Bayburtlular için anayasa hukuku dersine giriş!

Abone Ol

Vatandaşlarına üvey analık, öz analık ayrımı yapacak anayasa ‘Ana Yasa’ değildir.

Hak, savunma ve yaşam tercihinin güven altında olmadığı ve güçler ayrılığının bozulduğu bir toplumun anayasası yoktur. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, 16. Madde

(Biliyorum bu yazımı asıl okuması gerekenler bir çok nedenle okuyamayacak
ya da okumayacaklar. Okumaya heves edenlerin çoğu ise uzun diyecekler.
Oysa uyduruk dizilere, kurgu kitaplara ve gündelik yaşamdaki anlamsız boşluklara zaman harcanıyor.
Yani özetle, okumak isteyen zaman bulur. Okumaya niyetli, karşı fikirliler ise
daha başta ya burun kıvıracak ya anlamayacak ya da yarıda bırakacak ama
hiç olmazsa bir iki aklı başında hemşerim umuyorum ki okur da siyasi kararını
bir daha gözden geçirir ve millet kalma adına toplumsal bilince az da olsa katkı verir.)

Anayasa pek ilgimizi çekmez, onu okumayız, öğrenmeyiz. Bildiklerimizse kulaktan dolmadır. Oysa hayatımızı bu kadar yakından ve derinden ilgilendiren bir başka konu da yoktur. Bu ilgisizliğimiz, biraz da anayasa benzeri metinleri anlama ve dilinin eskimişliğinden kaynaklanır. Bir de anayasa, temel kavramları ile hukuk terimleri bilinmeden bilgi takibi zor bir konudur.

Siz “bunca toplumsal mesele, geçim derdi, işsizlik gibi sorunlar dağ gibi duruyorken anayasa çok ta umurumuzda mı, büyüklerimiz bizim adımıza düşünür” diyebilirsiniz. Oysa demokratik bir anayasa tam da bunun için önemli. Çünkü kişi hak ve özgürlükleri, savaşsız ve huzur içinde yaşanabilir bir ülke, bölgesel kalkınma eşitliği, adaletli gelir dağılımı, sağlık ve eğitimin hakkaniyetli, kaliteli olduğu bir hayatın bütün temel kararlarından o sorumlu. Bu böyle olmasına rağmen ne yazık; kişi veya toplumun öncelikleri arasında, anayasa asla önemli bir yer tutmuyor. Halbuki doğrudan hayatın her yerini ilgilendiren; bireysel haklarımızın teminatı, ifade özgürlüğümüzün güvencesi, bugünkü sorunlarımızın sorumlusu, geleceğimize yön veren en büyük seçimimizdir anayasa.

Hukuk, hele de anayasa sıkıcıdır! Bizde adalet binaları da, adalet dağıtılan yerden çok; büyük iş hanları ya da alışveriş merkezlerine benzer, bunaltıcıdır. Dil küflüdür. Kitaplar anlaşılması zor ve heyecansızdır! Avukatlar bıkkın, hakimler ve savcılar güvenilmezdir.

Bütün bir millet her ne hal ise ‘Adalet’ denilen o büyük kurumu böyle algıladık, böyle algılatıldı. Haklı olduğumuz taraflar da olabilir ama sorunu hiç kendimizde aramayız. Halbuki modern hukukun inşa ve gelişimi ile Cumhuriyet meclislerinin anayasalarını, hiç olmazsa temel yaptırımlarını merak edip, vaktiyle öğrenseydik ya da okullarda yurttaşlık bilgisi olarak öğretilseydi bu kanaatimiz değişebilirdi. Örneğin başka ülkeler; dini ayrılar, kültürü farklılar; vatandaşlarını nasıl yasalarla yönetmişler; okullarda öğretilmeliydi, olmadı kendimiz öğrenmeliydik. İnsan, vatandaş, birey haklarına ilgi göstermeliydik. Seçtiğimiz yasa yapıcılar işi kotarırken ‘acaba bunlar esas olarak ne yapıyor’ diye fikri takip yapmalıydık. Ödevlerimizi vaktinde yapmayıp; yasalar düzenlendikten sonra ya kaba müdahaleyi doğal hak sayıp ya kapı ardında çaresiz mızmızlanmak anlamsız. Birey ve toplum olarak bu konuda az da olsa donansaydık ‘Adalet’ dediğimiz o büyük alanı böyle görmezdik ve sorunlarımız da şimdiki gibi birikip bize çaresizlği çare olarak dayatmazdı.

Gelişmiş ülkelerde temsili demokrasinin bile sorgulandığı günümüz siyaset modeli arayışları varken, hukuk bilimi kapsamında, böyle dar çerçeveli bir yazıyla niyetim, hükümdarlık ya da Ortadoğu toplumlarına has anayasa yapma anlayışının yanlışları ile hesaplaşmak! Yeni anayasa adı altında, adaleti özelleştirme ve iktidarı mutlaklaştırma girişimlerine karşı elimizde eleştirmekten başka da demokratik bir hakkımız yok. Gündemin her an değiştiği bir ülkede yaşıyoruz, bilgilenmek daima eleştiriye, eleştiri ise katkıya, bu da olumlu değişime sebep olur. Milletimiz terör, geçim, savaş ve gelecek endişeleri arasına sıkışmışken anayasa konusuna çok ilgisiz ve işi tek kişiye ihale etmiş. Bayburt ise ne yazık pek kamu aydın birikimi boy vermeyen bir yer.

Bu yazımda anayasa, yetkileri genişletilmiş cumhurbaşkanlığı, başkanlık ve bunların günlük siyaseti etkilemesi ile kurumlarına ilişkin neler anlatacağım?

Bir anayasanın içeriğini; yapılış usulü ile yöntemi belirler. Yazımda önce anayasa tarihinden ve Hukuk Bilimi’nin temel kavramlarından söz edeceğim. Malesef bazılarımızın ‘Asrı Sadet’ dönemiymiş gibi davrandığı yasa yapma zihniyetini sorgulayacağım. Sonra bizdeki bu ‘yol ve yöntemle’ niye demokratik bir anayasa yapılamayacağını, daha sonra da sözü nasıl ‘yapılmalıydı’ya getireceğim. Ülkemiz ve milletimiz için can alıcı hatalara dikkat çekip, tekrara düşme pahasına evrensel hukuk ölçekleriyle karşılaştıracağım. Yedi yaşımdan beri köklü din bilgisiyle donanmış birikimimle, günümüz Siyasal İslam’ının süreçle yerleşerek aşırıcı (radikal) yönetim anlayışına değineceğim. Bu anlayışın milleti bütünleştirici ve çağdaş anayasa ruhuyla nasıl çeliştiğini, vazgeçtim milletten, inananları nasıl böldüğünü örneklerle açıklayacağım. ‘Türk Tipi Başkanlık’ arayışının hukuksal altyapımızı aşan belirsizlikleri ve tehlikelerini anlatmaya çalışacağım. Demokratik açılım, yeni anayasa, federasyon, yeni topraklar elde etme ve başkanlık gibi projelerin aslında ülke yararına değil iktidar ihtirasının geleceğine yönelik olduğuna vurgu yapacağım. Sonuçta hepimizin seçimlerde veya yeni anayasa halkoylamasında fanatik bir taraftar gibi değil de, çağdaş bir vatandaş bilinciyle karar verme sorumluluğu olduğunu, nihayetinde de her kesime tarafsız ve eşit davranmanın; ülke dirliği, millet birliği, inancın gereği için, ön şart olduğunu hatırlatacağım.

Yılların ‘demokrasizlik’ havuzunda biriktirdiği keskinliğimiz ile sorgusuz sualsiz onay kültürü, hayatımıza ve yurdumuza zarar veriyor. Her alanda siyasetin geçmişine duyulan güvensizlik, düşük eğitim, yoksulluk, ifade özgürlüğünün bastırılması, adaletin ayrışması, seçilmişlerle benzerlik, kayırmacılık, vb. nedenler yüzünden, seçmen fanatik bir taraftar gibi davranabiliyor. Yazdıklarım; eğer sizde böyle bir tavır varsa, o tavrınızı gözden geçirmekte umarım bir işe yarar. Bu konular sizi hiç mi hiç ilgilendirmiyorsa, kararınız her zamanki gibi baştan verilmişse ve ‘acaba’ diyip sorgulamıyorsanız sizlerle aynı endişeleri taşımıyoruz demektir. Bu durumda geçmiş yazılarımdaki ‘Dahilden Gazel’ okuyan durumuna düştüm demektir, o zaman yazının burdan sonrasını okumasanız da olur. Bu benim, temel sorunlara ‘Mayın Eşeği’ gibi öne geçip karşı çıkışım, muhalif ve itaat etmeyen eleştirel tavrım, hem yurtseverlik gereği hem de yurttaşlık görevimdir.

Anayasaları kim, nasıl yapar ve bu süreç vatandaşa bir görev yükler mi?

Modern anayasa yazımı öncesi dönemlerde, kendinde dünyevi veya uhrevi güç bulan her kişi, kitleler yanında olsun olmasın, kendi yasasını yapmıştır. Çağdaş anayasa yazım tarihinde de siyasiler zaman zaman kendilerinde bu gücün olduğuna inandıkları an, kitleler onaylasın onaylamasın, doğuda ya da batıda farketmez, kendi dünya görüşlerine ve bilgi dağarcıklarına göre anayasa yapmaya kalkışırlar. Burada belirleyici olan: Kabullenen veya karşı çıkan çoğunluğun nitelik ve bilgi kalitesidir. Zaten eğer yasa yapıcı ile kitlelerin kanı uymamışsa; toplum bunu uzun vadede kusar.

Şimdi bize, Meclis’ten seçilen Anayasa Komisyonu ve dışardan atanan danışmanlarla 18 maddelik bir anayasa değişikliği hazırlandı. Mecliste tek parti rejimince onaylandı ve halkoyuna sunulacak. Arada hızla geçilen aşamalar olsa da sonuçta bizlere, sadece hazırlanmışı reddetmek veya onaylamak kalacak. Oysa gelişmiş ülkelerde bireyin çeşitli yöntemlerle sürece katılması sağlanır. Günümüz anayasaları; kapılar ardında dar bir komisyonla ve sadece iktidar partisi milletvekili oylarıyla onaylanarak değil, siyaset korkularından arındırılmış, gerçekten uzun bir yol izlenerek oluşturuluyor. Bunları anlatacağım. Çünkü anayasa yapımı konusunda ne kadar bilgili olursak: Tercihimiz de o kadar bilinçli ve beklentilerimizi karşılayan, sağlam temelli bir anayasaya katkımız o kadar olur.

Bu anayasa, hayatınıza, işyerinize, evinize girecek; çocuklarınızı, torunlarınızı büyütecek, topluma biçim verecek. Bir kere içeri aldıktan sonra artık ondan kurtulmanız, ancak başınızın belaya girmesini göze almanızla mümkün olabilir. Bu yüzden içeri almadan önce onu iyi tanıyın. Niyetini, kökenini, ne yapmak istediğini, hayatınıza müdahale alanını öğrenin. Sonuçta bu öylesine sıradan günlük bir karar değil ki, onunla bir ömür birlikte yaşayacaksınız, her şeyinizden o sorumlu olacak, siz ölünce de çocuklarınızı ve en önemlisi ülkenizi ona emanet edeceksiniz.

Toplumlar da bireyler gibi gelişip değişiyorlar. Geçen her an, birey özgürlüklerine, millet özlemlerine ve devletin uluslararası ilişkilerine yeni boyutlar ekliyor. Bugüne kadar çeşitli yollarla yapılan anayasalarımız ile sonra onlar üzerinde yapılan iyileştirme ve düzenlemeler ne yazık ülkemizi, çağdaş toplumların yasaya güven duyma düzeyine taşıyamadı. Bunda; siyaset çarkının işleyiş biçimi, kurumları taraflı yapılandırma anlayışı, vatandaşın gelir ve eğitim seviyesinin iyileştirilemeyişi ve yurdumuzun sömürü anlayışlı dış güçlerin odağında olmasının etkisi büyüktür. Bütün bu nedenlerle geleceğimizin tasarlanması olan anayasa maddelerinin fikri takibi, her yurttaşın görevidir.

Yasa yapmanın kısa tarihi...

Tarih bize yasa yapanlar konusunda neler söylüyor? Hammurabi’den Hz. Musa’ya, Solon’dan Jüstinyen’e, Kanuni’den Napolyon’a hepsi de içinde yaşadıkları toplumların kutsal kabul ettikleri atalarından kalma yasalara karşı ek veya yeni yasalar getirmişlerdir.

İslam öncesi devlet kurucu Türk Kağanları başa geçince, kuraldı; mutlaka bir töre koyarlardı. Oğuz Kağan, Bilge Kağan gibi hakanların hepsinin yasaları vardır. Onlar bu yasaları atalarından gelen kurallar ile komşuları Çin, Hint geleneklerinden damıtıp, beylerini toplayıp onlara danışarak oluştururlardı. Her biri usül, erkan, aded ve örfleri toparlayıp, emirlerini de ekleyerek kendi hukukunu kurgulardı.

Beylikler ve Selçuklular dönemlerinde güçlü hanedanlar, kanunlarında; göçer Türk gelenek, görenek, örfü ile islami emirleri, geçmişte denenmiş kurallarla birleştirip kullanmışlardır. Dönem siyasetnamelerinden anladığımıza göre, yasalarına giren şer’i hükümlere ek olarak eski, yeni bütün yaptırımlarda şaşmaz bir zayıfı gözetme, hakkaniyetli adalet ve bir tür kuvvetler ayrılığı hukuku uygulamışlardır.
 
Osmanlı devleti ise şeriatı da kapsayan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Buna imkan veren temel kaynak; örf ve kendilerinden önceki geleneklerdir. Osmanlı’nın yasaları üç kaynaktan beslenmiştir. Birincisi padişah fermanları. İkincisi fakih ve şeyhülislamın içtihad fetvaları. Üçüncüsü ise halkın örf ve gelenekleri. Kuruluştan I. Murad saltanatı sonuna kadar olan dönemde; devlet, teba ilişkisinde göçer Türk Örfü baskındır. Daha sonraki dönemlerde üç padişahtan Fatih Kanunnamesiyle, Kanuni Sultan Süleyman yasa hükümleriyle ve II. Abdülhamit Kanuni Esasi’siyle hukuk düzenlemeleri yaparken bu yolu gözetmişlerdir. Yani Osmanlı’da da yalnız ve tek başına, toptan İslamın şer’i hükümlerine ‘cevaz’ verilmemiştir. Öyle ki, Osmanlı; Kanuni zamanının Ebussuut Efendi gibi hayli güçlü bir şeyhülislamını veya II. Abdülhamit döneminin Mecelle’sini o da medeni veya genel ahkamda yer yer müdahil yapmıştır. Gerileme dönemlerinde, hatta Patrona ve Kabakçı gibi köktenci kalkışmalarda bile ulema ve şeriatın yasalara hakim olma müdahalelerine karşı Osmanlı yönetici sınıfı; devletin bekası, tebanın sefası için daima uzlaştırıcı ve birleştirici nedenlerle bir kesimden yana olmamıştır. En önemlisi Tanzimat’tan önce bile padişahın selahiyetlerini kısıtlayan yasa maddeleri koymuştur.

Günümüzde anayasasını İslami emirlere göre düzenlemiş ülkelerdeki ulema; örf ve iktidar hukukunu meşru saymazlar. Onlara göre; dört mezhep, ‘şeriat fıkhına’ getirdikleri ‘tefsir, içtihad’ ve eklerle her soruna kesin cevap vermiştir. Her hukuksal sorun sadece bu sınırlar içinde çözülmelidir. Bu nedenle Ortadoğu ve İslam ülke topraklarında kılıç asla kınında durmaz.

Sonuçta; Araplar’dan farklı olarak, bizim hukuk geçmişimizde Adalet: Sultanın, şeriatın, emirin, gücün, iktidarın tartışılmaz bir yetkisi olamaz. Bizde; geleneğin, vicdanın ve yeri geldiğinde dinle, örfi kuralların harmanlanıp tarafsız ve hakça uygulanışıdır. Aslında bizim yönetim geçmişimizin köklerinde; hoşgörülü, çoğulcu, hakkaniyetli biraz da naif bir demokratik gelenek vardır. Bizde Sultan’ın, bağımsız bir Kadı’ya hesap verebilirliği gözetilmiştir. Bizim kültürümüz Orta Asya’dan Osmanlı’ya, İslam’ın emirlerinin demokratik değerlerle birlikte uzlaştırıldığını kanıtlar. Biraz da bu kökler nedeniyle İslam Dünyası’nda Türkiye; Müslümanlık ile laik demokrasinin birarada olma kültürünün yaşayabildiği tek ülkedir.

Dünya’da ve bizde laik anayasa yazımı...

