Ayırdılar aparamadılar

Abone Ol
Tataristan Türklerinin milli şairi Abdullah Tukay'ı anma günleri aynı zamanda şiir bayramıydı.

Davetliydim. Gorbaçov'un "Prestrokya" rüzgârları esiyordu. Tataristan Yazarlar Birliği Başkanı Renad Muhammediyev Moskova Havaalanında karşıladı. Kazan'a gidecek uçağın kalkmasına birkaç saat vardı. Bu arada Moskova'yı gezecektik. Biletimin Kazan'a olmasına rağmen, içimden tren yolculuğu arzusu geçiyordu. Bunu Renad'a söylemeyi düşünürken aynı teklifi kendisi yapmıştı.

Moskova'da daha beş-altı saat gezme fırsatı da doğmuştu. Kızıl Meydanı, biraz ötedeki eski KGB merkezinin çevresini dolaştık. Renad bu binada Sultan Galiyev gibi Türklük önderlerinin işkencelerden geçirilip öldürüldüğünü anlatıyordu.

Kızıl Meydan'daki o altın tapınağına da, 16. yüzyılda talihsiz Tatar Prensesi Süyünbike'nin kahramanca direnişinden sonra Kazan Hanlığının düşmesi ile elde edilen ganimetlerle yapıldığını söylüyordu.

Halen Moskova'daki Sovyet Meclisinde Tataristan temsilcisi olan Renad, Prestrokya'dan dolayı Gorbaçov'a dua etmeyi de ihmal etmiyordu. Moskova'nın faal olan tek camisini de ziyaret ettik. Bir Anadolu kasabasındaki mütevazi camilerden birini andırıyordu. Mistik bir havaya biraz hüzün, biraz da gariplik duygusu eşlik ediyordu. Dışarıda abdest almak için sıralanmış su dolu ibrikler dizisi yer alıyordu. Cemaatin çoğunluğu Tatar asıllıydı. Sovyet rejimi göstermelik olarak bu uzak kenar semtteki caminin açık tutulmasına izin vermişti. 

Fakat daha sonra Kazan ve çevresindeki şehirlerde onarıma alınmış eski camiler görecektik. Kimi ahır, kimi depo olarak Sovyet Rejimine hizmet etmiş olan bu camilere, yeni dönemin tanıdığı serbestliklerden yararlanan Tatarlar sahip çıkmaya başlamıştı.

Moskova'daki gezip dolaşmaların ardından Moskova tren istasyonuna vardık. Manzara tasavvur ettiğim gibiydi. Rus yazarların romanlarında canlandırılan tren istasyonu... Yolculuk duygusu her devirde aynıydı, ayrılmaların ve kavuşmaların gözlerde yanıp sönen ışıkları değişmiyordu. Akşam alacası raylar üzerine kompartımanımızda yerimizi almıştık. Trenin ışıkları ile çevrenin ışıkları birbirlerine özleyiş göz kırpmaları gönderiyordu. Hareket ettikten biraz sonra güler yüzlü Natalyalar porselen demlikler ve fincanlarla çay servisi yapmaya başlamıştı. Lüks mevkideydik ve yakın ilgiye muhatap oluyorduk.
Yanımda bir koli dolusu Kuran-ı Kerim, birkaç kilo ciklet ve bazı kitaplar vardı. Kur'an hediye edilmesinin çok makbule geçtiği, cikletinse o bölgelerde nadir bulunan bir şey olduğu bilgisini almıştım. Sonra bu cikletleri hediye ettiğim Renad'ın çocukları, mahallelerini bayram yerine dönüştürmüştü.

Renad'la yoğun sohbetler, içtiğimiz bolca çaylarla 12 saatlik yolculuğun sonuna geliyorduk. Sabahın ilk ışıkları ile trenimiz Volga Irmağı'nın dev çelik köprüsünden geçiyordu. Volga bir liman gibi kendini sergiliyordu. Etrafı gür ormanlıklarla kuşatılmıştı.

