Bayburt Bayburt

Abone Ol
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Dili’nin bir şâheseri olan ünlü eseri ”Beş Şehir’e“; ”Bu eserin asıl konusunun hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevî çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.” cümleleri ile başlar.

Bu cümleler, doğduğum, annemin, babamın ve atalarımın memleketi olan Bayburt’a duyduğum hisleri açıklar. Bayburt, 7 yaşında ayrıldığım ama hayatım boyunca ” Nerelisin? ” sorusuna verdiğim cevaptır. Bayburt, Türkiye’de başka şehirlerde büyümeme, okula gitmeme ve daha sonra memuriyetim nedeniyle değişik şehirlerde oturmama rağmen kendimi hep oraya ait hissettiğim yerdir. Yurt dışında yıllarca Almanya’da kalmama ve birçok yabancı ülkenin sayısız güzel şehrini görmeme rağmen Bayburt benim hep uzaklardaki sevgili vatanımdı.

Çocukluk ve gençliğimde Bayburt’u bana hep anam hatırlattı. Çünkü anam Bayburt ağzıyla konuşurdu. Onun dilinden duyduğum ’’Garasakal, Coruh, Şingâh, Kalardı, Duduzar, Şoğurtlu Bakkı, galacoş, dargun, pambuk, mavu, körpü, eze, bibi ” ve daha nice isimleri hiç unutmadım. Bana büyülü gelen bu kelimeler, Bayburt’u içimde hep yaşattı.

Bayburt, Dede Korkut’un, Genç Osman’ın, Şair Zihni’nin ve eşimin büyük amcası İstiklâl Savaşı’mızın kahramanlarından Şehit Yüzbaşı Âgâh Bey’in memleketidir. Bayburt anamın genç yaşta kaybettiği ve bir ömür boyu ardından ”Gardaş Fazıl ” diye gözyaşı döktüğü Fazıl Dayı’mın mezarının bulunduğu yerdir. Bayburt, hep sevdiğim ve özlediğim ama bir türlü gidemediğim memleketimdi. Nihayet bu yaz bir fırsat çıktı. Bayburt yollarına düştüm. Bu köklerime yaptığım unutulmaz bir yolculuktu.

BAYBURT’A YOLCULUK

Ailemle 1952 yılında Bayburt’tan Zigana üzerinden Trabzon’a, oradan Karadeniz şehirlerinde kalarak Çorum’a küt burunlu otobüslerle 3 gün süren meşakkatli bir yolculuktan sonra gelmiştik. Bu yaz ise Çorum’dan Bayburt’a modern bir otobüsle, yol arkadaşım, yeğenim İngilizce öğretmeni Murat Sakınmaz’la Amasya, Reşadiye üzerinden 9 saatte geldik.

Bayburt’a Aydıntepe’nin kilometrelerce uzanan mümbit ovalarından girdik. Bayburt, yüksek dağların arasında vadilere kurulmuş bir şehir. Bayburt kalesi bütün ihtişamı ile 1671 metre yüksekliğindeki dağın üzerinde duruyor. Çoruh nehri şehrin ortasından gürül gürül akıp gidiyor. Eski Bayburt resimlerinde gördüğümüz, tepelerden vadiye doğru dizilen düz damlı evler yerine, artık kiremit veya saçla kaplı çatılı evler manzarayı tamamlıyor.

İMAMOĞLU SOKAĞINDAKİ EV

Bayburt’ta kalan son akrabamız teyzemin oğlu İsmet Saatçı’yı ziyaret ediyoruz. Bizi candan karşılıyor. Onunla şehir merkezinde Bayburt’un simgelerinden güzel saat kulesinden doğuya dönerek köprüyü geçiyoruz. İşte burada bizim mahallemiz Karasakal başlıyor. Imamoğlu sokağına büyük heyecanla gidiyoruz. Çünkü benim ve Murat’ın annesinin doğduğu evimiz burada idi. Ev metruk bir halde. Biz otururken iki katlı olan eve sonradan bir kat daha ilâve edilmiş. Şimdi harabe halindeki evin kapısı üzerine tenekeler çakılarak kapatılmış. Tenekeler çoktan paslanmış. Bahçe otlar içinde. Eve büyülenmiş gibi bakıyorum. O an rahmetli anne ve babamın ruhlarının orada benimle birlikte olduğuna inanıyorum. Bu evde onlarla ve kardeşlerimle geçen günleri düşünüyorum. İlk adımlarımı attığım bu sokakta geçmişime dönüyorum. Babamın, 1940′lı yılların yoksulluk, hastalık ve çaresizliğinden ailesine gelecek bulmak için göç kararını nasıl aldığını düşünüyorum. Sevgili annem, kardeşlerinden, akrabalarından nasıl ayrıldı? Onun ayrılıktaki  yürek parçalayıcı feryadı bugün bile kulaklarımdadır.