Batıda modern anayasa yazımı Fransızlar’la başladı. Amerikalılar İnsan Hakları Bildirgesi ile çerçevesini genişletti. Günümüzde ise çeşitli uluslar yaşanılan acı deneylerden de ders alarak, anayasalarını uzlaşmacı, çoğulcu yöntemlerle daha az kusurlu hale getirdi.

Bizde gerçek bir anayasa yapmaya ilk defa padişah III. Selim niyetlendi ama işin aslı; bu nedenle yeniçeriler tarafından öldürülünce unutuldu. Osmanlı’da birey ile devletin karşılıklı haklarının bir yasaya girmesi ancak Tanzimat Ferma’nı ile Sultan Abdülmecit’e nasip oldu. Hazırlanan ilk anayasayı Sultan II. Abdülhamit önce kabul edip sonra yasakladı. Sultan Reşat, iç ve dış baskılarla bu anayasayı yeniden onayladı. Avrupa dışındaki ilk anayasalardan biri olan Osmanlı Anayasası bazı eksiklik ve temel demokratik hakları ihlal eden maddelerine rağmen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na doğru atılmış zayıf bir adımdır.

Gelinen noktada laik bir mahkeme artık büyük bir ihtiyaçtı. Oysa anayasası laik olmayan toplumlarda, inanç emirlerine uymak şart olduğundan laikliğin lafzı bile edilemez. Fas’tan Katar’a, Güney Sudan’dan İran’a kadar uzanan coğrafyadaki ülke anayasaları laikliği temelden reddeder. Anayasaları İslami hükümlere göre düzenlenmiş ülkeler de maddeleri, laik yönetimlerdeki gibi bireyin özgür iradesine terketmeyip, herkese zorla kabul ettirmek dini emre itaatin gereğidir.

Cumhuriyet’in kurucularının savaştan sonra ilk işi; dönemin koşullarının ve toplumun isteklerinin çok ilerisinde bir anayasa yapmaktır. Kurtuluş Savaşı’nda dedelerimiz canlarını verip vatanı bize emanet ettiler. Bunu, kutsal değerleri ve evlatlarının istikbali için yaptılar. Yoksa onların kurtuluştan sonra ne medeni kanun ne Araplar’ın alfabesini terketme ne padişahlıktan vazgeçme ne de sayısız yenilik gibi istekleri de talepleri de yoktu. Kesintisiz, topyekün 11 sene savaşmış milletin zaten kimseden bir anayasa veya devrimler gibi beklentisi de olamazdı. Toplum yokluktan neye ihtiyacı olduğunu düşünecek halde değildi. Vatandaşlık ile anayasanın sağladığı yeni haklar onun kucağına bir mücadele sonucu değil, birer hediye gibi sunuldu. Bu durum, değerli bir mücevherin, bugünün kıymet bilmez bir çocuğunun eline verilmesi gibidir. Bizim toplumumuz bu değeri çabayla, mücadeleyle değil de mirasa konarak elde ettiğinden, çoğulcu demokrasi ve laik kültür bir türlü yerleşmemiş ve başkasının yaşam biçimine saygı olgunlaşmamıştır. Bu nedenle anayasa tarihimiz; karşı çıkışlarla, ayrışmalarla, iç çatışmalarla ve geçmişe dönme özlemleriyle kesintiye uğrayan uzun bir mücadelenin tarihidir.

Anayasalar günümüzde hangi aşamalarla ve nasıl yapılır?

Dünyada insan haklarına dayalı, kitleleri bir arada tutan, paylaşımcı bir anayasa nasıl yapılıyor? Ben yıllarca bu konuyu merak ettim ve araştırdım. Elbet çağdaş hukuk devleti olması önkoşuluyla ve toplumun her katmanını nispeten tatmin eden bir anayasa öncelikle; birleştirici olmak ön köşuluyla, uzlaşmacı, özgürlükçü, baskı ve dayatmacılıktan uzak yapılıyor.

Bu karmaşık yapılış sürecini anlatmak zorundayım. Genellikle şöyle bir yol izleniyor: Yeni anayasa yapmaya karar veren seçilmişler  ‘Kurucu Meclis’, ‘Kurucu Anayasa Meclisi’, ‘Geçici Anayasa Meclisi’ gibi adlar altında, ülkelerinden, hatta başka ülkelerden 15, 20 kişilik, farklı disiplinlerden ama daha çok anayasa hukukçularından bir uzmanlar komisyonu oluşturur. Bunlar danışmanlarla görüşerek, halktan da dilekçeler ve mektuplarla öneri alarak bir ön taslak hazırlar. Bu taslak metin, daha ilk hazırlık aşamasından itibaren bilgilendirme toplantıları, halka açık seminerler ve medya aracılığıyla topluma duyurulur. Önemli maddelere karşı çıkan düşünce sınıfları, geniş halk katmanları ve her kesimin temsilcileri arasında bu sorunlar uzun uzun tartışılır. Tepkiler alınır, yaklaşımlar öğrenilir, değişiklikler yapılır. Komisyon, bundan sonra düzeltilmiş anayasa taslağını bu defa Meclis aracılığıyla alanının uzmanlarından seçilmiş; anayasacı, hukukçu, biliminsanı, eğitimci, dinadamı, düşünür, sanatçı, siyasetçi ve toplum temsilcilerinden oluşturulan geniş bir “Anayasa Yapıcı Kurulu”na sunar. Burdan çıkan ana metnin hala sorun olan maddeleri sonraki aşamada; partiler, sendikalar, barolar, inanç grupları, azınlıklar, üniversiteler, işveren ve işgören kurumları aracılığıyla yüzyüze alt komisyonlarda görüşülür. Bir sonraki aşamadaysa uzlaşılamayan sorunlu maddeler uzlaşı aranarak yine medya, üniversiteler, inanç kurumları, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla kitlelere duyurulur. Sonuçta üzerinde anlaşılamayan birkaç madde tarafların temsilcileri ve anayasa yapıcılarıyla yüzyüze görüşülerek karara varılır. Eğer bu son aşamada da uzlaşma olmazsa temel haklar saklı kalmak ön koşuluyla en fazla bir veya iki madde halkoyuna sunulur.

Bu karmaşık süreç, ayrıca toplum temsilcileri, toplum kuruluşları ve kanaat önderlerinin devrede olduğu uzlaşı aşamalarıyla doludur. Anayasamıza ekler yapılırken tutulan yol ve usulün görüldüğü gibi anayasalarını yapan ülkelerin yöntemleriyle uzaktan yakından ilgisi yok. Son yıllarda Malezya, Hollanda, Nikaragua, Güney Afrika anayasaları böyle yapıldı. Sağlam zeminli anayasalar ya da geniş kapsamlı madde değişiklikleri bu yollardan geçirilerek 5-6 hatta 8-10 yılda yapılıyor. Bizde ise bu süreç yangından mal kaçırır gibi ve aşamaları kimsenin umurunda değil. Özellikle de ülke bütünlüğü, yaşam farklılığı ve her kesimi koruyucu şemsiyesi konusunda toplumun önemli bir kesimi tedirginken. Yoksa öyle, Anayasa Komisyonu Başkanı’na göz kırparak “hemen anayasamızı tamamlayalım, abi çalışmamızı bu ilkbahara mutlaka bitirelim” diye ısmarlama anayasa yapılırsa ilerde sarsıcı sorunlar yaşanır. Demokrasiyi gerçekten amaçlamış bir yönetim dili böyle olamaz. Oysa; çoğunluğun dayatmadığı, ülkeyi bir arada tutan, hukuk yetersizliklerini ele alan, fırsat eşitsizliğini giderici, her azınlığı koruyucu, kitleleri birleştirici, doğaya hunharca saldırıları engelleyen bir anayasa nasıl yapılır hiç umursanmıyor. Dışardan bakan bir göz bu yöntemin; sorunları çözme derdinde değil de, kişisel yönetim modeli başkanlığı oluşturma ve ayağına bağ olan engelleri kaldırma peşinde olduğunu görür. Fransızların yazdığından beri bir kaç dalga anayasa yazımı tarihinde, Türkiye’nin anayasa yapma becerisi buralarda mı olmalıydı? Halbuki bağımsız düşünen, araştıran, her türlü baskı ve korkudan uzak toplum güya bu anayasaya eklenen maddeler üzerine inşa edilecek!
Bu maddeler oluşturulurken başta sessiz sedasız bir iki Sivil Toplum Kuruluşu’na danışmak, seçilmiş kişilerden, bazı akademik çevrelerden öneri almak gibi doğru girişimler oldu. Ama haklı olarak bu çevreler dişe dokunur bir istek ya da öneride bulunmadı. Çünkü biliyorlarki kendileri ne önerirlerse önersinler, neyi eleştirirlerse eleştirsinler hiç dikkate alınmayacaklar. Can alıcı maddeler çoğunluğun eğilimi doğrultusunda çıkacak ve nasıl olsa yasa koyucu ‘bildiğini okuyacak’ öyleyse ses çıkarmanın anlamı yok! Karşı olanları kıstırmak, bıktırıp uzlaşmayı çökertmek işte tam da bu. Halbuki uzlaşmadaki bu kırılma noktasını önemsememek toplumda derin ayrışmaya malolur. Çünkü söz konusu olan; insanın yaşı, eğitimi ve gelirinin yerinde olması nedenleriyle savsaklayacağı bir şey değil. Bu, en az sağlığımız kadar geleceğimizi doğrudan etkileyecek bir tercih. Uluslararası hukuku, evrensel insan haklarını, anayasa yapma yolları bilinmese de toplumun en az yarısının hakkının gaspedildiği bilinmeli. Hakkı gaspedilen bir bütünün parçası asla diğer yarısıyla uyum içinde olamaz. Bütünü oluşturan tüm kesimleri az da olsa mutlu etmeyen bir anayasa, tek zümrenin anayasası olmaya hapsolunur. Böyle olunca da bilerek veya bilmeyerek ortasından yarılmış bir millet hazırlanır. Bütünlük ortasından bir kere yarıldığında ise olanlar yakın tarihimizde yazılı. Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, düşmanlık besleyenlerin ellerini oğuşturma zamanı gelmiş demektir!

Zaten zihinsel ayrılmışlık, terörün elde ettiği aşama, işsizlik kitleleri hırpalarken; anayasanın yapılışı bireyler için çok ta öncelikli deği. Fakat toplumun bir kısmının gerginliği tedirgin edici. Başka bir kısımsa ilgisiz ve rahat. Bu nasıl olur! Yöntemi, ön taslak hazırlığı, komisyonları, denetleyicileri; günümüzde yapılan çağdaş bütün anayasalardan bu kadar ayrı bir yol izlemesi, saygın bir iki hukukçu, akademisyen ve toplumun bir kesimi dışında iktidarın sadık olmayan destekçilerini niye rahatsız etmiyor?

Demokrasi ve laiklik...

Demokrasi: Antik Atina’dan beri, zamanla gelişen, topluma göre uyarlanıp evrilen; gerekli, yeterli ve mutlak koşulları olan, geçmişte seçkinler, günümüzde ise seçmen kitleleri aracılığıyla gücü elinde tutanların sürekli değiştirdiği, geliştirdiği bir yönetim yöntemidir.

Anayasal demokrasinin; seçim, temsil, meclis, yasa yapıcı, laiklik, kuvvetler ayrılığı ve denetim gibi olmazsa olmazları vardır ama bunlar asla yeterli değildir. Demokrasi aynı zamanda çoğunluğun elindeki ayrıcalık ve hakların aynısının azınlıklarda da olmasını şart koşar. Demokrasi, uzlaşmayı sistemin sağlığı için gerekli görür. Ve günümüz demokrasisi; ön koşulsuz şeffaf ve laik olmak zorundadır. Bunlar olmazsa o ülkenin demokrasisi sakattır.

Demokrasilerde çoğunluk tarafından seçilmek, iktidarlara anayasa ve yasaları çoğunluğun isteğine göre değiştirme hakkı vermez. Çoğunluk istiyor diye bir ülkenin anayasası; bir ideoloji, din ya da temel bir insan hakkını gaspederek çoğunluğun tercihi doğrultusunda ellerinden alamaz. Çoğunluk desteği var diye tek tip bir yaşam alanını, kendisine benzemeyenler aleyhine genişletemez. Kuvvetler ayrılığı ilkesine dokunamaz. Laikliğin tanımıyla oynanamaz çünkü o, bir toplumun uzlaşma, anlaşma, tahammül ve hoşgörü dayanağıdır.

Laiklik; bir ideoloji, bir din karşıtlığı veya dinsizlik yahut ta tasarımcı bir yaradana inanış (Deizm) değildir. Laiklik; çok farklı düşünce ve inanç sahiplerinin kendi aralarında yahut aynı inaçtan dindarların birbirlerini öldürmemesi için Fransızlar tarafından bulunmuş ama antik dönemde de var olan bir yöntemdir. Laiklik en başta gündelik hayatı kimsenin inacının veya çoğunluk gücünün denetimine bırakmaz. Özgür, bağımsız bireyi korur. Onunla en köktenci dini inanç, ibadet özgürlüğü, geleneğe aykırılık, hazcılık, maddeci ya da bilimsel görüş aynı koruyucu şemsiye altındadır. Günümüz dünyasında; bireyler istedikleri tarafta, diledikleri yaşam biçiminde, dindar, az dindar veya dinsiz olabilir. Çağdaş bir anayasanın ön şartı: Bireyleri ve yaşam biçimlerini, birbirine karşı korumak için, laikliği giriş maddesi olarak koymaktır. Ancak ve yalnız bu laik alanın var edebildiği özgürlük ortamında birey bağımsız davranabilir, hür bir şekilde yaşayabilir.

Batı dünyası; modern hukuk öncesi dini ve mezhepsel hesaplaşmalarını asırlar boyu sürdürdü. İnançlılar ya da inançsızlar veya inançlarını mezhep farkı ile yorumlayanlar bu yüzden bir kaç yüzyıl öncesine kadar birbirlerine asırlarca işkenceler yaptı, kesti, öldürdü ama nihayetinde dini kuralları, hukuk aracılığıyla kamusal yaşamın dışına itti, o alanı birey vicdanına bıraktı. Fransız İhtilali’'nden sonra ise laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirip anayasalara yerleşti.

Batılılar genel olarak Hıristiyan; Yahudiler Musevi; Hint, Çin ve Japonlar genelde Budist ve Taoist, biz ise Müslümanız. O zaman insanlarla ya da dünya ile ortak paydamız din olamaz. Ortak payda Laikliktir. Kendi içimizde ise hepimiz Müslüman olsak da aramızda ‘iman, amel ve ibadet’ yorumlarıyla farklılıklar bulunur. İşte laiklik bu farkların arabulucusudur.

Laiklik kavramı Osmanlı’da ‘İlmaniyye’ demekti. Osmanlı, aslında adını koymasa da, batıdan önce laikliği uyguladı. Ama sonuçta padişahlık adına kendine has şekilde uygulayarak farklı millet, ırk, teba, din ve uygarlıktan insanı bir arada tutmak için karmaşık bir yönetim anlayışı olarak gelişti. Şöyleki: Bir azınlık ile bir Müslüman’ın davasında ‘Kadı Mahkemesi’ ceza hükümlerine uyup, şer’i emirlere göre karar verse de, iki azınlık arasındaki uyuşmazlıklarda ya da uzak bir sancakta esneklik gösterilip bu hükümlerin dışına çıkılırdı. Gerçi bu anlayışla; geç Osmanlı’da Mecelle ahkamıyla bir çok dava çözülse de, detayda içinden çıkılmaz sorunlar birikti. Bu karmaşa aslında Osmanlı dönemi boyunca büyük boşluklar ve haksızlıklara da neden oldu. Çünkü şer’i hükümler; değiştirilemez, uyarlanamaz, genel emirlerdir (Nass). Batı’daysa dini emirler yıllarca iç savaşlar, toplu kıyımlar ve acılarla evcilleştirilip kamusal alandan kişisel aidiyet alanına çekildi, onun yerine ihtiyaç duyuldukça en küçük hukuksal boşluk, çağdaş kavram ve yaptırımlarla dolduruldu.

Bizim milletimiz ise kısa anayasa tarihinde böyle bir dini hukuk, laik hukuk hesabı görmedi. Olmuş olan sadece Cumhuriyetin kurucu öncü kadrolarının bir hediyesi. Zaten milletin kendisi batı toplumu benzeri, mücadelesini kendi verip bu hakkı kendi kazansaydı elde ettiğine büyük değer verir ve kucağında bütün bu çelişkiler kördüğümü olmazdı. Şimdi anayasa maddelerinin oylamasında partilerin ve kişilerin bu kadar karşıt, ayrışmış ve uzlaşmazlığının altında derinden derine böyle nedenler bulunmakta. Çünkü bizim milletimizin inancını yaşama biçimi ve anlayışı nedeniyle farklılaşmasının nerdeyse sınır yok ve çok katmanlı. Halbuki yerleşmiş laik bir kültürde iki karşıt düşünce arasında böylesi keskin ayrışma ve uçurum bulunmamakta. Bulunsa da uzlaşma ön şart olarak konmakta.

