Kaf Dağı’nın ötesinde bir kale düştü. Şâir-Ata Bahtiyar, Muallim’i kaybettik. Görüntülü kayıtlar, ses bantları, bir sürü fotoğraf, öksüz kaldı kütüphânemde. İstanbul’a gelmeden bir gün önce Moskova’dan telefon eder, “Yarın sabah filân uçakla, filân yerde olacağım” derdi. İstanbul’da nereye giderse, ben götürürdüm. Necati Sepetçioğlu ile bana ayrı bir teveccühü vardı.
Bakü’de her akşam evine uğrardım. Şeki’deki yaz evinde günlerce beraber kaldık. Kitaplarını imzalar, uzun sohbetler ederdik. Koşma türünde şiir yazmamı, o istemişti. Bir de “Cemal Kâmal’ı Türkiye’de sen kolla” diye görev bağışlamıştı. İstediği yazı ve kitapları bulur ulaştırırdım.
En önemli poemalarından “Rast Mugam’ı” bestelemiştim. Bir konserde Esma Özcan yorumlamıştı. Kaydı kendisine ulaştırmıştım. Çok memnun olmuş, bana Niyazi Tagizâde’nin Rast Senfonisi’nin şef partisini imzalayarak göndermişti..
Bir klâsör dolusu mektubu şimdi boynu bükük duruyor. Son mektuplarından birinde “Hastayım diye mi yazmıyorsun?” diye sitem etmişti. Evimize geldiğinde çok rahat hissederdi kendini. Bakü Kırgını gecesi, telefonda: “Evim elli Rus tankı ile sarılı” demişti. Azerbaycan’ın ve Türk Dünyası’nın başı sağ olsun.
H.Ahmed Schmiede, Bahtiyar Bey’in “Açılan Sabahlara Selâm” ünvanlı kitabındaki üç poemayı Türkiye Lehçemize aktararak yayınlamıştı. Fakat aktarmanın akışında bazı ifade sıkıntıları sezdim. Yavuz Akpınar’a mektup yazarak yardım istedim. Bana hemen Rast, Çargâh ve Segâh Mugam başlıklı şiirlerin kopyalarını ulaştırdı. Kiril alfabesi ile basılmış metinlerin, bizim alfabe ile tam olarak aktarılamayacağını hemen fark ettim. Nitekim Âzerî Edebiyatı Lâtin alfabesine yeniden geçerken, munzam harfler ekledi. Şimdi de aynı sıkıntı mevcuttur. Nigâr Refibeyli’nin şiirlerini aktarırken çok sıkıntı çekmiştim.
Bilhassa Rast Mugam’ın sonunda bir beyit vardı ki, şimdiye kadar Rast Makamını kimse böyle ifâdelendirememişit;
“Ey Bahtiyar, âh ateşi söz rengine girmez,
Hem gamlı hazan ve hem de tan yeridir Rast.”
Beyit beni o kadar etkiledi ki, hemen besteledim. Poemadaki başka mısrâları da tarayarak ve esere “Rast Mugam” adını vererek tamamladım.
Bahtiyar bey’in, Poemasında üç Bayatı vardı. Bu çarpıcı bayatıları da ayrı bir eser olarak bestelemiştim. Kendisi ile ilk karşılaştığımda: “-Muallim, bu Bayatılar sizin mi?” diye sorduğumda: “Heyir, onlar anonimdir” cevabını vermişti. İşte o Bayatı’lar:
“Araz geldi yan ahdı,
Dibinde min can ahdı,
Veten sarı bahanda;
Üregimden gan ahdı.”
“Dağların sînesine,
Gün galhıb sine sine,
Âleme sığmaz başım;
Sığıpdır sînesine.”
“Eziziyem gül oldum,
Yandım âhır kül oldum,
Bir dil bilmez guş idim;
Ohudun bülbül oldum.”
***
Bahtiyar Bey, Özbek Şâir Cemal Kâmal’ın bir gazelini, Âzerî Lehçemize aktarmış ve Türk Edebiyatı dergisinde yayınlamıştı. Biz Karadeniz Ereğli’sinde, Devlet Korosu ile konser gezisinde idik. Şiir beni çok etkilemişti. Aruz çok iyi kullanılmış, heyecan verici bir şiiriyet ve ses zenginliğine ve eskilerin “sehl-i müntenî dedikleri tabiî akıcılığa sahipti. Tam elli yaşındaydım. Mesleğim icabı, kendimizi sazımızla ve seslerle ifadeye alışmıştık. Cemal Kâmal’ın şiiri, kelimelerle yapılmış bir beste idi ve Türkçe’nın bütün sırlarını seslendiren, tabiatın bütün renklerini ihtiva eden bir renk armonisinin çağrışımları ile insanı etkisi altına alıyordu. Aktarmanın Bahtiyar bey zevki ile gerçekleşmesi esere bir dördüncü boyut bahşediyordu.
