‘Bayburt 2040’; ‘kiç’ bir kent tasviri…

Abone Ol

Çok açıdan sorunlu, bir kentin geçmişini ve dokusunu hiçe sayan, kentleşmeye dair birçok olgu ve bilgiden uzak, sığ ve cüretkâr bir görüntüyü dolaşıma sokmak, nasıl bir anlayışın ürünü olabilir?

Bayburt’a dair bir derleme hazırlarken rastladım ona. 



Ruh halim birden bire değişiverdi. Canım fena halde sıkıldı. Yazım öylece kaldı ve ilham perilerim, topluca havalanan güvercinler misali uçup gitti. Gerçi geçen yıl Bayburt’a ayak sürmüş, o henüz, büyük ve derin öyküsünün anlatılmadığını düşündüğüm topraklarda uzun sayılacak günler geçirmiş, İstanbul’a döndüğümde sıcağı sıcağına epeyce yazmıştım. Ancak onu daha da geliştirmek,  handiyse çeyrek asırda edindiğim bilgi, belge, tanıklık ve izlenimlerimden yola çıkıp enikonu bir yazı yazmak istiyordum…

Ancak yüz yüze geldiğim ve beni irrite eden o görüntünün
tesirinde kalmış, elim klavyeye gitmediği gibi, Bayburt yazımı, gazete ve daha çok dergicilik deyimiyle röportajımı da toparlayamaz olmuştum.

Sanırım neyden bahsettiğimi tahmin edenler olmuştur.  Evet, burada gördüğünüz ve Bayburt’un 2040’larını hayal veya tahayyül eden ya da nasıl bir kent istendiğini resmeden bu görüntüden, bir ‘kiç’ tasarımdan söz ediyorum.

Hayatın içinde hızla akan çok şey gibi, memleketimize dair birçok şey de, üzerinde tek bir kelime etmeden akıp, yitip gidiyor. Oysa üzerine söz söylenecek, fikir yürütülecek ve dahi tartışmaya açık ne çok husus, ne çok gelişme var. Bir ömür karşılığı bir ömür misali, yaşadığımız bu fani hayat içinde bizi kuşatan saçma sapan onca rutin arasında, bunlara zaman ayırmakta, yetişmekte öyle kolay olmuyor hani.

Ama ben yine de, söz konusu yazımı askıya alıp, ‘Bayburt 2040’ adıyla bir internet gazetesinde yayımlanan bu görüntü üzerine bir şeyler söylemeye karar verdim.

Lakin yine araya girip, bu kez yayınlanmış Bayburt röportajlarımdan alıntılar yaparak, nasıl bir mirasa sahip olduğumuzu, ama bu mirası hiçe sayanların, Bayburt’un kaderini belirleyen yapıların, aslında nasıl bir kent istediklerine, yazımıza bahis konusu o ‘imaj’ üzerinden vurgu yapmak istiyorum. 

“…Bereketli Çoruh vadisine kurulmuş bu kenti, ağırladığı birçok uygarlığın izlerini taşıyan görkemli bir kale korur, bereketi ve güzelliğiyle Çoruh, ona can verirmiş. Ama zaptı zormuş bu ulu suyun. Onun olanağına gıpta eden, coşkunluğuna saygıyla bakan hemen herkesin gözünde bir dehşet, bir Tanrısal değermiş. İçip yundukları; bağa, bahçeye, ekine ve tarlaya hayat veren suya, ona sahip olan her medeniyet, her kavim, her topluluk; içten bir bağlılık ve sadakat göstermiş…”

“…Zaman ortaçağdır. Bereketli Çoruh vadisine kurulmuş bilim ve kültür merkezi Payberd, ihtişam içinde. Işığa kesmiş kalenin dört yanında, burçlarında meşaleler yanıyor. Payberd sakinleri “Çinimaçin” diyorlar bu yapıya. Sahiplerinin dilinde yüksek kale anlamına gelen Berd’in batı ve güney cephesi, firuze çinilerle süslü. Çiniler al, mor, yeşil ve envai çeşit renkle bezenmiş…” 

“…Bir zamanlar Bayburt, Ceneviz ve Venedik kervanlarının konakladığı, ta Çin’den gelip Basra’ya yolu düşen kervanların geçtiği güzergâhtı.”