Aslında bu maddelerin değişmesi Türk toplumunda ikiliğe de yol açtı. Şöyle ki; Cumhuriyet öncesi kadı mahkemesi bir adli mahkemeden daha fazla şey ifade etmekte. Bu mahkeme vergileri yerel halka dağıtmak, toplamak, sultana gönderilecek arz ve şikayetleri kaleme almak veya fiyat tespit etmek için bir araya gelen karar organıydı. Tanzimat döneminde ‘Kadı Mahkemesi’ ile ‘Şer’i Mahkemeler’in yetkileri kısıtlandı. O dönem bu bir zorunluluktu, çünkü Şer’i Mahkemeler’in Mecelle ahkamı; nispeten ceza hukukuna yetse de ticaret ve azınlık anlaşmazlıklarıyla ilgili kararlar, özellikle de aile içi sorunlarda yetersiz kalıyordu. Ayrıca bir Müslüman ile gayrimüslim ve etnik teba arasındaki anlaşmazlıklar adalete olan güvenirliği de zedeliyordu. Osmanlı’nın son döneminde bu açığı kapatmak için Nizamiyye denilen bir tür laik mahkemeler yetkiliydi. Böylece farklı dil, din, kültürün; çoğunluk ile azınlığın bir arada olduğu Osmanlı bütünlüğünü korumak adına bir yanda Mecelle’ye dayalı örfi ve dinsel hukuk, öte yanda laikleşme sürecindeki bir hukuk yürürlükteydi. Ne yazık bu ikili hukuk anlayışı ve çift taraflı adalet sistemi, sorunlarıyla zamanla Osmanlı toplumunu bir de bu yönden hırpalayıp içten çökertmiştir. Geçmişinden düşünsel mirası devralan bu toplum, aynı sorunu elbet bugün de aynen yaşamakta.

Bu konuda özet olarak şunu diyebilirim: Laiklik demokrasiyi korur, demokrasi laikliği değil.

‘Çoğunlukcu’ Anayasa nedir? ‘Çoğulcu’ Anayasa nedir?

Günümüz anayasalarında iki temel yöntem uygulanmakta; birincisi ‘çoğunlukcu’ bu şu demek: ‘Her şeyde çoğunluğun dediği olur.’ 

İkincisi ‘çoğulcu’ bu da şu demek: ‘Herkes eğer bir arada yaşamak istiyorsa önce uzlaşmak, karşısındakinin yaşam biçimine saygı duymak zorunda.’

Demokrasi kültüründe halkın hayata müdahalesi bir görevdir. Hem de büyük bir görev, kafa karışıklığı olmamalı! Günü gelip sorulduğunda; “benden farklı olana asla hayat hakkı tanımam” diyen, tek tip düşünceyi dayatan, gergin bir toplum istiyen başka; “kimse kimsenin yaşamına karışmamalı’ diyen toplumlar başka bir yasal zemin oluşturur. Günümüz gelişmiş tüm ülkeleri ne hikmetse ikinci tür milletlerin ülkeleridir...

Ancak bu iki tercih baştan bir ‘kurucu anayasa meclisine’ ya da geniş kapsamlı, bağımsız ‘hukukçu akademisyenler kurulu’na havale edilirse, ancak o zaman birbirinin yaşam biçimine saygı duyan, barışık bir toplum olunur. Halkoyuna sunulacak değişiklikler de demokratik ve çoğulcu olur.

Parti başkanı tarafından seçilmiş meclisten veya taraftar bilirkişilerden komisyon oluşturma zihniyeti, yukardaki tanıma göre tehlikelerle dolu ‘Çoğunlukçu Anayasa’ tehlikesini işaret etmekte. Başlangıçtan bugüne seyreden bütün göstergeler de ne yazık bu yönde.

Amaç; bölünmemiş bir vatanda yaşamak önkoşuluyla, başkasının hayatını kabul etme, tahammül değil eşit hak tanıma, inancını yaşama biçimine karışmama, baskı kurmayıp ortak alan açma anlayışlarıyla kenetlenmiş, demokrat bir toplum olmalı. Yoksa bütün tehlikeler kapımızın dibinde tahrik olmak için sıra bekliyor bilelim. Hele de bizim yurdumuz gibi tarihte ‘yolgeçen hanı’ olmuş, binbir uygarlık ve yaşamın harman olduğu bir coğrafya ise.

“Çoğunluk ne derse o olur”sa ne olur!

Çoğunluk sizdeyken sizin gibi düşünene “Millet”; yaşam alanı daraltıldığı için muhalif tavır ve tepki gösterene “bir avuç marjinal, terörist, vatar haini” derseniz o zaman millet sadece sizin gibi olanlarmış gibi olur. Bu durumda da ne olur? Tek tip düşünce baskısından dolayı derin ama görünür olmayan bir toplumsal ayrışma meydana gelir. Bu yüzden eleştiri kültürü değil dedikodu kültürü gelişir. Bireyler yolda, izde birbirlerine kin ve öfkeyle bakarlar. Çoğunluğun farkedemediği ayrışmış öfke havuzları oluşur. Bu durumda ‘toplum medyası’nın (social media) iletişim araçlarıyla; haber, güç birliği ve birikmiş tepkileri kendiliğinden bir anda yayılır. Doğal yatağı tıkalı muhalif dil ve tavır yoğunlaşarak kendini meydanlarda görünür kılar.

Sözgelimi böyle bir siyaset ikliminde de çoğunluğun onaylayacağı anayasa değişiklik metni kadar o anayasayı uygulayacak zihniyetin niyet ve niteliği daha da önem kazanır. Yani; ileri toplumlar ile ülkemizin çelişen gerçekleri; anayasadan çok onu uygulayacak gücün amacı ve niyetini batıda olduğundan çok daha önemli kılar. Uluslararası hukuk ve kıstaslara göre hepimiz de biliyoruz ki hukukun bu arka planı taraflı olursa adalet te taraflı olur. Bu metin birlikte uyum içinde yaşama arzusunun metni olmalıydı. Yeni değişiklikler; ifade özgürlüğü, bölünmezlik, kuvvetler ayrılığı kadar, başka yaşam biçimine saygılı ve gelir paylaşım adaletini sağlayacak yaptırımlar içermiyor. Sadece denetimsiz biçimde liderin yetkilerini artırıyor. Bireysel ve kitlesel haklar kadar azınlık hakları da, cinsiyet ayrımcılığını giderici haklar da, iktidarın yaşam biçiminden farklı olanların hakları da, pozitif ayrımcılıkla güvence altına almalı. Yok eğer çoğunluk istiyor diye yılların biriktirdiği her istek birazda ‘rövanş’ duygusuyla maddeler arasına şimdiki gibi sokuşturulursa toplumsal barış çöpe atıldı demektir. Biz zaten sorunlu anayasa tarihimizin mirasçılarıyız. Hemen hiç birinin yapım sürecine katılamamış ama anayasaların yaptırımlarıyla mağdur olmuş bir toplumuz ki bu kez daha da fenası olur.

Yeni bir anayasa yapımı; yapanla, yaptıranların ortak görgüsüdür!

Lijphart isimli siyaset bilimcisi “Demokrasi Motifleri” kitabında diyor ki “...Niteliği tartışmalı çoğunluğa dayanan ve dinsel bir tavırla desteklenen demokrasiler, zamanla kaçınılmaz olarak inanç kurallarının yasalara sızmasına doğru yönelir ve baskıcı olurlar.” Nerdeyse matematik kesinlikle doğru. Hele de bizdeki görüntüsüne benzer laik yaşam ile sürtüşme kıvamındaysa. Bizimle en küçük çıkar ilişkisi bulunmayan saygın bir biliminsanının bu yargısını, Ortadoğu tarihini gözlemleyerek değerlendirmek gerek.

Şimdi bize gösterilen şu: ‘Her şey yolunda, Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalıştı, akademik çevreler, Sivil Toplum Kuruluşları, toplumun değişik kesimlerinden çeşitli görüşler alındı, karşı görüşler bir masa etrafında toplanarak demokratik bir  müzakere ortamı sergilendi ve bu 18 madde oluşturuldu!’ Oysa hal böyle değil. Şimdiye kadarki başkanlığı hedefleyen anayasa yapım süreci kelimenin tam anlamıyla kavga döğüş yapıldı. Meclisteki dört parti dört benzemez şeklinde, uyumsuz, güvensiz, yaptırım ve tavırları birbirlerine karşı hınç dolu. Üzerinde anlaşmaya varamadıkları madde sayısı 18, kabul edilen maddeler de 18! Sadece iktidar partili oylarla meclisten geçen bu karar yüzünden iktidarın bazı milletvekilleri bile ‘acaba hata mı yaptık’ diye kuşku içindeler. Bu tek adam rejimi ‘otokrasi’ demek.

Siyasi irade sadece anayasada ve kamusal alanda değil, hiç bir alanda paydaş istemiyor. Demokrasi geleneğinde bu yanlışı onaracak eleştiriye ise hiç katlanamıyor. Tüm istekleri dinliyormuş gibi yapıp, nihayetinde sonucu kendi çoğunluğunun isteği doğrultusunda oluşturmakta. Bunu bilenler de elbet “burdan bir şey çıkmaz” ön yargısında. Ülkemiz siyasi görüş çeşitliliği, inanç ve etnik farklılıklar açısından coğrafyasına uygun olarak çok zengin. İşte tek adam rejimi bu toplumun; düşünce, dil, din, ırk, yaşam çeşitliliğine nasıl hitap edecek? Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na iletilen görüşler, akademik öneriler bile ciddiye alınıp taslak maddeler arasına giremedi. İzleme Komisyonu’nun eleştirileri baştan savuldu! Demokrasinin temel değerleri bu maddeler aracılığıyla devre dışı bırakılacak diyenler meclis genel kurulunda tartaklandı. İşin uzmanlarınca ve toplumun bir yarısının zihninde bunlar büyük bir soru olarak durmakta. Oysa itirazı olan kesimler ve muhalif istekler, anayasa yapımında hep süreçte olmalı. Yeni anayasalar yapım süreçlerinde böyle köşeye sıkıştırılarak onaylandığında toplumda derin ayrışmalara neden olur.

Diğer üç parti 18 hayati madde üzerinde anlaşmaya varamadı, ama iktidar, seçimden önce veya sonra kendini güçlü hissettiği ilk fırsatta uzlaşmayı aramadan, itirazları umursamadan, sayısal çoğunluğu tek demokratik kural sayıp; türlü çeşitli siyaset oyunlarıyla başkanlığı muhalefetin önüne getirip kabule zorladı. Aslında hazırlanan metin toplumun her kesimini mi temsil ediyor yoksa sadece milletin bir kesiminin tercihlerinin dayatılması mı, bu artık herkesçe bilinen bir sır! Değiştirilecek maddeler de zaten bu ayrılığı derinleştiren görüntüde.

Anayasa; ne çoğunluğa ne de bir zümreye, bütün bir millete yapılır?

Bir ideoloji ya da inancı kayırmayan, her kesimi bütünleştiren modern bir anayasa mı, yoksa; birbiriyle kavgalı, inanç, mezhep, etnisite, düşünce, kültür çatışmasında; kadınları ve gençleri sindirilmiş, eğitimi parçalı bir ülke mi? Bilgiyle taçlanan aklın doğruyu bulması kolaydır. Sonuçta hangisini isterseniz isteyin, desteklerseniz destekleyin ama çağdaş bir anayasa nasıl yazılırı, nasıl yapılırı araştırın. Çünkü geçmiş 29 maddelik halkoylaması sırasında, toplumun anayasa tartışmalarındaki tutumu bana; çocuğu mahalle kabadayılarına hayranlık beslemeye başlayan anababaların ızdıraplı duygusunu yaşattı. Milletin bir kısmında güvendiği babaya işi havale etmişlerin hali var. Halbuki sorumluluk, iç siyasetin sığlığında boğulmamalı. Kamu zekasıyla çırpıştırılmış siyaset çözümlerinin, sayısız yanlışlarına karşı duramamakla bir değil ki bu. Bu çok daha vahim sonuçlara gebe bir tercih. Bizim kısa siyasi tarihimiz ne yazık, tek tip düşünceye karşı, akıl ve isyanın dik duruşuyla taçlanmış da değil. Anayasa konusunda bu daha da belirgin. Bir de her iki taraftan medya, aşırıcı taraflar ve fanatikler tek kaynaktan bilgilendirilirken, toplumun fikri takibini de kaçınılmaz şekilde aynı yatağa sürüklemekteler.
Eskiden beri siyasetçilerimizden herhangi biri ‘milletin istediğini yapacağız’ dedi mi beni bir korkudur alır. Hah derim, şimdi de sıra bunda, bu da kendi bilgi sınırlarıyla istediğini yapacak. Çünkü memleketimizin siyasi tarihinde bu hep böyle oldu. Başımıza gelen kişi ‘top onun ya’ çocukluk arkadaşlarına kaptanlık yapar gibi, kuralları sadece kendi koyarak anayasasını yaptı. Buna gücü yetmeyen de şurasından burasından çekiştirip ek yapıp, parça çıkararak giysiyi üstümüze uydurmaya çalıştı. Bu ülkenin insanının kaderi midir nedir? Şöyle, batının gelişmiş toplumlarınınki gibi; halkın her katmanına aynı mesafede, paylaşımı önemseyen, vatana millete yararlı, eğitim, sağlık ve adaleti adaletli bir anayasamız olamadı.

Vakti gelip, bu değiştirilen anayasa maddelerinin içeriği ve sonuçları gün yüzüne çıkınca buna evet diyenlerin büyük çoğunluğu çok pişman olabilirler. Şimdi o seçmenlerin çoğu, yaptırımların ne dediği, ne yapacağıyla bilgilenmekten ziyade, siyaseten destek verme derdinde. Çünkü nasıl olsa ‘seçtiklerim anayasayı veya sistemi benim tercihlerim ve yaşam biçimim doğrultusunda yaparlar’ diye başları yastıkta rahat. Karşı çıkanlar ise ülkelerinin rejiminin değişeceği, federasyon adı altında bölüneceği ve yaşam alanlarının daraltılacağı endişesiyle huzursuz, mutsuz ve kendilerini öteki taraf yapanlara karşı öfkeli. Üstelik böyle bir anayasayla demokrasiyle yönetilen ülkelerle çıkacak büyük çatışmalar da cabası. Sonuçta bu siyasi tavır yüzünden yapayalnız orta yerde bırakılabiliriz. Bu arada anayasanın özünü anlayan da anlamayan da ‘bizim tarafın dediği oldu’ klişesi ile işin esasını ıskalayor. Halbuki anayasanın maddelerinden ziyede asıl önemli olan; bölünmemiş aynı ülkenin vatandaşları olan bireylerin yaşam alanlarını, başka bireylere karşı koruyan, her kesimin temsil edildiği, barışcıl bir anayasa yapabilmenin usül ve zihniyeti. Çünkü bir anayasa usule uymazsa tüm anayasal yaptırımlara da uymaz, hukusal zemin sağlamlığını kaybeder.

Anayasa aslında ilginç bir alet, onu her amaç için kullanabilirsiniz! Dünyanın en ideal anayasasını bir diktatörün eline verin onunla en baskıcı uygulamalarda bulunsun ya da en tehlikelere açık anayasasını demokratik bir yönetimin eline verin, onunla sorunlu bir toplumu harika yönetsin. Gün gibi meydanda; eskimiş ve günümüz sorularına cevabı olmayan siyasal çözümler, kitlelerin büyük çoğunluğunun derdine derman olamıyor. Diyelim gelir paylaşım adaletini sağlayamıyor ama en yoksullara biraz nefes alanı açıyor, sorunları temelden değil de mekanizması tartışmalı geçici çözümler sunuyor o kadar. Bu durumda sorunlar birikip gelecek nesillere aktarılıyor. Toplum siyasal geçmişe duyulan tepkiyle; günü geçmiş, sürdürülemeyecek yöntemlerden medet umuyor. Asırlardır Ortadoğu’daki bir çok ülkede, çaresiz toplumların yaşadığı bu yönetimler, bireylerin özgürlük ve yaşamları pahasına sürdürüldüğü halde savaş ve ayrışmaktan başka ne yazık bir işe yaramıyor.

Anayasası, çoğunluk isteğine göre yapılan katmanlı bir toplum tehlikelere açıktır...

Osmanlı her tür etnik, dini ve kültürel farklılıkları içinde barındırabilen yarı laik çoğulcu bir yapıya sahipti. Yıkılma döneminde bu çoğulculuk anlayışı terkedildiği için ayrışma başladı.