Kazan İstasyonuna indiğimizde televizyon, radyo ve gazete muhabirleri bizi karşılıyordu. Orada ayrı ayrı soruları cevaplandırdıktan sonra şehre hareket ettik. Beklediğimin, ümit ettiğimin kat kat fazlası bir ilgi vardı. Otelde biraz dinlendikten sonra Tatar Milli Şairi Abdullah Tukay'ın, Kazan'a 25-30 kilometre uzak köydeki anma törenine doğru yola çıktık.

Vardığımızda tören başlamıştı, konuşmalar yapılıyordu. Bir şair mezarın başında şiir okumaya başladı. Şiirin bir mısrası çok dikkatimi  çekmişti: "Mezarımın üstünde mankurtlar gezer."

Bildiğim kadarı ile "Mankurt" sözü Cengiz Aytmataov'un "Gün Olur Yüzyıl Olur" romanıyla bilinir olmuştu. Daha sonra sora sora inanacaktım ki Aytmatov'un romanları bu coğrafyada derin bir bilinçlenmeye yol açmıştı. Tukay'ın mezarında, yazdığı şiiri okuyan o şair de bir romanın üretmiş olduğu kavramla mesajını verme yolunu seçmişti. Sanat eserlerinin gücü ve etkisi bakımından oldukça anlamlı bir örnekle karşı karşıyaydım. "Artık dünyada ihtilal yapan romanlar yazılmıyor" diyen Brükselli Sonya'yı hatırladım. İhtilal her zaman Fransız ve Bolşevik ihtilalleri gibi olmayabilirdi ama, ayrı bir şekil ve tonda da olabiliyormuş. Bu arada sanat müziğimizin "Sebep sensin gönülde ihtilale" parçası hızlı bir çağrışımla gelip geçmişti içimden.

Kazan'da hemen her gün toplantılara katılıyor, konferansveriyor, televizyon radyo programlarında yer alıyordum. Öyle ki bazen caddede yürürken yaklaşıp “Yahya Efendi” diyenlerle bile karşılaşıyordum. 

Yine en çok Nazım Hikmet çıkıyordu karşıma. Ben de Nazım Hikmet’e muhalif olduğumu her fırsatta dile getiriyordum. Onlar için Türkiye penceresinden bakınca görülen Nazım Hikmet’le hiç ilgisi olmayan bir Nazım vardı. Türkiye’de benim gibi düşüneneleri Nazım’dan uzak tutan şiirleri değil, ideolojisiydi ve O’nun bu ideolojik çatışmalarda bir idol olarak karşımıza çıkarılmasıydı.

Tataristan Yazarlar Birliği Başkanının adaşı yazar Renard Haris bir gün evinde yemeğe davet etmişti. Kazan’ın seçkin yazar ve aydınlarının yer aldığı sofrada sohbet ederken, ev sahibi Renard Haris elimden tutup, kütüphanesinin önüne götürdü. Rafdan bir kitap çıkardı: “Nazım Hikmet-Türkçe Şiirler”
Hemen söze girmişti: “Ben bu kitaba kavuştuğum gün kendimi Türkiye’ye kavuşmuş gibi hissetmiştim. Bu kitap elime geçmeden önce Türkiye rüyalarıma girerdi. Türkiye’de Türkçe nasıl konuşulur diye düşünür, hayal kurar, rüyalar görürdüm. İşte Nazım benim bu hasaretimi gidermişti. Şimdi anlıyor musun Yahya?

Anlamıştım. Hak vermiştim. Neler oluyordu şu dünyada? Bir madalyonun iki yüzü gibi iki Nazım Hikmet’le karşı karşıayydım. Daha sonra aynı durumda diğer Türk devlet ve topluluklarında da karşılaşacaktım.

Yazarlar Birliği Başkanı Renad Muhammediyev bir başka şehre sanayi merkezlerinden Tübankama’ya götürmüştü. Tamamen sanayi üzerine sonradan kurulmuş bu taşra şehrinde de yoğun bir ilgi ve heyecanla karşılanıyordum.