“…Buraya yerleşen her uygarlığın bağlılığı farklı, kattığı ayrı, duygusu ve ışığı başkaymış. Ama Bayburt’un kuruluşu, dağların, tepelerin arasında kalan bu yerleşmenin ilk sahipleri bilinmez. Ancak Azziler, Urartular, Kimmerler, İskitler, Haldiler, Medler, Persler, Romalılar, Selçuklular ve daha niceleri hüküm sürmüş bu topraklarda. Her biri, ışığı derinlerde çözülmeyi bekleyen izler bırakmış…”

“…Akşamın kıyısında oturuyorum. Ay yüzünü gösteriyor. Karşımda yükselen, yalnızca küçük bir bölümü eğreti aydınlatılmış kale, geçmişin ışığını taşımanın keri feri içinde. Güneyinden gelip, kentin kuzeyine doğru kıvrılıp akan Çoruh’un çevrelediği kaleyi inşa edenler, bu eserleri ile nam salmış Urartular mı, yoksa Doğu Romalılar mı? İkisi de kesin değil. Ama Romalılar, Anadolu’da üç surlu yalnızca iki kale yapmışlar. Birinin Bayburt Kalesi, diğerinin ise İstanbul’da olduğunu yazıyor kitaplar.”

“’Görmek ayrı şeydir’ derler. Yörede yer alan, her biri insan emeğinin, göz nurunun simgesi ve her biri mühendislik ustalığı eski yapılara bakmak yerine görmeye çalışanlar, bunların yalnızca bir işlevi karşılamak için yapılmadığını fark eder. Binlerce yıllık birikimin yansımasını ve derin öyküsünü taşır bu yapılar.”

“…Gece, nefti suskunluğuna bürünmüş, güz rüzgârları, doğunun cümle yıldızını Bayburt’un üstüne sermişti. Onu tam ortadan bölen Çoruh’un, dağların, alın teriyle taşı toprağı işleyen yaşamların, köylerin, gümüş, taş ve dokuma ustalarının, ayrılıkların, masalların ve menşei meçhul kadim kentin öyküsünü ararken yolum, dizlerimin bağını çözen ‘Yeraltı Şehri’ne düşüyor.” 

“…Bayburt Saat Kulesi, ilgisizliğe yenik düşmüş eski evler, cami, türbe, çeşme, köprü, ne varsa tüm yapılar, zamanla renk değiştiren ünlü ‘Bayburt Taşı’yla örülmüş. Bayburt’un, çok değil 40-50 yıl öncesini resmeden fotoğraflara bakan her çift göz, taş ve ahşabın iç içe geçtiği tarihi bir dokuyla yüzleşir. Şimdi o müthiş mimari dokunun yerini, maalesef kötü işçiliğin ürünü beton yapılar almış… Güzeli yaratma ve yarına ulaşma çabası taşıyan birçok eser, maalesef estetik ve gelenekten yoksun bina ve apartmanların, TOKİ evlerinin gölgesinde kalmış.”

Çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarımdan alıntıladığım bu cümleler, nasıl bir tarihsel ve kültürel geçmişe sahip olduğumuzu bir nebze hatırlatmaya çalışıyor. 

Heyhat!
Bu gün gelinen noktayı ise, dikkatle bakmanızı istediğim o ‘basit’ görüntü özetliyor. 

Ne kentin geçmişine, ne kültürel ve mimari dokusuna ne de doğal güzelliğine yakışmayan, iklimine ve atmosferine uymayan o soğuk o metal bloklar, özlenen bir Bayburt olarak, hayret verecek ölçüde beğeni topluyor. Oysa Bayburt’a yapılacak en güzel hizmet, onu, kendi doğal haliyle, tipik bir Anadolu kenti olarak korumaktan geçiyor. 

Asfalt, beton ve AVM’yi gelişme diye pazarlayanlar, bütün kentleri birbirine benzetirken, tarihsel ve kültürel değerleri, doğa ve çevreyi hiçe sayıyor, cam ve metalden ibaret binalar arasında soğuk ve sağlıksız, esnafsız ve dükkânsız, zanaatkârsız ve komşusuz, insanı basan ve boğan, sokak canlılarından yoksun mekanik bir yaşam öngörüyorlar…

Çok açıdan sorunlu, bir kentin geçmişini ve mimari dokusunu hiçe sayan, kentleşmeye dair bir çok olgu ve bilgiden uzak, cüretkâr ve kötü manipülasyon örneği o görüntüyü dolaşıma sokan yapılara, bildik bir öyküyü hatırlatmakta yarar var: 

Bir müteahhit, 20 yıl sonra tekrar Paris’e gider. Geri döndüğünde, ‘Paris’i nasıl buldun’ diye sorarlar. Müteahhit, ’20 yıldır Paris aynı, hiç değişmemiş, hiç gelişmemiş yani.’ der. Kıssadan hisse, anlayana…