Aslında Osmanlı’nın bütün dönemlerinde yönetici sınıf, değişime açık bir kimlikle kendini yenileyerek ve kurumlarını geliştirerek, millete öncülük edecek bir hukuk düzeni var edememiştir. Osmanlı’nın son döneminin göstergelerinden bugüne, siyaset tarihimize bakınca durum endişe verici. Çok katmanlı toplumların farklı özlem ve istekleri çağın gereklerine göre algılanmazsa, birlik olmanın en büyük düşmanı olan dışardan kaşınmaya açık hale gelir. 
Günümüz siyasetinde çoğulcu olamayan bu iktidar veya iktidarlar; iktidarın nimetleriyle kendilerini güçlendirirken, sistemi sadece kendilerine benzeyenlere yarar sağlayacak şekilde düzenlediler. Oysa perde ardında planlanan, desteklenen ve kayırılan taraftarın nemalanmaya yönlendirilmesiyle ayrışma görünür olur. Bütünü oluşturan parçaların herbiri hakça eşit gözetilmediğinden huzursuzluk başlar. Ayrıştırıcı bu tür siyasetlerin ve toplumun kendi içinde sömürüsünün Ortadoğu tarihinde temel amacını ıskalamış çok sayıda iç burkucu örneği var.

Bu amacı için iktidar gücü, bilim insanını da ayartabilir, ilahiyatçı zihniyet alanının sicili temiz temsilcisini de kullanabilir. Bu kişiler işverenleri adına ortadaki işin arızalarını biraz tamir eder, tepkileri yumuşatır, heyheylenmeleri yatıştırır. Hatta toplumu ters yönde bilgi serpintisine maruz bırakır. Bunun sayısız örneğini özellikle; askeri yargılamalar, açılım, 15 temmuz kalkışması, hukuka müdahale, bozuk yapılaşma, çevre tahribatı ve hazine arazilerinin yabancılara satışıyla ilgili torba yasalar ile terör sorununu çözme adına girişilen gizli anlaşmalarda gördük. Sonuçta yanlış siyaset çizgisini onaylayacak doğru insanlar bulunabilir. Ama özellikle onlara da alan açılmıyor. Medya zaten artık tek odaklı ve asla güvenilmez bir alğıya yerleşti. Meksika Körfezi’ne petrol yayılma felaketinde El Cezire televizyonu bile İngiliz Amerikan şirketi BP’yi, ortak çıkar yüzünden aklayacak yayın yapıyorsa, iktidar taraftarının basın desteğine ve haberlere kuşkuyla bakması gerekmez mi?

Aynı vatanda aynı uygarlıktan beslendik, dinimize, değerlerimize saygımız aynı. Milletimiz için doğru, iyi ve en uygununu; siyasetçilerimizin ağzından çıkacak söze bakarak değil, çok yönlü araştırıp, karşılaştırıp sorgulayarak bulmak gerek. Eleştirel düşünce, daha yararlı ve başka bir seçeneğin olduğunu göstermek için vardır. Yeni fikirlere, öğrenmeye açık kişi; kabul edilegelmiş yaygın ön kabulleri sorgular, lider yaptığı kişilere körü körüne bağlanmaz, temel hakları savunur, gelir adaletinin paylaşımında eşitlikçi olmayı gözetir, insan haklarına saygıda, ulusal ve uluslarası ilişkilerde; yurtsever ve bağımsız karar veren birey olur. Halbuki yıllardır siyasetin bulaştığı her alanda ve hele anayasa konusunda herkes, inatçı bir taraf olma duygusu içinde. Eleştiride bulunanlar ise art niyetli ve nerdeyse terörist kabul ediliyor. Çoğu seçmen, bu yüzden olaylar ve göstergelerin ikazlarını bilemiyor, göremiyor, sezemiyor. Mesela açılımdaki bir çok hata ya da konomik yatırımlarda, veya komşularla olan yanlış sürtüşmelerde hatta düşmanlaşmada otomatik makina gibi lidere güveniyor. Bu kilitlenmiş tavır bizim milletimiz, ülkemiz ve bu coğrafya için çok çok endişe verici.

‘Türk Tipi Başkanlık’ sistemi nedir, gerekli kurumları bizde yerleşmiş midir ve bir anayasa tek kişi için düzenlenir mi?

Başkanlık gibi dışarıdan yeni transfer edilecek bir sistemle ilgili herhangi bir yorumda dil ister istemez siyasallaşır. Çünkü sistem; toplumun niteliğine, parlamenter geleneğin yerleşmesine, uzlaşma göstergelerine ve demokrasiyi kabullenişin tarihine göre çok anlam değiştirir. Bizim parti iç tüzüğü, değiştirileceği dillendirilen seçim yasası ve de en önemlisi toplumsal onay kültürü yerli yerinde olduğu sürece acaba bu yönetim modeli bizi nerelere savurur? Bütün bu nedenlerle bize özgü ‘Türk Tipi Başkanlık’ hırsını sorgulamak gerek. Çünkü her konuda olduğu gibi toplum bilgilenmeden taraf gördüğüne itaat peşinde.

Günümüz anayasalarını; milletin temsilcileri ile hukuk ve ilişkili alanlarda kadroları olan her demokratik güç elbette yapabilir. Ama güç denetim ister. Yoksa bozulur; bağımlı ve taraflı olur, usul geleneklerini görmezden gelir, hukukun temel ilkelerini iplemez!

Çoğunluk onayı var diye kendi hukukçusuna kendi kurallarını yazdırmakla çağdaş bir yönetim oluşmaz ve toplumun sadece bir kesimi memnun edilir. Burda önemli olan; yasa yapıcıların hedeflediği yönetim biçimi ile hukuksal değerleri kabullenme niyetidir. “İktidarın kişiselleşmesi eğilimi”nden çekinerek söz eden Anayasa Komisyonu Başkanı, Türk Tipi Başkanlık’ın ruhundaki niyeti zaten açığa vurdu! Ordaki niyet; niyet okuyarak ta değil, başta hukuk kurumlarına müdahale ve kanun hükmündeki kararnamelerden okunabilir. Bu niyet; bilinen Başkanlık ve Yarı Başkanlık’tan daha tehlikeli, yalnız Türkiye’ye ait. Hiç bir ülkede olmayan, kendi partisinin onayıyla, Tek Kişilik Yasa Yapıcı’yla yaşamak demek. İfade özgürlüğünün yeni tanımı, yerel yönetim kanunu, çeşitli yasalarla ilişkilendirilen tuzaklı maddeler, federasyon, meclisin yenilenmesi (feshi), seçimi tekrar tekrar yenileme bundan da önemlisi tüm kurumların en üst yöneticilerini atama yahut ta üniter devlet hükümlerini berhava edecek girişimler bütüncül demokratik devletin yönünün kırılmasına neden olacak yaptırımlara açık. Bunlardan daha da önemlisi yasaların anayasaya uygunluğunu ve harcamaları denetleyecek yüksek yargı atamalarını harcamayı yapana bağlamak! Tehlike çok görünür durumda. Elbet radarı bu hassasiyeti taşıyanlar için!

Bir kişi elbette “Ben sadece yaradana hesap veririm” diyebilir. Bu onun bireysel hayatı ve kararları için doğrudur. Ama bir devlet adamı, bir milletin siyaset ve ekonomisinin başındaki kişi bunu asla söylememeli. Gelişmiş ülkelerden birinde bunu söyleyecek birini toplum hemen siler. Olmazsa ilk seçimde onu alaşağı eder. Oysa bizim toplum için bu tavır üzerinde durulmaya bile değmedi. Yani bize özgü başkanlıkta, başkan ne topluma, ne partisine ve ne de meclise hesap vermek zorunda olmayacağı bir model tasarlıyor. Taraftarları için bu tavır, şu an bir inatlaşmanın kazananı gibi algılanabilir. Oysa bu anlayış içerisinde, bütünleşik bir ulus için gelecek, korkunç tehlikeler barındırmakta.

Anayasa İzleme Raportörleri bu konuları da içeren eleştiri ve öneri dosyaları vermişlerdi. Anayasa Hazırlama Komisyonu bunları alıp “tamam” demişti o kadar. Eleştiri ve öneriler ne önemseniyor ne de raportörler muhatap alınıp, sorunlar müzakere ediliyor. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda kopan fırtınalara, gündemi takip ederek yaklaşanlar orda uzlaşmadan eser olmadığını da biliyorlar. Böylece birbirini dinleme yok oluyor, inatlaşma anlamayı engelliyor. Demokratik mekanizmanın her normal işleyişi, kişiye bağlı emirle yoldan çıkarılıyor. Dizginsiz bir ihtiras ve hınç ise ne yazık vatandaşın bir kesimi ile kendi seçmeninin bir kısımının başkanlık fikrine kuşku duymasına neden oluyor. İktidarın anayasa komisyonu başkanı Profösörün televizyonda söylediği şu söz çok ama çok tedirgin edici “hukukumuz belki idari anlamda yok ama öyle demeyelim”!

Anayasalarda; ulusun, devletin ve kişi özgürlük alanlarının çerçeveleri çizilirken, vatandaşlığın üst değerleri hedeflenir. Bunun için de modern hukuka uygun kimlik oluşturabilecek, yüksek donanımlı kadrolar gerekir. Ne yazık ki partilerin yıllardır en zayıf yanlarından biri de burasıdır. İktidarlar yıllardır bu nitelikteki insanları farklı nedenlerle siyaset kadrolarının dışına ittiler. Siyasete bir şekilde girebilen yüksek nitelikli bir kaç kişiyi de siyaset çarkında ya küstürdüler ya işlevsiz hale soktular. Aslında seçmen ve siyasi mekanizma bunun hep farkında oldu ama kişisel ihtiras adına sorun çözülmedi. Birikimli muhalif insanlar ise iç, dış çeşitli müdahalelerle yıllarca küstürüldü, pıstırıldı, ellerinden yetkileri alındı, hapse atıldı, yurdışına sürüldü, satın alındı ya da öldürüldü. Eksikliği duyulan bu kadrolar ilk yıllarda yüksek mevki, para ve ünvanlarla sağ, sol kim varsa oralardan devşirildi. Ama bir şartla: Sisteme girdiklerinde sistemdekiler gibi davranmak ön koşuluyla! Daha sonraki yıllarda yurtdışındaki Türk kökenli akademisyen veya yöneticiler niteliklerinin yarar ve uyumuna bakılmaksızın transfer edildi. Şimdi ise temelsiz kendine güven patlamasının etkisinde, ‘kamil’ olduğu kabul edilen, konusunun erbabı olmayan, tartışmalı kadrolarla bu açıklar kapatıldı. Elbet bu anlayış, kendine itaat etmeyen çevreden, ihtiyacı olsa da, devşirme niyeti taşımamakta. Oysa kilit noktalarda zayıf donanımlı üst düzey ‘teknokrat’ ve ‘bürokrat’la sorunlar asla anlam bütünlüğüyle çözülemez. Birikimi cılız olduğu halde, bilenden yararlanma niyeti taşımayan düşüncedeki kadrolar, Türk Tipi Başkan’a itaat ve biat edeceklerinden, batılı toplumların ‘üniter’ uzlaşmacı ve çağdaş toplum hedefini de, bu modelle bizim zayıf demokrasimizi de birlikte bitirir.

Çünkü sonuçta bir yaptırım veya bir kararnameyi lider ve onun çoğunluk partisinin ‘lidervekilleri’ yapacak. Parti ve ‘lidervekilleri’ başkan tarafından kontrol altında olacak. Lider onayı olmadan adaylık, özgür irade ve bağımsız irade bu durumda hak getire. Sonuçta iktidar gücü şimdikinden daha yoğun lidere bağlı ve denetlenemez olarak tek elde toplanacak. Ondan sonra gelsin bilinen kural: Mutlak güç mutlak yozlaşır.

‘Alaturka Başkanlık’ nedir, Fransa ve Amerika’da neler yapabiliyor, bizde neler yapacak?

Türk Tipi Başkanlık, tam Türk usulü icat! Kurumları tek kişinin bir sözüne bağlı oluşturulacak, denetimi emirle bağımlı olacak, güçler ayrılığını iyice tekelleştirecek bir yönetim anlayışı. Ne Fransa ne Amerika ne de başka bir ülkede var, oralarda başkanları denetleyen kurumlar, güçlü basın ve parlamento ile başkanın kararını denetleyecek bağımsız yargıçlar var. Daha bir ay önce Amerika başkanının bir kararını tek başına bir savcı 1778 anayasasına uygun değil diye uygulamadı.

Küba ve Meksika’da olan başkanlıklar ise tek parti egemenliğine dayalı ama sosyal devlet kavramıyla iç içe yönetimler. Bizim ülkenin parti liderleri ve partilerini gözünüzün önüne getirdiğinizde vazgeçtik sosyal devlet kavramından tam bir sadaka ve ‘ele bakan’ kültürü yerleştirilmekte.

Bu önerilen bizim “hele bir yapalım eksiği, yanlışı olursa düzeltiriz” anlayışımıza uygun! Oysa bizde bu başkanlığın ne kurumları oluşmuş ve ne de milletimiz, bunu toplumun her kesimine eşit mesafede uygulayacak uzlaşmacı bir siyaset geleneğine sahip.

Açmazlar ise saymakla bitmez. Ülkemizin sakat edilmiş seçim sisteminde, meclise gidecek vekilleri kimlerin aday gösterdiği belli. Sonra da o atanmış seçilmişler, kendi iç işleyiş yöntemiyle tam bir sultan yetkileriyle donatılmış başkanı seçecek! Bu durumda da başkanın denetimini yalnız kendi seçtikleri ve atadıkları yapacak! Başkan dilediğinde feshedip, Meclis ve milletvekili seçimlerini yenileyecek. Yüksek yargıya üye atamayı kişisel kurallara göre yapacak. Bu yöntemle; yasama, yürütme ve yargının, yönetim ve işleyiş kurallarını kendi belirleyecek. En önemlisi; başkanlık kararnamesi ile bakanlar kurulunu devre dışı bırakan uygulamalarda bulunacak. Her konuda tek yetkili olacak. Savaş kararında bile..

Peşinden gelecek tehlikeler çok: Tüm tasarruflar, seçim yasası, parti ve meclis iç tüzüğü tek kişinin keyfine göre yapılacak. Teknokrat ve bürokrat atamaları iyice partizanlaşacak. Kendisini ani kararlarda dengeleyecek, yörelerinden bağımsız aday olarak seçilmiş kişilerin oluşturduğu grup veya herhangi bir kurum bizde gelişmemiş. Demokrasi dışı bir kararda, iki farklı seçim yöntemiyle gelmiş, birinden biri uyarıda bulunacak Amerika ya da Fransa’daki Senato ve Meclis diye bir yapılanma da yok.

Gücün bu şekilde tek elde toplanması, yasa yapıcılar, hukukçular ve silahlı güçler ile denetleyicileri tek kişinin emrine amade yapar. Başkan yasal olarak, yetkileriyle tüzel ve  kurumsal kimseye sorumlu da olmayacak. Alın bize Türk Tipi başkanlık! Ve en önemlisi de tüm yetkilerin böylesi bir elde yoğunlaşması, iktidarı kaybetme endişeseyle dünyanın en cılız gücünü bile, toplumu bir kalkışmaya kadar gerecek diktalığa sürükleyecek.

Fransa’da parlemento ve sayıştay denetimli yarı başkanlık ile Amerika’nın parlemento denetimine açık başkanlık sisteminin kuralları kemikleşmiş. Hele Amerika’nın nerdeyse kuruluş yıllarından beri değişmeyen anayasasında başkanın, bağımsız denetim engelleri inanılmaz kurallara bağlı. Ayrıca her ikisinde de başkanlar; bürokratik yaptırımlar, yasa maddeleri ve köklü geleneklerle denetlenmekte. Bizde ise her gelenin değiştirmeye can attığı bir anayasa, meşrebine göre değiştirdiği kurallar ve kişisel dünya görüşünün belirlediği siyaset ahlakının oynak zemini var.

Fransa yarı başkanlık sistemini 1793’ten 1830’lara kadar acı deneyler ve ‘restorasyon’ sürecinin tarihsel birikimiyle oturtmuş bir ülke. Orda partiler yasası, seçim yasası ve meclis iç tüzüğü ile siyaset geleneği başkanın bir denge ve uzlaşma zemininde kararlar almasını sağlıyor. Başkanın tek başına vekil adaylarını belirleme gücü kırılmış. Bunlardan önemlisi de Fransız parlementosunda keskin ideal ayrışmalarından uzak, sadece kalkınma plan farklarına odaklanmış seçilmişler ve yasalar söz konusu. Oysa ülkemizde rejimin temel dayanakları; toplumsal mutabakat ve tahammül zeminine oturmuş değil. Üstelik en büyük çatışma ve ayrışmalar buralardan çıkmakta. Ayrıca orada yerel yönetimler güçlü ama yine de önemli karar ve projeler merkezden planlanmakta.