Kültür Merkezinde bir konferans vermiş, soru cevaplardan sonra müdür odasında sohbete dalmıştık. Dışarı çıktığımızda akşamın ilerleyen saatleriydi. Yanıma birileri yaklaşıp, “Şurada seni görmek isteyen bir kadın bekliyor” dediler. Binanın her köşesinde solgun ışıklar altındaki yaşlı kadının yanına vardım. Hemen konuşmaya başlamıştı: “Türkiye’den gelen bir olduğunu söylediler. Ömrüm boyunca bunu beklemiştim. Ben Türkiye’nin hangi tarafa düştüğünü öğrendikten sonra, geceleri kıble gibi o tarafa dönerek uyurum. Eğer Türkiye’den birini göremeden ölürsem gözlerim açık gider diyordum...

Gözyaşlarımı tutamadım. Eline sarıldım. Sonra o bana sarıldı, sırtımı sıvazlıyordu. Uzun bir ayrılıktan sonra kavuşmuş ana oğul gibiydik. O yine fısıldıyordu kulağıma “Babam balam bizi ayırdılar ama aparamadılar...”

Hiçbir zaman unutamadığım bu karşılaşmanın hatırası içimde yaşarken ara sıra düşünmüşümdür. Acaba oralardaki bu Türkiye sevdasına ne kadar layık olabildik?

Kazan Kütüphanesi!’ni gezdiğimiz gün, dünyanın sayılı kütüphanelerinden bir olan bu tarihî mekânda, tarih kitapları kısmında gözleri miyop bir tarihçi, Çar Rusyası dönemindeki, Türkiye karşıtı bazı eserleri gösterip anlatıyordu.

Rusların yaptıkları Türkçe sözlükler, Kur’an çevirileri ve bunları hedefleri doğrultusunda nasıl kullandıklarını söz konusu ediyordu. Ben yine arada bir başka hatıraya dalmıştım. “Plevne Günleri” adlı radyo oyununu yazdığın zamanlardı. Haliyle kaynaklara yönelmiştim. İşte o zaman karşıma şu tablo çıkmıştı.:

Ruslar Plevne üzerine dört yüz eser yazıp yayınlamışlardı. Bizde ise, tarihimizin gurur sahnelerinden saydığımız Plevne üzerine sadece dört eser yayınlamıştı, bunlardan ikisi de çeviriydi. 

Gelirken bir gün daha kaldığım Moskova’dan Türkiye’ye dönerken Sovyetler Birliği’nin dağılmakta olduğunu görmüştüm. Orada bulunduğumuz günlerde bağımsızlığa kavuşma heyecanı ile dalgalanan Tataristan buhedefe ulaşamamıştı. Ama işte herkesin bildiği tarih dönüşümü de gerçekleşmişti. “Diriliş” adlı şiirim de o seyahatin bir ürünüydü.

DİRİLİŞ

İnsanlığın öte yakasında,
Ağıt bile yakamadan,
Acı sustu zaman...
Tarıyor şimdi perişan zülfünü, 
Demir perdeli dramlardan,
Arta kalan bahtımız.

Dediler ki, bir sabah,
Suları kabarıyor Hazar’ın
Yıldızlar göz kırpıyor uzaktan,
Vazgeçiyor karanlıklar,
Türkmen’den Özbek’ten Kazak’tan
 
Adını destenlardan alan dağlar,
Silkniyor, düşleri yasaklanmış uykulardan
Kazan Kitaplığında gözleri miyop,
Asırlar, biribirini sorguluyor, 
Nedendi bunca zulüm, bunca kayıp?
 
Volga boylarında türküler,
Türkü değil bir çığlık..
Bir kır çiçeği gibi koklayamadan,
Uzaktan, hürriyeti gördüler
Her birinin kalbi, Ergenekon...

Balam dedi, yaşı seksen nine: 
Gözleri açık giderdim dünyadan,
Ölseydin görmeden bir mihman,
Yönümü kıble gibi çeirdiğim o diyardan

Gence Çölünde lalelerin her biri,
Ölüp de dirilen bir Leyla’dır
Mecnun yine Mevla’sına sunmuş elini
Bu defa, düğün yeri bu dünyadır.    
         
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...