Annemin gözyaşı ve hıçkırıklarını, daha sonraki yıllarda Çorum’da, Bayburt’tan akrabalarımızdan gelen her mektubun sonunda”Elma dalda, dal yerde. Felek bizi ayırdı her birimiz bir yerde” diye biten maniyi okuyunca yaşıyorduk. Ev sahibimiz ve akraba gibi sevdiğimiz komşularımız Çubukçu’lar da bu sokaktan çoktan ayrılmışlar. Bayburt’ta kaldığım daha sonraki günlerde değerli Osman ve Asri Çubukçu ağabeyleri buldum ve onlarla konuştum. Ağabeyimin akranı olan Prof. Asri Çubukçu: “O zaman yoklukta mutluyduk” dedi.

İmamoğlu sokağından aşağı doğru yürüyünce, hemen Kurtuluş İlkokulu’na geliyoruz. Bu okul benim ilkokula başladığım okuldu. Çocukken evle okul arasındaki mesafe bana bu kadar yakın gelmezdi. Okula girdim ve idarecilerden bana ve kardeşlerime ait kayıtları görmek istediğimi söyledim. Diploma defterinde rahmetli ağabeyimin 1951 yılı ilkokulu bitirme notlarını, resmini ve imzasını bulup seviniyorum. Sayfanın fotoğrafını çekiyorum. Sokaktan tekrar çarşıya dönerken sol tarafta eski taş mağazaların yerine yapılmış binaları görüyoruz. Ermeniler 1918 yılında bu binaların içine Bayburtluları doldurup üzerlerine gaz döküp diri diri yakmışlardı. Katliamın izlerini taşıyan mağazaların bütün dünyaya gösterilmesi gerekirken, yeni binalara bu vahşeti genç nesillere hatırlatan bir yazı dahi konulmamış.

Hızla akıp giden Çoruh’un kenarında bir kahvede oturuyoruz. Kısa hoşbeşten sonra Bayburtlular bizi hemen içlerine alıyorlar. Koyu bir sohbet başlıyor. Burada yabancı olmadığımı, şu karşı mahallenin çocuğu olduğumu sevinerek hissediyorum.

DEDE KORKUT

Bayburt’ta mahalle kültürü çok önemlidir. Çocukluğumda biz Karasakal’lı çocuklar Veysel Mahallesinin çocukları ile birlik olur Şingah mahalleli çocuklarla savaş gibi oyunlar oynardık. Mahalle ruhu günümüz Bayburt’unda mahalle odalarında yaşatılıyor. Mahalle odaları her türlü toplumsal dayanışma, yardımlaşma ve birliktelik için toplantı yerleridir. Mahalle odası geleneğinin köklerini Dede Korkut Hikâyelerinde buluyoruz.

Dede Korkut Hikâyelerinden bir kaç tanesinin Bayburt ve civarında geçtiği bilinirse bu durum daha iyi anlaşılır. Büyük edebiyat tarihçimiz Prof.Fuat Köprülü’ye göre; ”Türk Edebiyatı terazinin bir gözüne, Dede Korkut Kitabı öbür gözüne konsa Dede Korkut yine ağır basacaktır. Bu hikâyeler bütün Türk Edebiyatının en önemli mirasıdır.” Hikâyelerde, 11. asırdan itibaren bu bölgeye gelen Oğuz Türklerinin Gürcüler, Abazalar ve Trabzon Rumları ile yaptıkları dış savaşlar ve yeni vatanda yerleşen Türk boylarının kendi iç çarpışmaları anlatılır.