Amerika’da Kongre’yi oluşturan vekiller ve senatörlerin değil aday olmasında, seçim propogandasında bile başkanın partisinden ve eyaletinden siyasetçilerin bir etkisi olmaz. Üstelik yerel aday adaylarını seçmenler doğrudan ön elemeyle belirler. Adaylar bir şirket veya kurumdan destek alamaz sadece bağışlar ve gönüllülerle kampanyasını yürütür. Dünyada bu konuda bir eşi bulunmayan ve yaratıcı siyaset çözümlerinin önünü açan yöntemleriyse; parti yönetiminden birileri adayın kampanyasının siyasi içeriğini belirleyemez. Bağımsız ve kendi gücüyle Kongre’ye  giden milletin vekili de orda kendi partisine red, muhalif partiye evet oyunu özgürce kullanabilir. Ve en önemlisi de ona bu tercihinden dolayı parti içi disiplin uygulanamaz. Bu davranışı bir dahaki seçimlerdeki adaylığını etkileyemez. Hatta siyasi algıya göre seçmen gözünde güven tazelemiş olur. Bir de bizdeki “ceket” yerine konularak seçilenlerin kararlarının başkana mı, seçmene mi ait olduğu ortadayken!

Bütün bu çelişkilerimizin çoraklaştırdığı siyaset iklimi yüzünden; ulus bilinci, hukukun usulü, milli kimlik ile uygarlığımız, hatırladığım hiç bir dönemde bu kadar yön kaybına uğramadı ve yıpranmadı. Siyasal çözüm anlayışı hiç bu kadar taraflı olmadı. Bu nedenle bu dönem kendi dil ve görsel estetiğini de inşa edemedi. Geçmiş ve gelenekten el alarak kendi temel bilim kimliğini oluşturacak kadrolarını yetiştiremedi.

Bilimin, siyaset üstünde olduğu ülkeler yasalarını, vatandaşıyla ve komşularıyla ilişkilerini, kurallara bağlarken, liyakat nerde ise, o liyakatı seçip, yetki veriyor. Bizse çoktan vakti geçmiş kararları tek kişide toplayan, yetkilerin paylaşıldığı ülkelerden nasibini almamış yöntemlerle başkanlık peşindeyiz. İşte zincir böylesi girişimlerde defolu ve zayıflığını gösteriyor. Bu tavır teknik alanlarda hatalı işler, para ve zaman kaybına neden olsa da ilerde düzeltilip iyileştirilebilir ama başkanlık gibi bir ulusun birlikte yaşama arzusunun ana göstergesi bu tehlikelerle geri gelmeyecek kayıplara açık.

Bir sorun da bu sistemin henüz ortada temel yasası yok. Seçilme yöntemi, yetkileri, gücü dengeleyecek organlar, işbirliği yapacak kurumlar, çok partili sistemle uyumu, görevden alma, yargılanma gibi soru ve sorunların hemen tümünün içi boş? Ya da tatmin edici cevapları yok. Bir rejimi böylesine temelden değiştirmek tehlikeli. Sonuçta başkan bir sonraki seçimi kaybettiğinde iktidarı asla ama asla terkedemiyor, tarihte örneği çok! Bu bir iç savaş ya da büyük kargaşalar olmadan mümkün değil. Tarih bunu söylüyor.

Donanımları yüzeysel ya da sorunlu, seçilmiş veya atanmış kadrolarla ve kurumsal eksikliklerle bu 18 maddeyle demokratik sisteme başkanlık yaması eklenemez. Yapısal eleştiriye muhtaç, yön kaybına uğramış bu hukuk anlayışına katkı vermekse, yollar kapalı olduğundan olanaksız. Çoğunluktan destek alan içi boş kendine güven duygusu, insanı; fütursuz, nobran ve baskıcı yapar. Bu yüzden askeri (Militarist) veya dini kuralların (Teokratik) baskısıyla yoğrulmuş hamurumuz ‘Türkiye’ye Özgü Başkanlık Sistemi’yle üstüne üstlük tüy dikerek korkarım memleketimizi Ortadoğu ülkelerinden beter eder.

Sorun Başkanlık değil, ondan daha da tehlikeli olan ‘lidervekili’ sistemi...

Bu başkanlık tehlikesinin nedenleri gerçekten çok derinlerde. Geri bıraktırılmış ülkelerin çoğunun başına bela olan, liderin seçtiği adayı seçme anlayışı, bildiğiniz gibi bizde artık sorgulanmadan kabul edilmiş bir gerçektir. Biz seçmenler sadece ve ancak liderlerin seçtiğini seçebiliyoruz. Liderin seçtiği ise belli bir masrafı cebinden yapabilecek ve patronunun sözünden çıkmadan gözüne en çok girecek olan adaydır. Seçilen ‘lidervekili’de bu durumda kendisini oraya gönderenlerin toplumsal sorunlarının çözümünde seçmenleri kadar yetkisiz ve etkisiz olur. Fakat hiç olmazsa bari bireysel istekleri yerine getirme konusunda kendisini onlara borçlu hisseder. Bu kısırlıkta sakatlanan demokrasi “Kazanan hepsini alır” çarkına döner. Bu döngüde kim bakar herkesin gelirden, adaletten, eğitimden, sağlıktan insanca ve eşitlikçi pay almasına? Tutar geçmişte kangren olmuş bir iki sağlık, bir iki ulaşım ve gerçekten yıllardır ihmal edilen defin sorununu çözer, tamamm! Oysa yapılanların hemen hepsi sürdürülebilir olmaktan, kökten çözümlerden uzak, kalite ve nitelikleri çok su kaldırır uygulamalar. Halbuki gelişmiş ülkelerde onca örneği olan kamu yönetimine demokrasiyi yerleştirmiş anayasalar; sorunlara temel çözümler ürettiği için bireyi vekiline muhtaç bırakmaz. Demokratik gelişimini tamamlamış ülkelerde siyasetçiler ile yöneticiler yaşam güvencesi ve bireysel tatminler içine doğdukları için de koltuklarına fazla sarılmazlar. Seçildiklerinde de çok yönlü güvenceleri oldugu için koltuğu bir ikbal kapısı olarak görmezler. İktidarı; yaşanmamış hırslarının tatmin yeri ve kese doldurma aracı olarak görmeyen ülkelerin siyasetçileri, en küçük bir sorumluluk zaafında da istifa ederler. Liderin ülke zararına bir icraatına kolayca kafa tutarlar.

Bir çok neden ve yasa boşluklarının da yardımıyla siyaset kapısı, bizde neredeyse ‘Siyasetin öğrenildiği bir okuldur’. Her dönem o kapıdan siyasi alana genellikle birkaç  eski tüfek dışında “Elif’e mertek” diyecek kadar zır cahil girilir. Tam biraz bir şeyler öğrenmişken ya siyasi ömrü ya da ömrü vefa etmez veya başka dengeler onu alaşağı eder. Ülkemizde temsil sisteminin bir türlü doğru dürüst işlemiyor olmasının en önemli sorumlusu; partiler ve meclis iç tüzüğünün adalet ruhuna uygun olması için mücadele veremeyen makam sevdasına tutulmuş lider onaylı kişiler ile onları işlevsiz bırakan yapısal sorundur.

Bu temel sorunun asıl suçlusu bizler! Bu zincirde zayıf halka bizim milletimiz. Biz, siyaset çizgisinde seçerken, sadece duymak istediklerimizi söyleyen ve kendimize benzeyene güveniriz. Kişinin kimliğindense ait olduğu siyaset çizgisine yapışıp, aktarılan bilgiyi karşılaştırmadan, sorgulamadan, yakın tarihi araştırmadan, önceden verdiğimiz kararla karar veririz. Başkanmış, yetkileriymiş, gelecekte ne olacakmışın cevabı liderdedir. Konunun içeriğini, bizden gizlenenleri öğrenmesek te olur! Sonrasında aşırı teslimiyetten, bütün sorun ve soruları kafamızda kalıplanan haliyle, meclise gönderdiğimizin siyasetçilerin ya da liderin ağzıyla cevaplarız.

Önemli her kararda halkoyuna başvurma tehlikeleri ya da ‘plebisit’ nedir?

Bazen anayasa ya da demokratik sistem üzerine, fanatik taraftar gibi davranan biriyle konuşmak istediğimizde, uzlaşmak bir yana tartışmak bile imkansız oluyor. Bütüncül devleti hedeflemiş, her inancı, her etnik ve kültürel azınlığı kapsayıcı bir anayasa ve onun destekçileri; tek kesimi memnun etme niyeti asla barındırmaz. Oysa seçim sistemi defolu da olsa, seçtiğimiz vekillerin meclisi bile değil, tek kişinin anayasası olma tehlikesine açık yapıyla genel memnuniyet nasıl sağlanır ki?

Asıl en tehlikelisi de; yetkiyi halktan alıp sonra maddeleri topluca onun onayına sunmak! Çoğunluğu bu şekilde onay makamı olarak görmek çok tehlikelidir. Ülkeyi çoğunluk tahakkümüne sürükler. Toplumu, yani milleti, yani halkı kazanan ile kaybedeni hasımlaştırır. Bu, devlet yönetimini düpedüz; çoğunluğu tüm maddelerin onay makamı olarak gören; halkoyuna başvurma (plebiscite) tuzağına düşürür. Halbuki halkoyuna başvurmak, sadece bir veya iki madde için uygulanabilir. Aslında bir kısmı doğru olan, fakat bazıları radyoaktif serpinti kadar tehlike taşıyan maddeleri birlikte çoğunluğun onayına sunmakla, demokratik değilde tektipleşen teokratik baskı yönetimi oluşturulur. Bizim bu tehlikeleri görüp yine de bu anayasanın sadece bir kesimi mutlu edecek maddelerin siyasi anlayışını onaylamaya hakkımız var mı? Aynı ülkede yaşadığımız farklı tercihlerdeki insanların hakları, onların adalet özlemini yerine getirmenin çoğunluk için hiç mi yeri, sorumluluğu, vicdanı yok?

Sonuçta bu durumda seçilenlerde şöyle bir tavır oluşur: ‘biz seçildik, tamam artık herkes evine gitsin, biz işimizi biliyoruz’. Seçmenlerin tümüne karşı sorumluluğu olmayan bir irade nasıl olabilir ki? Lidere karşı fikir, eleştiri, müzakere hakkı olmazsa olur mu? Sağlıklı kurumlar oluşturmayı ‘mış’ gibi yapan, demokratik değerleri umursamayan, tek hedefi değirmenine su taşımak olan, önündeki engelleri kaldırmayı amaç edinen bir tavır bu. Zaman zaman açıklanan veya gazetelerden okuduğumuz metnin hemen her maddesi son derece baskıcı olma tehlikesi barındırıyor. Bu tehlike; tek tip düşüncenin mayınlı maddeleri, propagandayla doğru şeylermiş gibi yutturulan iyi etmeyen bir ilaca (plasebo) benziyor.

Gelişmiş demokrasilerde; anayasalar halkoyuna sunulmadan önce, maddeler üzerinde çok büyük oranda uzlaşı sağlanır.

Bir ülkede anayasanın ruhunun ne olması konusundaki fikir ayrılığına çözüm; anayasanın toptan halkoyuna sunulması olarak gösteriliyorsa bunun anlamı; o ülkede zaten bir ayrışma yaşanıyor demektir. Hatta bazı durumlarda halkın çok yüksek onayında bile insanlar eğer tek yanlı bilgilendirilmiş, ürkütülmüşse fikir ayrılığı geçici olarak bastırılmış demektir. Eğer anayasa ülkenin özgür seçmeninden, meclisinden çok çok yüksek oranda bütünleşmiş bir onay görmüyorsa, toplumda önemli ve derin bir fikir ayrılığı var demektir. Taraflar oluşmuş ve bir tarafın kendi için doğru gördüğü yaptırım diğer taraf için tehdit veya baskı aracı olarak algılanıyor anlamındadır. Bu iki farklı isteğin, kurallarını dayatması o toplumda bölünme yaratması sebep değil sonuçtur. Bu sonucu da sadece siyasi liderler gerçekleştirirler. Süreç içinde toplumu adım adım bu duruma getiren siyasi uygulamalar arasında uzlaşmasız uçurum oluşturulmuş demektir. Aslına bakılırsa ileri demokrasilerde anayasaların ya da değişikliklerin halkoyuna sunulmadan yapılması gerekir. Oralarda yaşam farklılıkları, inanç ve ideolojiler daha çok kişisel alana indirgendiği  için toplum katmanları arasında düşünsel uçurumlar bizdeki kadar derin olamaz. En önemlisi de partiler arasındaki ideolojik mesafe bizdeki kadar değil, dardır.

Anayasa yapmak; bir ulusun geleceğine biçim vermektir. Ülkenin bağımsızlığının, bireyin ifade özgürlüğünün, toplumun refahının ve eşitlikçi paylaşımının başlama çizgisidir. Kişinin yaşadığı ülkede, şehirde, mahallede kendi olabilmesinin teminatıdır. Birlik için, sizin gibi düşünmeyenlerin de sizin sahip olduğunuz haklara sahip olmasını savunan bir anayasa hedeflenmeli. Oysa açıklanan 18 madde; meclisi yenileme (fesih), vatandaşlık, devlet, inanç özgürlüğü, laiklik ve medeni hukuk dahil temel hakları sorunlaştırması yanında; kuvvetler ayrılığı, ceza yasası, seçim ve partiler yasası gibi önemli konuları da ya sorunlaştırıyor ya ortadan kaldırıyor. Ve ne yazık tüm bu arızaların var ettiği meclisin bile değil, uzlaşma gibi bir niyeti olmayan tek kişinin dayatması.

Milletin bir kesiminin yaşam alanına tahakküm eden anlayışı böylesine harmanlayarak kabul ettirmek isteyen, göz boyayıcı bir tavır bu. Yılların biriktirdiği siyasal kutuplaşmaya rağmen yine de adilane baktığımızda; bir meclisin bile değil, tek kişinin söz sahibi olduğu bir hükümetin yaptığı, ana sorunlardan çoğuna temel çözümler getirmeyen bu değişikliklerin, birikmiş dertlerimize derman olacağına, bizleri birbirimize kenetleyeceğine gerçekten inanmak mümkün mü? Bu anayasa fukaralığı yenmeyecek, millet birleştirmeyecek ve ülkeyi bölecek.

Toplumdaki bu derin kültürel uçurumun sorumlusu; iki büyük harbi atlatmış, birbirine tutunmuş milleti adım adım ayrıştıran dış ve iç siyaset projeleridir. Böylesi bir gücün iktidarı ele geçirdiğinde en önemli çabası; muhalif bilinci engellemek, karşıtları desiselerle bölmek hatta tasarlamak ve halk dayanışmasını parçalayarak kitleleri baskıcı bir yönetime kul etmektir. Sonuç mu? Sonuç; dış çıkar için bölünüp, malvarlığı sömürülen ve küçük bağışlar, kalkınma projeleriyle göz boyayıp oyalanan toplum. Birbirine öfke duyma, kin besleme ve zihinsel bölünme açısından bir millet için en tehlikeli bu aşamaya sürüklenmekteyiz.

Hukukçular bilirler, yasa yapıcılar koca koca yasa kitaplarının sonuna “ancak” anlamına gelen ekler kor ve oraya koydukları bir kaç madde ile tüm yasa kitabındaki can alıcı bir çok maddeye atıfta bulunarak onları işlemez hale getirirler. İşte bu değiştirilmek istenen 18 madde anayasadaki 70 maddeye müdahale edip, 100’den fazla maddeyi de etkilemektedir. 2017 yılında değiştirilmesinin nedenleri çok da irdelenmeden %57’ye 43 oy oranıyla milletçe kabul edilen 26 maddelik halkoylaması da o zaman demokrasiyi hadım etmesi bir yana son 7 yıldaki tüm hukuksuzluk ve bugün kötü giden her şeyin kaynağıdır.

Yine hukukçuların çok iyi bildiği gibi yasalar sondan okunur! Çünkü yasaların sonunda o yasa yaptırımının ekleri, nereye yönlendirileceği, yaptırımların nasıl değiştirileceği, etrafından nasıl dolanılacağı yani açıkları ordan okunur. Bu algı ta ilkokul eğitiminden başlayarak eşitlikçi anayasal demokrasi çizgisinden çıkılmasının sonuçlarıdır. Halkın temsili bu yüzden sorunludur. Çoğunluk tarafından temsil ediliyor diye bir isteği diğer kesimlerin aleyhine yasalaştırmaya kalkmak anayasal demokrasiyi üretemez.

Sadece milletin bir kesiminin tatminini hedeflemiş siyaset anlayışı anayasal demokrasiyi var edebilir mi?