Kendimi kalem kâğıt ve mısrâlar karalayan bir hâlete kapılmaktan kurtaramadım. Bu Cemal Kâmal’a bir nazire idi, benim ilk şiirimdi, Bahtiyar Vahapzâdeye ithaf edilmişti. Şiir dergide yayınlandı, Özbek lehçemize aktarıldı. Durumu Bahtiyar Bey’e yazdım. Çok memnun kaldığını bildirdi. “Firat Beg senden hahiş edirrem, Camal’ı Türkiye’de kolla ve sahip çık.” Daha sonra ilk kitabımın ismini de Cemal’in şiirinin ismi olan “Bir Dâne, Bir Dâne” adıyla vasıflandırdım. Cemal’i Türkiye’ye davet ettim. Buradaki Özbek Muhiti ile buluşmasını sağladım. Ahat Andican da Cemal’le çok ilgilendi. Bu vesile ile Ahat Bey’e her zaman minnet duygularımı yüreğimde taşıdım.
BİR DÂNE, BİR DÂNE
Bahtiyar Vahapzâde’ye
Özbek ilinden ses verir, Cemal bir dâne bir dâne;
Lezzetlerin en hâlisi, Kâmal bir dâne bir dâne.
Kul Ozan’ın içi dağlı, ezelden ebede bağlı,
Hasretler tutuşur dilde, gönül bir dâne bir dâne.
Cemal sıfat kemâlinden bahtiyâr olduk Bahtiyâr,
Fuzûlî’ce sohbet kılan, Vahap bir dâne bir dâne.
Pırlanta tek bulahdur ki, fışkırıp hem âsumâne,
Kırgız’ca hikâyetlerde, Cengiz bir dâne bir dâne.
Hazar meltemi tek ılık, Nebî’mizin can üregi,
O üreklerden kükreyen, külek bir dâne bir dâne.
Biz de selâm iledürüz, Heyderbaba Dağları’na,
Tebriz Eli’nden Şehriyâr Sultan bir dâne bir dâne.
Aruz dirilip elinde, Bir’ler, İki’ler dilinde,
Tuyuğ coşar kaleminde, Talât bir dâne bir dâne.
Ney dilince nefes alan, rübâîlere kalbolan,
Mustafa Nâfiz muhibbi, Ümit bir dâne bir dâne.
Şâirlerimizin başı, şi’rimizin menzil taşı,
Necip şâir her dem yahşi, Fâzıl bir dâne bir dâne.
Bizler de yürümedeyiz, Yunus gibi yâne yâne,
Toprağımın sadık yâri, Veysel bir dâne bir dâne.
Nesinî’de kayboluram, Nevâî eridür meni,
Karacaoğlan, Köroğlu, Kerem bir dâne bir dâne.
Öz dilime cevher salan, hassas, rakik, dertli, nâlân,
Âşık Baba’lar, Seyyitler, Pîrler bir dâne bir dâne.
Cihanda yine beklenen, şuarâda Hikmet’lenen,
Hey Yesrvî, kaldur başın, Ahmed bir dâne bir dâne
Ozan, bu sonsuz meseldir, çözülecek bir gün sanma,
Levh-i mahfûza kaderi, yazan bir dâne bir dâne.
15 Ocak 1984 / Karadeniz Ereğli’si
***
Şeki’deki konuşmalarımızın birinde: “Siz hürriyet’in ne manaya geldiğini bizim kadar bilemezsiniz. Güneş altında bir mum yaksanız, ışığı nasıl görünür? Siz ışık içindesiniz. Ama biz karanlıktayız. Mum ışığı bize çok şey ifade eder. İşte hürriyet bizim için karanlıkta ışıyan mum alevi gibidir. Her sabah ve gece, televizyonlarınızda millî marşınız çalınır. Bunun ne büyük mazhariyet olduğunu sizler idrak edemiyorsunuz. Tabiî görüyorsunuz.”
“Bayrağınız, Birleşmiş Milletler merkezinde, hür devletlerin bayrakları arasında asılıyor. Nolaydı benim memleketimin bayrağı da orada yer alsaydı.”
Sovyetler dağılıp Azerbaycan Bayrağı Birleşmiş Milletler binasının önüne çekilince kendisini aradım, “Gözün aydın muallim bayrağımız istediğin yerde ucaldı.”
Hüzünlendi ve heyecanlı bir sesle: “Hele görürsen Firat Beg, seninle menim dilegimiz başa çatıb. Yüce Allah bize bu günleri gösterdi.”