Hikâyelerde bu güne kadar gelen geleneklerimizi, sosyal yapımızı anlamamızı sağlayacak önemli ipuçları vardır. Bunun yanında hikâyelerde Oğuz Türklerinin eski destanlarının da izleri vardır. Bu kültür köprüsü bizi bir anda Orta Asya’ya, Anadolu’ya ve geleceğimize bağlar. Bayburt’ta geçen ”Bamsı Beyrek ve Banu Çicek” hikâyesinde aşk, dostluk, gurbet, birlik duygularının ne kadar güçlü olduğunu anlıyoruz.

Bayburtlular çok yerinde bir kararla 14 yıldan beri Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleni yapıyorlar. Ben de bu yıl ebrû sanatçısı olarak bu şölene davet edildim. Sergi, güzel bir bina olan Bayburt Kültür Merkezi’nde açıldı. Bu merkezde ayrıca Bayburt’ta kurulacak olan üniversite konusunda panel, organik tarım hakkında sempozyum ve şiir programı düzenlendi. Her akşam Genç Osman Stadyumu’nda çeşitli sanatçıların katıldığı konserler ve havai fişek gösterileri yapıldı. Daha iyi organize edilmesini dilediğimiz bu şölene yurt içinde ve dışındaki çoğu Bayburtlular geldiler. Şölenler Bayburtluların Bayburt hasretini giderdiği gibi, Bayburt’un sorunları konusunda da fikir alış verişi yapmalarını ve birbirlerini tanımalarını sağladı. Ben de Muharrem Bağlar, Celil Kahveci , Adnan Okumuş, Feridun Hacıhasanzade ve nice değerli hemşerimi tanıdım.

BAYBURT‘UN GELECEĞİ

Bayburt Türkiye’nin en küçük vilayetidir. Yüzölçümü 3652 km. kare, şehir nüfusu 46.500, il nüfusu 101.489. Bayburt’un en büyük sorunu işsizlik ve göç. Bayburt’un dışında başarılı olan Bayburtlular Bayburt’ta niçin kalıcı işler yapamıyorlar? Bayburt’un bir cazibe merkezi olamaması, Bayburtluların bir araya gelip küçük işletmeler kuramaması bunda büyük etken.

Şimdi yeni kurulan Bayburt Üniversitesi’nin şehre çok şeyler kazandıracağı ümit ediliyor. Bayburt’un gelişmesi için aslında her şeyi var. Bayburt uzun geçmişi, büyük kültürü ve yetişmiş insanı ile gelecekte ekonomisini kalkındırdığında kimse gurbet ellere gitmeyecektir. Bayburt elbette geçen elli yılda gelişti ve değişti. Unutulmaması gereken Bayburt’u Bayburt yapan özelliklerin yok edilmemesidir. Tanpınar: ”Mazi, daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her ân hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.” diyor. Birçok Anadolu şehrinde olduğu gibi, modernleşiyoruz derken Bayburt’ ta da doğa ve tarihi doku katlediliyor. Şehirdeki eski konakların çoğu yıkılmış, Çoruh kenarındaki yeşil alan ”Kentsel Dönüşüm!” adı altında Toki’nin beton binalarına dönüştürülmüş.

BAYBURT’UN ÇEVRESİNDEN

Bayburt’ta son günlerimizi Bayburt çevresini görerek tamamlıyoruz. Önce babamın akrabalarının yaşadığı Bayburt’un doğusunda 2 kilometre uzaklıktaki Duduzar köyüne gidiyoruz. Köy Bayburt’a yukardan bakıyor. Bayburt’un denizden yüksekliği 1550 metre, Duduzar’ın 200-300 metre daha yüksek olması gerekir. Önce peygamber efendimize sancaktarlık yapmış Sahabeden Hz. Abdülvehhab Gazi’nin türbesini ve Bamsı Böyrek ve arkadaşlarının mezarlarını ziyaret ediyoruz. Türbe ve mezarlar ilgi bekliyor. Bu iki ismin önemi nasıl anlatılır? Kültür Bakanlığımız önce bu topraklar üzerindeki mühürlerimize sahip çıkmalı. Çocukluğumda ailecek bu köye gelişimizi, akrabalarımızla bahçede yemek yememizi ve iki erkeğin ayakta tel helva çektiğini hatırlıyorum. Tipik bir Anadolu köyü olan Duduzar’ın sokaklarında dolaşıyoruz. Rastladığımız çocuklarla konuşup fotoğraf çektiriyoruz. Köyde akrabamız olan Dursun Altun’un Bayburt’ta olduğunu öğreniyoruz. Dönüş yolunda tepeden aşağıdaki Bayburt’u seyrediyoruz. Tepeler hep kır çiçekleri ile dolu. Babam ve annemin Çorum’daki mezarlarına götürmek için çiçek topluyorum.