Eveet, nihayet istense de her türden farklılıkları reddeden bir ‘medeniyet’ anlayışından niye sağlıklı bir anayasa çıkmaz’ı anlatacak bölüme gelebildim! Temelinde, bir kişinin denetimsiz kanun yapma gücünün olduğu anayasanın yapılış niyeti net: Biraz da seçim yasasının oyunlarıyla sadece iktidar vekilleri, herkesin  isteği diye rejimi değiştirme peşinde. Oysa kendilerini de belki bir kereliğine garantileyip sonra liderlerinin iki dudağı arasına hapsediyorlar. İktidarın karar vericisi bu büyük görev için; mecliste karşıt görüşlerden oluşan ‘karma uzmanlar komisyonu’ kurmadı, endişeleri olanlarla yüzleşmedi, muhalif taraflara göstermelik bir çağrı yapmıştı, o kadar.

Bunun yanında yıllardır yanlış siyasetin; ekonomik, düşünsel, mezhepsel, etnik ya da terörle ayrıştırdığı milleti bütünleştirici bir tavır sergilenmediği gibi aksine kutuplaşma körüklendi. İktidar başından beri tek taraflı bir memnuniyet çizgisini takip ediyor. Demokrasiyi gerçekten savunan bir iki dış odağın hatırlatma ve baskıları sonucunda, üniversitelerden,  sivil toplum örgütlerinden öneri alınıyor fakat kendi tasavvurlarından farklı gelen tüm istekler kulak ardı ediliyor. Böyle bir anlayışla istedikleri kadar ‘sivil anayasa’ iddiasında bulunulsun, kurulan rejim üniformasız diye sivil olmaz ki. Tek kişilik yönetimde (otokrasi) güç kaynağının sivil, asker, polis veya muhasebeci olmasının, yani mesleğinin bir farkı olabilir mi? Hele de dünyada kişiye dayalı bunca sivil baskıcı rejim yeryüzünü mahvederken!

Mecliste, iradeleri göbekten bağlı seçilmişler ve onların atadığı kamu yöneticileri, Siyasal İslam’ın mühayyilesindeki pozitif bilgi stoğunun metin azlığından muzdaripler. Günümüzde ‘içtihad’ ve ‘tevhid’ ile bu açık kapatılsa da güncele ilişkin her yenilik ve yorum onların yaşam alanını kısıtlayıp daraltmakta. Bu yüzden kendilerinden farklı yaşam biçimlerini, adım adım kendileri gibi itaatçi tavra çekmek istemekteler. Peki anayasanın ruhu ve kapsamı “efrada cami, ağyara mani” hali, böyle bir niyete net bir şekilde yönelmişse ne olacak? Bu sıralar batılı kimi vicdanlı biliminsanları ile hukukçularının uyarılarının bir anlamı olmalı!

Halkoyuna sunulacak 18 maddelik değişikliğin, kangren olmuş sorunlarla ilgili muhaliflerin asla ses çıkarmayacağı ortak sorunların çözümüne katkısı da yok ki. Bir de şu gerçek var; yasasından, yapısından, kadrosundan o kadar şikayetçi olunan herhangi bir kurum; oranın yönetimi ele geçirildiğinde, şikayetler sona erdi. Daha ne isteniyor? Oysa şikayet edilen her köşebaşına, aynı siyasi görüşten atama yapılması, ne kadar haklı olunursa olunsun, bu milletin yarısı tarafından işin erbababına ya da hakedene verilmediği şeklinde algılanıyor. Üstelik söz konusu siyaset o kurumdaki sorunları halletmiyor, aksine iç sürtüşmeler gelecek kuşaklara daha ağır yük aktarıyor. Bir küçük tayinde bile böylesi paylaşmacı tavrı olmayan bu anlayış, herkesi nasıl hakkaniyetli, adaletli bir başkana ya da onun anayasasına inandırabilir ki?

Bilim üretemeden bilimin ürettiklerinin sahibi olmak ve güncel teknolojiyi kullanmak, bizi çağdaş yapmaz, kararlarımızın doğru olmasına bir katkıyı ise hiç sağlamaz.

Bir toplumun güncel teknoloji, nesne ya da yöntemleri kullanması, o toplumu çağdaş ve demokrat yapacağı anlamına gelmez. Aksine çoğunluk; bu yenilikleri, gücünü pekiştirmenin bir aracı olarak kullanır. Eğer bir siyasal güç; gerçek demokratik hukuk kurallarını yerleştirmekten ziyade, halkı zayıf yerlerinden ele geçirmek peşindeyse, bu araçlar tabiki kullanılır ama adil bir anayasa yapmak için değil! Modern olmayı; teknolojiyi kullanmak olarak algılayan toplumlar için anayasa yapmak: Parti liderinin yön belirlediği, parti komisyonlarının sorgusuz sualsiz desteklediği, vekillerinin ve çoğunluğun çarçabuk onayı olarak kabul edilen bir ara eleman davranışıdır.

Bu anlayış; birbirine sımsıkı sarılmış bir refah toplumunu amaçlayan demokratikleşme süreci değil ki, gideceği yönün şartları baştan belirlenmiş yaptırımları yerleştirme çabası. Bazı şartları da önceki değiştirmelerdeki sapmalar nedeniyle, birey haklarını kısıtlama ve iktidarı pekiştirmeye yönelik yaptırımlara açık. Belliki, ne barış içinde bir toplum ne tarafsız adaletli bir rekabet ortamı ne çevre ne insanları birleştirici bakış ne kadın ve çalışan hakları ne de bizi hergün biraz daha ayrıştıran sorunların çözümü söz konusu.Yeni anayasa çalışmaları ve açılım paketi bir sürü endişe verici yaptırımların yanısıra malesef saydığım sorunlar için net çözümler de getirmiyor. Çağdaş ve özgürleştirici olma iddiasındaki izlenilen yol, belirsizliklerle dolu, tehlikeli. İnatlaşma haliyle yurttaşını zihniyet olarak kutuplaştırıp bölen, sorunlarını daha da karmaşık hale getiren ucu tehlikelere açık bir tasarı. Bizler ise hep olduğu gibi kararı baştan belirlenmiş onay makamı!

Çoğunluğu temsil etmenin, hukukun her kuralını değiştirme hakkı vermediğini bilmeyen anlayış ile modern hukuk anlayışının farkı...

Hukuk Devleti olma kuralları Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne, ülkemizde ne yazık yerleşemedi. Hukuku öğrenmiş, hukuka saygılı nesiller yetiştirilemedi. Muhafazakar kesim zaten modern hukuku bir türlü özel ve kamusal hayatta kabul edemedi. Bizim ülkemiz çarpık, yanlış yatırımlarla ve dengesiz de olsa kalkınan bir ülke ama gelişen ülke değil. Kolayca şu ya da bu, bir başka rejime dönüşebilecek kırılganlıkta. Bunu böyle hissetmeyen “kusura bakmasın ama!” siyaset tarihinden habersiz demektir. Bu görünmez kırılma, siyasetin çıkar çemberinin genişlemesiyle, malesef her an bir çatışmanın kıvılcımı olma tehlikesi taşımakta.

Bir dış tehlike, ekonomik bunalım ya da gıda çökmesi esnasında toplumsal refleksler; ‘faşist’, ‘teokratik’ yahut ‘Marksist’ bir ‘izm’in baskısının esiri olur. Geçmişte daima böyle oldu. Şu anda, bu toplumsal savrulmalar belirgin değilse de en az birine kapı aralık. Milletin kaderine bakın ki ‘83 model ‘militer’ vesayetli bir anayasadan kurtulurken, sivil ‘teokratik’ anayasalı bir vesayetin altına girme tehlikesinin eşiğinde. Toplumların böyle kırılma noktalarında, ekonomi gibi zihniyette el değiştirir. Tamam, zihniyet el değiştirebilir ama o zihniyet kendini iktidara taşıyan değerleri amacı için geçici olarak kullanıyorsa, herkes çok tetikte olmalı. Kişi bilinçlenmeli, her alanda derin bir karşı duruş sergilemeli. Çünkü bu el değiştirme, ifade özgürlüğü odaklı değil, tüm göstergeler Ortadoğu toplumlarının hukukuna doğru yönelmeyi işaret etmekte. Ve ne yazık gelişmiş ülkelerin bir iki asır önce hukuk aracılığıyla çözdüğü toplum sorunları bugün bizde kocaman bir karmaşa yumağı.

Uluslararası çıkar çevrelerinin bu ulus ve coğrafya üzerindeki iştahı köklüdür.

Geçmişte alayı vala ile sahnelenip sonar içi boş çıkan Demokratik Açılım Paketi kimi doğru çözümler getirsede temel sorunların çözümünden çok ülke birliğinin  tehlikeye atılmasına neden olmuştu. Toplumca bilinen ünlülerden oluşturulan kervanlar millet birliğinde yara açtı. Sonradan iktidar pekiştirme isteğiyle oluşturulduğu net olarak anlaşıldı. Gelir adaletsizliğinin, eğitim parçalanmışlığının sebeplerinden en önemlisi; uluslaraarası çıkar ve sömürü çevreleri ve onlarla işbirliği kuran siyaset anlayışıdır. Onlar, çağdaş donanımlı nesilleri, dış ve iç müdahalelerle yıllardır tasarlayıp tırpanlayıp yönetim ve siyaset kademelerinden uzaklaştırdı. Bu alana gelecek iktidarların tohumlarını ekti ve besledi. Memleketimizde eğitimi niteliksizleştirip, işsizlik, bölücülük, terör belalarını başımıza sarıp bu sorunların çözümlerini sinsice savsaklatıp, kasten kördüğüm edip, toplumu kendi amaçlarına yönlendirdi. On yıllardır her seçim öncesi muhalefeti çeşitli oyunlarla biçimlendirdi. Sonra da utanmadan tutup herkese “kim var ki ona fırsat verelim” klişe cümlesini söyletti. Yıllardır dar bir siyasi kesimin ele geçirdiği kısır iradeyle yönettiği; sağlık, yargı ve eğitim sistemini mahvedip sakatladı.

Gündemi takip eden, araştıran, çok yönlü okuyan, siyaset tarihini bilen aydınlık kafalı insanlar için tüm bu oyunlar çok bilindik. Ülkemizin böylesi fedakar, üretken insan kaynağı ve zenginliklerine rağmen ne oyunlarla geri bıraktırıldığı, bölünmeye uğraşıldığı meydanda. Üstelik bu zihinsel ayrıştırma şimdi sadece etnik ve mezhepsel değil, toplumu parçalayabilecek bir çok maddeye yedirilerek hazırlandı.

Kendini farklı tanımlayan, inanancı olan da olmayan da, dini ayrı olan da olmayan da, hepsi bu vatanda yaşıyorsa, vatandaştır ve anayasa hepsinindir.

Günümüz anayasaları devletin temel örgütlenmesini, yani: Yasa yapma, yürütme ve yargı kurumlarını; yetkilerini, sınırlarını ve birbiriyle ilişkilerini düzenler. Ama asıl; temel özgürlükler, insan hakları, azınlıkların korunması, şiddetten arınmış eylem ve düşünce serbestisini güvenceye alan şartlar içerir. Çok kültürlülük içeren, farklı fikirleri dışlamayan, farklı etnik köke sahip, çok kimlikli bir anayasa kapsayıcıdır, bütünleştiricidir. Sadece şu din, şu kültür, şu zümre korunsun diye yapılan anayasa herkes tarafından desteklenmez. Yoksa iktidar değiştiğinde bu kez yeni gelenler haydi sil baştan kendi anayasalarını kotarmaya koyulur! İşte sırf bu yüzden bile siyaset kendini, hukukun karar vericilerini ele geçirerek garantiye almamalıdır. Yoksa gelecekte herkes kendi adaletini arar, hukuk her gelen siyaset anlayışının emrine girer. Siyasetçi ve siyaset kurumu tarafsız, laik ve demokratik bir anayasaya tabi olmak zorundadır. Yoksa “genel seçimle biz millettin iradesini aldık, çoğunluğun istediğini yapacağız” demek topyekün bir ulusun değil, siyaseten sadece kendi kesiminin anayasasını yapmak demektir.

Anayasa siyasetçinin yaşam tarzını, inançlarını, özlemlerini dayatıcı değil, herkesin yaşam tarzını koruyucu olmak zorundadır. Tersi bir anlayış; ülkeyi birleştirici demokrasiye değil baskıcı ve ayrıştırıcı bir rejime götürür. Hedef tek tip düşünce insanını korumak değil, farklı düşünce ve değerleri olanları bir tek amaç etrafında birleştirmek olmalı. Farklılıkların eşit ve özgür biraradalığının önşartı: Yeni Anayasa’nın, tektip insanı hedefleyen siyasi bir anlayışın ürünü olmamasıdır.

İktidarlar önlerinde hiç bir siyasi, hukuki veya sivil ya da silahlı güç olmadığında hırsın büyüsüne kapılır. Karşılarında bir engel kalmadığında iktidarın başdöndürücülüğüyle farklılara hayatı yaşanmaz eder. Hınç ve öfkeyle yönlendirilecek katı düşünceliler marifetiyle yapılacaklar, tüm etnik ve fikri azınlıklar için dünyayı zindana çevirir.

Sonuçta ben ve benim gibi inanç sahibi olanlar; dinimizin sünni ‘fıkhını, ameli, hayır hayratı’ ve ibadeti bilen kişiler olarak paçayı kurtarırız. Fakat ya bu memleketteki mezhebi farklılar, inançszlar ile dinleri ayrı olan ama bizler gibi bu vatanın evladı olan insanların farklı yaşam hakkı ne olacak? Onların sonu: Sudan başkanı El Beşir’i önce destekleyen sonra vazgeçen, ne Müslüman ne Hırıstiyan olan animist inançlıların ve okumuş yazmış muhaliflerin sonu gibi mi olacak, yoksa İran’daki Tudeh üyeleri gibi mi?

Tamam, anayasalar milliyetçi ve dini motifler içerebilir ama devletin üzerine bina edildiği bu yapı, ayrıştırıcı ilkelerden arındırılmış olması koşuluyla. Temel bireysel özgürlükler ve evrensel insan haklarını ana eksen kabul eden bir anlayış  gözetilmeden bu olamaz. Yoksa tez zamanda dünyanın en iyi anayasasını yaptık diye böbürlensek te sadece şu ya da bu zümrenin hizmetine girmiş bir anayasamız olur o kadar.

Türkiye’ye gelişinde bir gazeteye konuşan dünyanın önde gelen anayasa yapıcı biliminsanı Arato’nun değindiğim konulardaki uyarıları, modası geçmiş solcu lafları diye geçiştirilemez. O diyor ki: “Uzlaşmacı olmayan ve toplumun her katmanının katılımıyla oluşturulmayan anayasalar, en kısa zaman içinde toplumu önce çift hukukluluğa götürür, sonra da zihnen bölünmesine neden olur”. Bu ve bunun gibi görüşler size; sizinle aynı endişeleri taşıyan, vatansever fakat inancı sizle benzer olmayanların hezeyanları gibi gelmemeli. Ülkemizin önde gelen toplumbilimci ve araştırmacıları bu endişeleri de içeren bir çok araştırma yapıp sürüyle belge yayınladılar. Onların hepsi önceleri yeni anayasa yazımının ve demokratikleşme paketinin birer savunucusu iken, sahada yaşananlar ve istatistiklerden sonra niye tedirgin bir şekilde desteklerini çektiler?

Çok fazla ayrıştık, çok fazla kutuplaştık. Tipimiz farklı diye veya  ‘evetçi’ ‘hayırcı’ diyerek hasımlaştırıldık. Oysa bizim köylerden birinde farklı tercihleri olan bir ihtiyar amcayla oturup çay içtiğimde o benle ben onla anlaşıyoruz. Saçımın uzunluğuna ya da başka birisinin küpe takmasına rağmen o da onu tanıyınca seviyor. Aile içinde ablam benden farklı tercihte diye birbirimize sevgi ve saygı duymaktan vazgeçmiyoruz. Biz inanç ve yurt sevgisinde paydaşız.

Dünya’da ve bizde anayasa ile din ilişkisi...

Ülkeler iki asırdan biraz fazla zamandan beri, anayasa aracılığıyla uluslarını yönetme anlayışını devamlı geliştirmekte. Günümüzde gelişmiş bütün ülkeler uluslarını; demokratik, laik, toplumsal ve anayasal hukukla yönetiyor. Sadece bir kaç ülke monarşiye, Ortadoğu’nun ekseri ülkesi İslami şeriata ve bir kısmı da hem monarşik hem şeriata dayalı anayasa ile yönetilmekte.