***
“Yel gayadan ne aparır?” yazısı hakkında bilgi istediğimde şunları anlatmıştı:
Bize Doğu Almanya’ya gitmek serbestti. Dörtlü yönetim altındaki Berlin’e girip çıkabiliyorduk. Ahmed Schmiede bana Türkiye’de yayınlanan bir yazı gösterdi. Eyüboğlu isimli yazıçi, “Eski edebiyatın okutulmamasını, aruz ve hecenin kaldırılmasını, sadece edebî faaliyetlerin yeni Türk Edebiyatı kurallarına göre uygulanmasını yazırdı. Şeki’ye dönünce o yazıyı yazdım. Sonra bizim tepelere baktım. Ali Şir Nevâî ile İmadettin Nesimî tepeden bana bakıp gülüyorlardı. ‘neden güldüklerini sorduğumda’: “Eyüboğlu’nun hücumuna, senin de bizi müdafaa edişine gülüyoruz” dediler. O zaman idrak ettim ki, Türk Edebiyatının temel zirvelerini, hiçbir kuvvet yerinden kıpırdatamaz. Hemen ‘Atalar Sözü’müzü hatırladım. “Yel gayadan ne aparır” Yazıma başlık yapıp Türkiye’ye gönderdim. Sağolsunlar Eyüboğlu’nun yazısının çıktığı gazete, yazıyı yayınladı.
***
Cerrah Profesör Nurettin Rızayev, Hudu Bey ve Bahtiyar Vahapzade, Azerbaycan’ın en millîyetçi üçlüsü idiler. Hatta Nurettin Bey’in kızı ile Bahtiyar Bey’in oğlu evlenmiştir. Bu düğünde Bahtiyar Muallim’in aklına “zarafat etmek” gelmiş. Misafirlere dönüp: “Hele dostlar görürsüz menim başıma ne gelip? Menim sünnî oğlumla, Nurettin’in şiâ gızı evlenir.” Deyince Nurettin bey, hemen bir Bayatı söylemiş:
“Men âşıh kime neyler,
Şâir hekime neyler?
Sen sünnî ol men şiâ
Görek kim kime neyler?”
Bu hikâyeyi dinleyince sormuştım: “Nurettim muallim, başka şiirlerin de var mı? “Yoh, menimki zarafat elemek” “Peki o zarafatlardan başka var mı? “Var” dedi;
“Bilirsiz havalar ısındı mı, Behtiyar Bakı’da durabilmez. Şeki’ye gaçar. Bütün yaz orada galır. Men de bir Bayatı düzelttim:
“Şâir vardır menim teki?
Dilimdeki, gönlümdeki
Var sa Şeki, yohsa Şeki,
Men Merdekân’a sığmaram.”
GETTÜK
Bakü’de bir bakanı ziyaret ediyorduk. Bakan beyin masasında yedi sekiz telefon sırayla hiç susmadan çalıyor, bakan bey bizimle konuşma imkânı bulamıyordu. Bahtiyar Ata çok çabuk sıkılan bir mizaçta olduğundan, bana yavaşça: “Firat Beg gettük” dedi. Ben hemen ayaklandım. Kapıya yöneldik. Bakan bey, merdiven başında yetişti. “Muaalim hara gedirsiz, daha gonağımıza bir çay içiremedik. Bahtiyar Bey yürümeğe devam ederek: “Bakan bey biz gettük.” Dedi.
İstanbul’da önemli bir zat, arabasını göndererek bizi aldırdı. Fakat giren çıkan sekreterlerden, çalan telefonlardan görüşmeye fırsat bulamıyorduk. Yine kulağıma eğildi “Firat beg gettük” dedi hemen orayı terk ettik.
92 Kışında Bakü’de idim. Karabağ meselesi alevlenmiş, halâ çözümlenemeyen rus ordusu destekli, ermeni işgali başlamıştı. O zaman “Şeki Şikestelerini” kaleme aldım. Bu şikesteleri de Bahtiyar Ata’ya ithef ettim.
Şeki Dağları’nda alça ağacı,
Alçanın gabuğu, kökünden acı,
Olur mu alçadan hicran elâcı ?
Ağlama maralım, izleme bizi,
Avcılar pusuda, gözleme bizi.
Şeki Dağları’nda lâleler biter,
Benöfşe naz eder, terpenir, titrer,
Torpağın altını yırtar, ümitler;
Ağlama maralım, izleme bizi,
Düşmanlar pusuda, gözleme bizi.
Nisgilim artıhdır, darıhır özüm,
Arpacıh ucundan ayrılmaz gözüm,
Şeki’ye hedate iki çift sözüm;
Ağlama maralım, izleme bizi,
Avcılar pusuda gözleme bizi.
24 Ocak 1992 / Büyük Kafkas Dağları / Azerbaycan
Tuyuğ
Cezbe saldın sanatından Bahtiyar,
Katre aldım sohbetinden Bahtiyar,
Tek emeldirben de tütsün meş’alen;
Gözlerim dünyadan uçsun bahtiyar.
9 Ocak 1987