Buradan Masat Köyün’e Dede Korkut’un mezarını görmeye gidiyoruz. Masat Bayburt’tan 40 km uzaklıkta. Çoruh’un yanındaki yoldan çok güzel vadi ve nehir manzaraları eşliğinde Masat’a ulaşıp, bir Selçuklu kümbeti şeklindeki Dede Korkut’un mezarını ziyaret ediyoruz. Bayburtlular kültürümüzün direği Dede Korkut’a sahip çıkarak kendi milli hassasiyetlerini ve vatanın kültür birliğinden yana olduklarını ortaya koymuşlar.

Bayburt’a dönüşte Dursun Altun’un Çoruh kıyısındaki dükkânına uğruyoruz. Hacı Dursun bizi sanki 40 yıldır tanışıyormuş gibi karşılıyor. Akşam Murat’la Çoruh kenarındaki güzel bir lokantada binlerce yıllık kaleye ve akıp giden Çoruh’a bakarak yemek yiyoruz. Bu dekorda bütün geçmişimin olduğunu hissediyorum.

Son günümüzde bizi Kültür Merkezi’nden kuzenim İsmet Saatçi’nin oğlu Kimya Mühendisi Şinasi Saatçi alıyor. Şinasi iyi yetişmiş, saygılı ve sevgili bir genç. Onun arabası ile Şehit Osman tepesine gidiyoruz. Bu tepede iki Selçuklu kümbeti var. Kümbetlerin Şehit Osman’la kız kardeşinin olduğu ifade ediliyor. Kümbetlerin önüne uzun bir bayrak direği dikilmiş. Kümbet ve direkteki güzel bayrağımız her taraftan görülüyor. Bayrak ve kümbet birlikteliği bu tepeye çok yakışmış.Çok hoşuma giden bu manzara bana Arih Nihat Asya’nın ”Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” isimli muhteşem şiirini hatırlatıyor.Tepenin Bayburt’a bakan kısmına kameriye seklinde oturma grupları konulmuş. Burada İsmet’ de bize katılıyor. Oturup semaver çayımızı içip Bayburt’u seyrediyoruz. Fakat etraf yenilip içilip atılan çöplerle dolu. Üzülüyoruz.

Şehit Osman tepesinden kalkıp kaleye gidiyoruz. Kale muhteşem bir yapı. Tarihte bölgeye sahip olmak isteyenler için zapt edilmesi çok güç olan iç içe ve birbirlerine yaklaşık 100 metre uzaklıktaki iki yüksek sur dizisi halinde uzanıyor. Kalenin üzerinde bulunduğu dağın etrafında akan Çoruh nehri ve sarp yamaçlar doğal engeller olarak buraya saldırmayı düşünenleri caydırmış. Selçuklular zamanında sur duvarlarını dışı çinilerle kaplanmış. Bu nedenle kaleye ” Çinimaçin kalesi” denilmiş. Kaleden Bayburt çok güzel görünüyor. Fotoğraf makinama aldığım bu kareleri aynı zamanda hafızama ve kalbime de alıyor ve sevgili Bayburt’uma en kısa zamanda yeniden buluşmak dileğiyle veda ediyorum…

Temmuz/2008

(*) Bu yazı, 2008 yılı Temmuz ayında Bayburt’a Dede Korkut Kültür Festival’i sırasında yaptığım yolculuktan sonra yazılmıştır.