Avrupalılar hem bu nedenle hem de terör yüzünden özellikle Radikal Siyasal İslam’ın ülkelerinde yayılmasını iç tehlike olarak görmekte. ‘İslamafobi’ diye bir kavram ürettiler. Anayasalarına sızmaları engelleyecek maddeleri tek tek yerleştiriyorlar. Yasalarına ekler yapıp böylece toplumlarını Radikal Siyasal İslam’ın etkilerinin dışında tutuyorlar. Ama aynı Avrupa Türkiye’de laikliğin güçlü olmasını tehlikeli buluyor! Belçika, Almanya ve Fransa inanç örtünmesinin sınırı ile ilgili yasa çıkarırken İtalya ceza bile kesiyor. Bize göre; bu bir insan hakları ihlali, kişi özgürlüğüne açık bir saygısızlık. Fakat onlar olayı şöyle görüyor: Herhangi bir dinin katı inancına dayalı yaşam anlayışı, değişmez emirler gereği, demokrasinin zaaflarından yararlanıp iktidara geldiğinde, kendisinden başka hiç bir inanca, azınlığa, farklılığa, ifade özgürlüğüne hak tanımıyor. Devlet kurumunu, hukuku ve toplumu, inanan ve inanmayan diye ayırıyor. Bu anlayışın yerleşmesi için de her yolu mübah sayıyor. Şeriat rejimiyle yönetilen tüm coğrafyalarda bu değişmez bir kural. Afganistan’dan İran’a, Kuzey Sudan’dan, Endonezya’ya kadar bu böyle. Hele de herkesin kendi gibi olması için adım adım alan daraltan, baskı kuran, onları ‘cennet mekan’ yapmak için deli divane olan, siyasallaşmış ve ekonomiye hakim olmaya çabalayan güçleri varsa.

Ortadoğu ülkelerinin hemen hepsinin anayasalarına “İslam şeriatının kuralları, yasamanın ana kaynağıdır” veya “Devletin dini İslam’dır” maddeleriyle girilir. Ama Japon anayasasında devletin dini Şinto, Amerika’da Hıristiyanlığın bir kolu olan Evangelis veya Protestan, Güney Afrika’da Doğacı (Animist) yazmaz. Fransa’da Katolik yazsa bile orda dinin yaşantı üzerinde ve yasalar aracılığıyla en küçük bir yaptırımı yok. Oralarda laiklik anayasal en önde gelen haktır.

Günümüz İslam ülkelerinin hemen hepsinde ticaret hukukunun bazı maddeleri, ceza hukuku ve medeni hukukun tamamı dini alanın farklı mezhep ya da bir tarikatına terkedilmiştir. Söz gelimi komşularımızdan İran anayasası İslam’ın Şii yorumuna göre, Suudi Arabistan’da ise Vehhabilik fıkhına göre düzenlenmiştir.

Günümüzde aşırıcı İslami yönetimler, baskıcılığa (despotizm) geçmeden önceki aşamada, gerçekten ve samimi olarak batı tipi demokrasiyi amaçlıyor görünür. Ülkemiz; vaktiyle bu badirelerden ağzı yandığı için, geçmişte yasalarına bir kaç antidemokratik maddeyi, bu tür köktendinci girişimlerin önünü kesmek adına koymuştur. Çoğunluğun seçtiği siyasi güç iktidar olduğunda hemen her türlü yığınağını, tepkisini doğrudan anayasaların ve yasaların zayıf karnı o antidemokratik maddenin olduğu cepheye yapar. Ee! Hedef te batı tipi demokrasi ise? Ve amaç ta eşitlikçi insan hakları, eşitlikçi toplum ise her kanattan gelen destekle engeller bir bir aşılır. Yasalardaki o antidemokratik maddeler kaldırılır. Tıpkı bizdeki 2010 halkoylaması paketinin içerisinde dini yaptırımların yasaların içerisine yedirilmesi gibi. Ondan sonra; gelsin Malezya’daki gibi çift hukukluluk, gelsin çok başlı eğitim, gelsin inanç bölünmesi, gelsin şeriat hukuku. Siyaset bilimi bu fotoğrafı aynen böyle, yazdığım gibi çeker. Ama görmek ve duymak istemeyen biri kadar hiç kimse anlamayı reddetmez. Halbuki dini, etnik, mezhepsel ve yaşam biçimi ayrışması, peşisıra ötekileştirme ile ötekine duyulan  garez buralardan beslenir.
Şer’i hükümlerin içine sızdığı rejimi, iktidarlar doğrudan hedeflemiyor olabilir. Ama bir iktidardan ilerde iktidarı devralabilecek daha katı yeni nesil aşırıcıların olduğu bir gerçek. Mecelle’ye rahmet okutacak yaptırımların özlemiyle yanıp tutuşanları, iktidarın aklı selimleri engelliyorlar da şimdi pek farkına varmıyoruz. Peki de bu belirtilerin ve kanıtların üzerini örtmek ya da önemsememek doğru mu? Üst kimlik alt kimlik, milliyetçi ümmetçi, dindar laik, Türk Kürt, haremlik selamlık, inanan inanmayan, türbanlı türbansız, alkollü alkolsüz, yandaş medya yandaş olmayan medya, onların hukuku bizim hukukumuz, mahkeme ulema diyerek dünyanın en bütünsel milletini bile bölecek kavramlarla inanılmaz ayrışmalar yapılırken biz niye böyle sözleri bu kadar tehlikesiz görmeye başladık? Bu tavrı siyasal tecrübelerin çürütücü mihengine vurmak; niteliksiz seçmeni etkilemiyor olabilir ama aklı başındaki kişiler, geçmiş iktidarlara duyulan tepki nedeniyle bu tehlikelerle aralarına duvar örmemeli.

Anayasa yapıcı irade geçmiş ekler ve şimdiki 18 maddeyle, dini kendine bu tür tahakkümcü ve tek kişiye dayalı iktidar alanı açmak için kullandıkça huzursuzluk büyür. İnaç emirlerini anayasanın içine yedirmek istedikçe milletin çok çok büyük bir ekseriyeti müslüman olduğu halde bu anlayışın toplumu bütünleştirmesi mümkün olmaz. Çünkü hepimizin bildigi gibi bütün insanlar Dünya’nın çağdaş ülkelerindeki diğer insanlar gibi inaçlarını toplum baskısından uzak, özgürce, bireysel vicdan ve itikadlarına göre yaşamak ister.

Yakın tarihte Siyasal İslam’ın aşırıcı köktenleşme (radikal) ve silahlanma süreci...

İslam  Alemi’nde dinimizin günlük siyasetin içine dalıp, siyasallaşma hareketi ‘40 ların sonunda Mısır’da başladı. Daha sonra Filistin’de silahlı harekete dönüşen bu anlayış sonra Afganistan’da yön değiştirerek terörle özdeşleşti. Son yıllarda yurtdışına gidenler ‘Müslümanım’ dediklerinde küçükte olsa bir irkilmeyle karşılaştıklarını bilirler. Malasef bu yüzden dışarda böyle algılanmaya başladık. Siyasal İslam’cı hareket başladığından beri dinimiz dünyada; baskıcı, terörist ve farklı inançlara karşı hoşgörüsüzlük olarak algılanmakta. İslam bu yüzden dışardan, malesef siyasal bir ideolojiye indirgenmiş kabul edilmekte.

Dini köktenci hareket boy gösterdiği her ülkede kendisini önce anayasal demokrasiye ve azınlıklara saygılı muhafazakarlar olarak tanımlar. Gücü ele tam geçirdiğinde, kendini sadece iman etmiş dindar değil de, taviz vermez ve tek kuralı bile değiştirilemez, siyasal bir ideoloji olarak herkese zorla dayatır. İktidarın gücüyle güçlendikçe de farklılıkların hesaplaşmalarını şimdilik derine iterek, çağın büyük kuramları Milliyetçilik, Kapitalizm, Emperyalizm, Marksizm ve benzerlerinin zayıf halkalarıyla çatışmayı öne alır. Köktenci Siyasal İslamcılar bu rakip kuramların hepsinin en iyi vaadlerinin aslında kendi inanç silsilesinde olduğunu öne sürerek, kendisinden olmayanları ötekileştirip, taraftarını artırmak için her yolu mübah sayar.

Ama ne yazık bu modelin uygulandığı hiç bir coğrafya ve toplum, kitlesel refah, gelişmişlik ve barışa kavuşmamakta. Bütün iyi niyete rağmen de bilimle kurulan bağın niceliği ile külliyat yetersizliği ve en önemlisi insan kaynaklarının tek yönlü beslenmiş zayıflığı, zamanla bu mücadelesini istenmese de; siyaseti şeffaf zeminden, dış desisenin de desteğiyle ya baskıya ya çatışmaya ya da ayrışmaya kaydırır. Zaten değişmezliğiyle malül ‘stok’ yetersizliği sonunda; çaresiz karşıtlar, öfkeli kalabalıklar ve şeriat sorunlarıyla başı dertte olan çelişkili toplumlar oluşturur. Taraftarlarını ise dünyanın gelişmiş ülkelerine karşı kontrolsuz bir hınca ve toplumu da ayrışmaya ya da din kardeşleriyle bir iç savaşa sürükleyebilecek kısır döngüye yöneltir. Hiç biri olmadı; birbirine diş bileyen bireyler oluşturur. Halbuki mütedeyyin inanç; bu savrulmalara kapılmayan, deney, gözlem, kanıt ve yeni buluşlardan etkilenmeyen güçlü bir iman, amel, itikat, tevekkül, ticaret ve güzel ahlaktır. Kin, nefret ve şiddet İslam’ın ruhuna ihanettir.

Siyasal İslam’ın köktenci bireyleri; ne kadar güncel ilişkiler içinde yaşarlarsa yaşasınlar, her hangi bir bilim alanında ne gelişme olursa olsun, geleceği; tarihin gerileme alanı olarak saymakta. Onlar tarafından ilk çıkış döneminin yaşam biçimine dönmeyi ilerici tek hedef kabul etmekse, anayasal demokrasinin sonu olmakta. Teknoloji nesnelerine veya demokratik iktidar kurumlarına aşırı düşkün de olsalar bunların tümü tek hedefleri için araç görülmekte. Ardısıra; Felsefe, sanat  ve yaşamın çağdaş değerleri dışlanmakta. Sonuçta onlar için modernle tanımlanmış, fakat  inançla çelişen; toplumsal, siyasal, bilimsel her buluş yetersiz ve yanlışa sapmak olarak kabul edilmekte.

Seçimle veya hanedan devamlılığıyla iktidar olmuş, islami devlet yönetimlerinin hemen hepsi; sorunları temelden çözme yerine, toplumu küçük iyiliklerle kazanma, inandırma ve kendine muhtaç etme, ardından da önde gelen taraftarlarını (asabiyyeyi) zenginleştirme peşindedir. Daha sonraki hedef: İnanca adanmış kişilerle kilit noktalarda kadrolaşma! Ardından yeni seçimler, ya da kadrolarla daha aşırı uca doğru toplumu çevirme. Bunun bir adım sonrası ise çağdaş hukuk geleneğinin tüm kurum ve araçlarını reddetme.

Günümüz aşırı uçtaki Siyasal İslamcıları’nın yorumuyla laik bir hükümete bağlı din memurları bir tür aforozluk (Tekfir) suç işlemektedirler. Bunlara göre İslam; basit şeriatın uygulanmasından öte bir şeydir. Amaç; şeriatı büyük bir bütünün içine yerleştirmek yani sadece hukuku değil ekonomiyi ve toplumu tümden islamileştirmektir. Önce devletin sonra toplumun islamileştirilmesi şeriat kanunlarını yerleştirmekten çok daha önemlidir. Ekonomik olarak ‘ulü’l emr’e bağımlı, hukuku iğdiş edilmiş bir toplumda; şer’i hükümlerin gelmesi, taraftarlarının adım adım mevzi kazanan baskıcı yönetiminin eliyle, otomatik olarak kaçınılmaz olur. Zaten başlangıcından beri herhangi bir yolla ya da seçimle gelmiş Siyasal İslam İktidarı, zamanla yaşam alanında en küçük bireysel tercih boşluğu bırakmayan bütüncül bir ideoloji olarak dayatılır. Öyleki, günümüz aşırıcı Siyasal İslamcıları, muhafazakar köktendinci: Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, İran gibi rejimleri bile dindışı (küfr) sayıp yeni ve çok katı yorumları makbul kabul etmekte. Onların amaçları: Müslümanlar tarafından yönetilen bir meclis te değil, Siyasal İslam’ın şer’i hükümleriyle yönetilen bir ülkedir.

Mezhep, tarikat ve etnik farkların, İslam Dünyası’nı ülkelerde cephelere bölme sorunu...

Dış çıkar odaklarının, İslam Dünyası ile komşularımızda tezgahladıkları oyunlar, taşları son 25-30 yılda yerinden oynattı. Ortadoğu coğrafyasında; dini, etnik ve mezhep karmaşa; savaş çıkararak ülkelerin bölünme riskini giderek yükseltiyor. Mezhep çeşitliliği Ortadoğu coğrafyasında; öldürdüğü insan sayısınca sevap kazanacağına inanan Afgan Selefiler’i, Suriye’de El Nusra’lı gaddarları, Filistin’li Hamas’ı, Müslümana da Hıristiyana da yaranamayan Lübnan’lı Dürziler’i, Mısır’lı köktendinci İhvanı Müslim’i, El Kaide benzeri terör örgütlerini ve son olarak da Suriye’de IŞİD’i doğurdu. Bu örgütlerin ardındaki siyaset erki ve ekonomik güç, dinimizi farklı yorumlayanları ya da etnik azınlıkları birbirlerinin can düşmanı yaptı. Sudan, Libya, Afganistan, Mısır, Irak, Suriye çeşitli çıkarlara biçilen roller ve vadedilenlerle paramparça edildi.

Bu karmaşada bizi en çok ilgilendiren; aşırı ırkçı Arap milliyetçiliği ve İslam Dünyası’nın etkisine kendisini kapatıp, batı ile yoğun temaslar kurarak milli bir devlet kurma peşindeki Kürtler.

Batı, özellikle de Amerika, İngiltere, Fransa ve bir kaç ülke kendi çıkarları için, Kürtler’in bağımsız bir devlet kurmalarına, gizli veya açık her türlü desteği veriyor. Ama aynı ülkelerden İngiltere asimile ettiği; İskoç, Gal, İrlandalılar’a; Amerika, Hispanikler, Kızılderililer ve Zenciler’e; Fransa, Korsika ve Polinezyalılar’a, İspanya; Bask ve Katalanlar’a bu hakkı ne hikmetse layık görmüyor! Varsa yoksa Türkiye’deki azınlıklar ve özellikle Kürtler! Oysa bu ülkede Kürtler Türkler’le aynı anayasal vatandaşlık haklarına sahipler. Eksik ya da yanlış olan; geçmiş iktidarların ıskaladığı bölgesel kalkınma desteği, dillerini, müziklerini ve kültürlerini yasaklama.  Fakat ekonomiden yeteri kadar payını alamayış sadece o bölgeye ait değil ki, Karadeniz ve Doğu Anadolu’da da bir çok yer yıllardır bu sorundan dolayı kan kaybetmiyor mu?

Batılı çıkar güçlerinin kimi, niye, nereden böleceği; bunu ne zaman hangi amaç için kullanacağı meçhul. İnsanlık ve özgürlük adına müdahale ettiği ülkenin yanı başında, ondan daha korkunç baskı uygulayanları meşru sayıp, toplumun feryatlarını duymayan bu anlayış; aynı toplumu sanki kendi diktatörlerinden memnunmuş gibi yutturabiliyor. Bu karışıklıkta taraflar değişken ve belli değil ama çıkar cepheleri ve amaçları, tarihi okumasını bilenler için ortada. Bu güçler çekilen büyük acıları umursamadan menfaatlerine odaklanmış bulunmakta. Her ülkeyi her milleti bir bahaneyle oyalayıp, bir tek olayda farklı tepkilere bölüp, çelişkiler içinde bırakıp, kendi hedeflerine ulaşmakta.

Ayrıca Siyasal İslam’ın aşırıcı taleplerinden en önemlisi, şeriat ülkelerinde olduğu gibi her yerde yaşamın her alanına müdahale etme ısrarı. Bu da batının sömürgeci anlayışıyla bilmeden aynı amaca hizmet etmekte. Bu siyasi anlayış bizleri; Batılı ulusların kendilerini demokrasi aracılığıyla güvende hissettikleri toplumsal barışa geçişte engellemekte. Aslında milletimizin bu yüzden önemli bir kesimindeki hoşnutsuzluklar batılıların pek umurunda değil. Fakat çıkarlarının tıkanacağını gördükleri an ülkedeki dayanışmacılarını değiştirmede bir an tereddüt etmezler. Komşularımızla 60 yıllık yakın siyasi tarihimiz bunun örnekleriyle dolu. Batı için bu konuda çok çeşitli yollar mevcut: İktidarı para ile avlama, şantaj, milliyetçi liderleri komplo ile yumuşatma, toplumu ‘ak karga, kara karga’ diye birbirine düşürme, modernliği ‘tu kaka’gösterme, dinimizi aşağılama, ekonomik yaptırım, terör ve sonuçta projelerine ortak olacak çıkar guruplarını seçmek, onlar için işten bile değil.

