçlerini yeterince yaşamadılar, yaşatamadık… Şimdi de bir boşluktalar, daha doğrusu sanal bir doyuma kapılmışlar… Kimi zaman ana-babaları, eğitimcileri ve kanaat önderlerini özellikle de devleti yönetenleri, günümüz çocukları adına o kadar suçluyorum ki… Elbette kendimi de!
Ağustos 2012