Bizim milletimiz müslümanlığı malesef Kültürel Müslümanlık olarak bilir. Bu şu demek: İslam’ın ve iman’ın şartları ile ibadet kurallarının en küçük detayları; nakli bilgiler, rivayetler ve Arap menkibeleriyle öğrenilir. Türkçe birebir çeviriyi (meal), İslam hukukunu (fıkıh) ve kıyaslamalı Peygamberimiz’in hayatı ile tüm dinler tarihini okuyan, bilen nerdeyse yok mertebesindedir. İnsanlarımız Siyasal Radikal İslam’ın baskıcı şer’i hükümlerinin detaylarını, anayasaları bu ‘akai’de göre yapılmış ülkelerde yaşamadıkları için bilmez. Cumhuriyet’in kazanımları yurdumuzda bir vaha gibi; en samimi inancı, gayri müslimi, inaçsızı hep birlikte laik yönetimle özgürce yaşatabildi. Ama ne yazık dış çıkar çevreleri Osmanlı’nın son dönemindeki gibi buraları yoklayarak en hassas yerleri buldu. Mal bulmuş mağribli gibi ha bire oraları kaşımakta. Yurdumuzda da göz göre göre araç olarak: Mezhep farkları, inanç kademeleri, geleneği yozlaştırma, dili bozma, sporu siyasallaştırma, yan eğitim kurumları oluşturma, dil ve etnik farklılıklar gibi zihinsel ayrışma alanları yaratıldı. Şimdi bu halkoylamasıyla kendini tek kişiye teslim etme bu ayrışmayı daha da keskinleştirme tehlikesi taşıyor.

Osmanlı’nın 18.yüzyılından beri bizimle çıkar çatışması olan dış odaklar, bu topraklarda her zaman kendileriyle işbirliğine hazır, her güçle ortaklık yaparak insanımıza çok şey kaybettirdiler. Kaynakların tıkandığı, toplumun bir kesiminin bilinçlenip tepki gösterdiği her noktada, sistemin antidemokratik yönetimlerle yürümeyeceğinin farkında oldular. Bu nedenle de menfaatleri için oynadıkları atı sürekli değiştirdiler.

Bu kez; küreselleşme adı altında ülkemizdeki Muhafazakarlar, Aleviler, Kürtler, solcular, milliyetçiler, inançsızlar, etnik ve dinsel azınlıklar içinden Muhafazakarlar’ı seçip, onlar üzerinden demokratikleşme soslu projelerini yürütmekteler. Burdaki büyük sorun: Yıllarca düşünsel geri bıraktırılmışlık ile parasal yoksulluğun pençesinde kalmış zayıf kadrolar; bireyi özgür, toplumu çağdaş kurumlarla donatıp geliştirecek yerde, siyasal geçmişe duydukları hıncın da etkisiyle; gözü kara bir girişimcilik ve fırsat değerlendirmeye  soyundular. Donanımsız üst düzey kadrolar; bu ateşten gömlek coğrafya ile birikimsizliklerinin sonucunda; ülkeyi  siyasallaşmış hukukun, toplumu ise ayrışmanın pençesinde bıraktılar. Komşularımızla ilişkimizi ise ateşe attılar. Hem de siz bakmayın aleyhteki propogandalara; çalışkan, dürüst ve alçakgönüllü insanımıza rağmen.

Öğrenmek zordur, hele de alışkanlıklarımızı değiştirmeye neden olabilecek öğrenme...

Yöneten azınlık ile yönetilen çoğunluğun uzlaşması çoğu kez toplum üzerinde vahşi bir egemenlik (hegemonya) doğurur. Özetle; bizim ülkemiz dışında, laik anayasa ile yönetilmeyen müslüman devletler ‘50 li yıllardan bu yana, temel insan haklarına aykırı yaptırımlara rağmen, muhaliflerini de oyunlarla, tehditlerle ya da kandırıp desteklerini alarak ve açık hukuk çelişkilerini umursamadan Siyasal İslam’ın kurallarını anayasalarına yerleştirdiler. Bumilletlerin dönüşümü şöyle işletilmekte: İktidarlar bu yasaları çoğunluğun demokratik hakkı olarak, meclislerden talep ediyor. Bu da peşinden milleti hem öteki, beriki diye ayırıyor hem de vaktiyle kaldırılmış olsa da, bir oldu bittiyle kurumsal ve bürokratik ruhban sınıfının yolunu açıyor. Dış ve iç odakların körüklemesiyle bir sonraki aşama; azınlık ya da çoğunlukta da olsalar karşıtları sindirmek, yaşam alanlarını daraltmak. Olmadı, muhalifleri kamu alanından uzaklaştırıp, işvermeyip, yalnızlaştırmak. Sonuç ise; Müslüman komşularımız gibi ya iç savaşla bölünmüşlük ya da zihnen parçalanmışlık.

Anayasalar toplumun bir kesiminin, partinin ya da inancın tek tip tercihleri doğrultusunda yapılırsa o ülkede iç barış sele gitmiş demektir. Bundan sonrası; patlamaya hazır karşıtlarla, muhalife tahammül ederek ve “la havle” çekerek geçici bir birlikte yaşamaya dayanmaktır!

Merhametin ulufeleştiğini, refahın paylaşılmadığını, muhalif olmanın eleştirildiğini, özgürlüğün tehdit altında olduğunu hissediyorsak karalarımızı gözden geçirmeliyiz. Bunun ilk sebebi şimdiye kadarki güdülen muhalif siyaset. Sürekli ve toplu olarak yapılan yanlış tercihleri tarihin uzun yolu affetmiyor.
Dünya’da 127 ülke arasında ekonomik büyüklükte 18. ve gelişmişlikte 94. olmamız çelişkili bir toplum olduğumuzun açık ve en ürkütücü göstergesi. Kalkınmışlık: Ülkenin toplam gelirinin kişi başına bölünmesi, toplam üretimi ve toplam satışı gibi bir kaç ekonomik gösterge ile hesaplanır. Oysa gelişmişlik: Anayasal haklardan hapisteki insan sayısına, bireysel yaşam kalitesinden nitelikli eğitim almış insana ve özgür ifadeden cinsiyet ayrımcılığına kadar kırk küsur farklı  gösterge ile hesaplanır. Kalkınma kalkınma denilen göstergelerde, eğer toplumun tüm katmanlarına adilane dağıtılmıyorsa ve her kesim kendini eşit rekabet ortamında görmüyorsa ülkedeki demokratik mekanizma bozuk ve sistem, aksine küçük bir zümrenin kaldıracı olmuş demektir. İsviçre ile Kuveyt’in kişi başına düşen geliri, yani; kalkınmışlık düzeyi aynı ama gelişmişlik düzeyi arasındaki uçurumun varlığı, bu durumun en net göstergesi.

Anayasa eleştirisi önemli bir konu mu yoksa dahilden gazel mi?

Tanık olmak ve taraf olmak sorumluluktur. Sorumluluğun gereklerini yerine getirmediğimizde suça ortak oluruz. Memleketimizde seçmen davranışları çocukluğumdan beri bende hep ilgi uyandırmıştır. Bizim insanlarımız; vatansever, dinine bağlı ve istikrarı önemserler. Bilincim gelişmeye başladığından beri ben memleketimde şunu gözledim: Bir ömürlük seçmen tecrübesinin yetmezliğinde, inandığımız değerlerin maskelediği gerçekler, insanımızı malesef çoğu kez yanlış ata oynatmıştır. Bugüne kadar derdine derman diye seçtiği her siyaset yolu, hiç bir derdine kökten deva bulmamıştır. Seçmen bunu anlayıp vazgeçtiğinde, yeni seçimde bu kez de bir başka yanlış ata yönelmiştir!

Geçmişte fanatik taraftar gibi seçmenin onay verdiği lider, parti ve siyaset çizgisi; iktidarın nimetlerini elinden kaçırdıktan sonra o desteği kaybetti ve eridi. Yakın tarihimizde bunun çok örneği var. Yürürlükteki anayasaya bu millet %92 destek vermişti. Daha sonra milletvekili seçtikleri eliyle mecliste, onayladıkları bu anayasa üzerinde 136 kez değişiklik yapıldı! Sadakati böyle zayıf ve oynak bu coğrafyada şimdi de nöbet değişti. İlerde yine desteğimizi çekebileceğimiz siyasi kararlara nasıl kayıtsız şartsız teslim oluruz? Geleceğimizi illa, ya koruyucu silahlı bir güç ya da baskıcı (otokratik) siyasi bir güç mü belirlemeli?

‘82 Anayasası’na korkarak muhalefet etmiş o zamanki yüzde sekizin, ağzı yanmış binde birinin içinde bir azınlık azınlığıyım. Bireysel geleceğinden çok ülkesinin geleceği tırpanlanmış bir neslin ‘kılıçartığı’ olarak artık kendi adıma değil, memleketim ve başka insanlar adına, bu hakları savunmak yurttaşlık görevim. Ülkede geçmişte akan kanı durdurmak adına yapılan; baskıcı ve can yakıcı bir kaç maddesi yamalı da olsa ileri demokrasiye doğru evrile, devrile günümüze gelen yürürlükteki anayasa, hazırlanan bu değişikliğe göre şimdi çok daha demokratik sayılabilir.

Durum gün gibi ortada: Özgürlüğü herkes için hedeflemeyen ve bütünsel tasarlama becerisinden yoksun bir yaptırım gücü, istemeden de olsa yanlışa yönelebilir. Çağdaş hukuk değerlerini kavramanın yapısal zayıflığı ve kadroların çözüm ortaklığındaki niyeti bunu açığa vurmakta. Bu noktada bir diğer gösterge de; bu niyetin yurttaşları ve komşularıyla sorunsuz yaşanacak çerçeveyi çizebilme kapasitesi! Bütün bunlar; bu hedefleri az çok ayan olmuş anayasayla ve açılım paketiyle mi olacak? İlkokulda tahtaya kalkmış, dersini ezberlemiş, tekrar yapan öğrenci tavrıyla, işin uzmanlarını kelimenin tam anlamıyla ortadan çatlatan bir anlayışın, toplumun kördüğüm olmuş dertlerine derman yasalar yapacağına inanmak çok zor.

Hadi şimdi diyelimki eldeki anayasanın, yaklaşık 50 maddesinde komisyonlarda ve mecliste anlaşmaya varılmış ama uzlaşılamamış bir iki hayati maddesi için halkoyu gerekiyor. Bu bizlere, seçimlerde oy vermekten çok çok daha önemli bir görev yükler. Yandaş ya da fanatik bir taraftar aklıyla veya tümden muhalif davranışla değil, bilerek, bildiğimizi sorgulayarak; bilmediğimizi araştırarak red ve kabul etmemiz gerekmiyor mu? Ecdadımızın bize canları pahasına bıraktığı emanetleri daha sağlam bir güvenceyle gelecek nesillere aktarmanın bundan başka yolu ve aracı var mı?

Siyasallaşmış her tür ideoloji veya inancın tarihte ve günümüzdeki vahşeti ortada dururken farklı düşüncedeki birisi azcık sazı eline alıp bu konuları biraz konuşmaya başladığında, çeşitli yaftalarla suçlanıyor ya da dinlenmiyor. Dinine saygı duyan ve ülkesini korumaktan başka amacı olmayan biri, bazen tam böyle yerlerde yaraya parmak basacakken, sanki misafirlikte yaramazlık yapabilecek çocuğun annnesi tedirginliğiyle onun lafı ağzına kapatılıyor! Bu tavır eleştirinin boy vermesini engeller. Toplumu suspus eder. Eleştiri kültürü boy vermeyen yerde de yanlışlardan kale olur!

Sonuç: Buraya kadar geldiyseniz varolun!

Adaletsizliği engellemeye gücümüzün yetmediği zamanlar olabilir fakat adaletsizliğe karşı çıkmaktan aciz olduğumuz bir zaman asla olmamalı. 
E. Wiesel

Bayburt’ta yaşamasam da, gönlüm orada. Orası sık sık ziyaret ettiğim benim sılam. Orada doğdum, orada okudum. Yollarını sevdiğim, nehrinde çimdiğim yer orası. Ablam, teyzem, yeğenlerim, çocukluk arkadaşlarım orada ve en önemlisi anamın babamın mezarı orada. Babam rahmetli, Bayburt aşığıydı. “Sevmek öyle kuru kuru sevmekle olmaz, bunu ispatlamalısın” derdi. Bir şehri sevmek sadece lafla da olmaz, oraya para yatırmakla da. Yanlış gördüğünü ‘Mayın Eşeği’ sayılma pahasına öne çıkıp göstermekle de olur. Farkettirici, aydınlatıcı, sorgulayıcı karşı çıkışla da olur.

Berrak ve basit yazmaya çabaladım. Eğer sonuna kadar okuduysanız; sorgulayan, sorduran sorularla az da olsa kafanızı karıştırdığımı düşünüyorum. Yaygın bilinç, sadece memleketimizde değil heryerde anayasal demokrasi değerlerini şaşırtıcı şekilde anlamak istemiyor. Ve ne yazık ancak onu kaybettiğinde kıymetini anlıyor ama iş işten geçtikten sonra. Oysa özgür insanın var olabilmesinin ilk şartı ve ana malzemesi: Anayasal, demokratik, laik hukuk. 

Propaganda; bilgi ve birikimi yeteri kadar olmayan kararsızları etkilemek için bulunmuştur. Propaganda; fanatik taraftarın sadakatini artırdığı kadar, eşit bölünmüşlüklerde de karasızların fikrini de etkiler. Tarafımızı sadece, serpintiye maruz kalmış adanmışlıkla değil; gözlem, bilgi ve tarihin eleğiyle belirlemeliyiz. Her şey bizim gücümüzden yararlanılarak değiştirilecek. Seçimimiz değerli. Önce lütfen öğrenip, konuşup, eleştirip, yanlışa karşı çıkalım. Çünkü kendimizden şüphelenip, bilgi ile donanıp, seçimlerimizi gözden geçirmediğimiz sürece derman bulamayacağız.

Anayasa yön tabelasıdır. İktidarlar siyasetin destek bulma ve iktisadi alanını temelde; anayasa ve eğitim yaptırımlarıyla düzenlerler. Bunu da çoğunluktan aldıkları yetki ile kendi dünya görüşlerine göre yaparlar. Demokratik bir anayasa yapmaktan kasıt; toplumun her kesiminin kendilerini ifade özgürlüğü içinde, varlıklarını güvende ve adaletin hakça dağıtıldığı bir ülkede hissetmeleridir. Yasaların en tepesinde olan anayasa, siyasetçiler marifetiyle vatandaşına öz ve üveylik yaparsa o anayasanın adaleti olamaz. Olsa da o anayasa ‘Ana Yasa’ olamaz. Bir kesimi koruyup gözeten kurallar konulduğunda er geç bir iktidar değişikliğinde bu kez de yeni gelenlerin hedef ve amaçları ters yönde olur. Hiç bir iktidar gücü sonsuz değildir. Sonuçta olan yine bizim güzel memleketimize ve milletimize ve de onun payına en az düşenlerine olur. Demokratik bir anayasa konusunu böylesi önemsemek lüks değil. İnanın sorunlarımızın çözümünün tek ve ana güzergahı bu.

Bana bu yazıdan sonra kızabilirsiniz de ama en azından bir kısmınıza ‘acaba’ dedirtebildimse memleketime olan sorumluluğumu biraz olsun yerine getirdim demektir. Onun, bunun ya da benim dediklerimizle de değil, birikimlerinizi artırmakla gelecek seçimlerde ya da bu halkoylamasında kararınızı gözden geçireceğinizi umuyorum.

Seçtikleriniz eliyle yerle yeksan edilen o eşsiz coğrafyada, doğal, tarihi ve mimari doku tahrip edilerek size, kimliksiz yapılarıyla, basmakalıp ve hafızasız bir kent kaldı. Bütün bu tür tahribatlar; çok yönlü beslenememiş yönetici bir sınıfın kültür klişelerinden kaynaklanıyor. Papağan gibi tekrarlayacağım: Yazdığım tüm bu nedenlerle Bayburt’tan firar eden aklı ve parayı önemsemeden, kafayı kalkınmışlığa takıp, gelişmişliği ıskaladığınız sürece sorunlar büyüyerek devam edecek bilesiniz.

Benim ümidim karasızlar ve vazgeçme sınırındakilerde. Ve tahmin ediyorum: Yazıyı okuyan nice hemşerim, dindaşım, arkadaşım beni olmadığım yerlere koyarak tanımlayacak. Bayburt Postası’nda; Bayburt’un yapılaşma sorununu, Çoruh’un ‘su kanalı duvarını’ ve köprüleri değerlendirdiğim bir çok yazımda da haksız eleştirilere uğradım. Oysa amacımız tek: Birlik, dirlik ve düzen içinde bir memleket.  Benim vatandaşlık ve hemşerilik hizmetim de bu; bildiğimi söylerim. Bilip te susmak suç ortaklığıdır. Tesellim budur ki “Yaratan Alimdir”, echeli, kibiri, şatafatı ve zalimi değil; ilmi olanı sever.