Ayhan Toraman Hocam’ın anıları ve o günler…

Abone Ol
Prof. Dr. Ayhan Toraman… Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesinde benim “Ekonometri” hocamdı. Ayhan Toraman’ın anıları “Özgürlüğümden Ödün Vermedim” adıyla, Berfin Yayınları tarafından yayımlandı. 250 sayfalık bu kitabı bir gecede okuyup bitirdim. Bu anılara benim de diyecek sözlerim var. Ama önce, konuyla yakından ilgili olduğu için “Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan” adlı gülmece-öykü kitabımdan bir öyküyü size okutmak istiyorum. Gerisini sonra derim.

HİLAF-I HAKİKATTIR SİZİN BEYANLARINIZ

Yıldızımız bir türlü barışmamıştı Ticaret Hukuku Hocası ile. Atışmıştık, tartışmıştık birkaç kez derste. Yoklama yapmasa hiç girmeyeceğim dersine. Yapıyor. Ben de giriyorum, çünkü üçte iki devam mecburiyeti var, bu süreyi tamamlamazsanız, sınavlara giremiyorsunuz. Hoca, bu yönetmelik hükmünü kullanıyor, ben de gençliğimin, asiliğimin hükmünü sürdürüyorum. Giriyorum derse, atıyorum imzamı, oturuyorum pencere kenarına, dışarıyı seyrediyorum, dinlemiyorum Hoca’yı.

Hoca, sinir tepeden tırnağa, argo deyimle “hır’ın biri”. O gün de hır çıkarma arzusu üst düzeyde. Azarlar, alaylar, ağız bozmalar... Bahane arıyor... Huyuna bildiğimizden kimse bu fırsatı ona vermiyor. Dersin ortasına kadar böyle soğuk sinir savaşı devam ediyor. Ortaya gelindiğinde, Hoca, bana seslenerek başlatıyor sıcak savaşı:

-4613!.. Çık dışarı! Yok yazıyorum seni!
-Yok yahu! O nasıl oluyor?! Ben burada değil miyim?
-Cismin burada, kendin yoksun!
-Kendimden sana ne? Sen cismimi istiyorsun, ben de ispat-ı vücud ediyorum, daha ne istiyorsun?
-Sana çık diyorum!
-Ben de çıkmam diyorum!
Sınıfa sesleniyor:
-Bu adam çıkıp gitmezse, ben çıkıp gideceğim, ders yapmayacağım, sonuçlarına katlanacaksınız!

Arkadaşlarım çevreme toplaşıyorlar, rica edip yalvarıyorlar: “Çık ne olursun, büyütme... Biliyorsun bu adamın huyunu... Hasta işte, yitirmiş sağduyusunu, mantığını...”

Çıkıyorum, gidiyorum fakültenin kantinine, öyle sıkmışım ki kendimi, kol ve ayak adalelerim ağırıyor. Çöküyorum bir sandalyeye, titriyorum mücrim gibi baktıkça istikbalime. Nasıl sürdüreceğim bundan böyle, bu Hoca ile ilişkilerimi? Dekanlıkta görevli iki müstahdem yaklaşıyor yanıma “Seni Dekan Bey çağırıyor” diyorlar. Anlıyorum Hoca’nın şikâyet ettiğini, kalkıp gidiyorum.

Dekan’ın o salon kadar odası. Dekan, salona uygun o iri masanın arkasında, iri bir koltuğuna yayılmış. Ters ters bakıyor bana, sağ gözündeki tik, deprem üretecek faylar gibi hareketli. Geçen yılki boykottan dolayı kin besliyor bana. Birkaç arkadaş, sağı-solu bir araya getirip boykota götürmüştük fakülteyi. Dekan, bildirilerimiz, eylemlerimiz, ifşaatlarımız ve baskılarımızla bunalmış, komik durumlara düşmüştü kimi zamanlar, hırpalanmıştı iyicene.

Şikâyetçi Ticaret Hukuk Hocam ayakta, sinirinden oturamamış belli. Sigarasını içmiyor, sanki hırlaşıyor onunla da.

Maliyet Muhasebesi Hocam, Nurcu Celallettin Bey de tesadüfen orada.

Açılışı Dekan Bey yapıyor doğal olarak:

-Efendim!... Sen niye rahat durmuyorsun?
-Benden haksız yere rahatsız olanlar var Hocam, ben rahat duruyorum.
-Bak bak bak!.. Yani Hocan yalan mı söylüyor?
-Evet yalan söylüyor!

Birden ayağa fırlıyor Dekan, bana doğru geliyor, “Ulan, senin baban yalan söylüyor” diyor, “Düzgün konuş be!” diye karşılık veriyorum “Koskoca hukuk profesörüsün, konuşmana bak!”

Dekan yaklaşıyor yaklaşıyor ve birden bana bir tekme savuruyor. Ticaret Hukuk Hocam da fırsattan yararlanıp enseme bir şaplak konduruyor. Afallıyorum önce, hiç beklemediğim bir durum bu. Sonra “Vay anasını, avradını!” diyerek saldırıya geçiyorum. Belime sarılıyor Nurcu Celaleddin Hoca, “İtidalini muhafaza et, aziz kardeşim... Sinkaf etme, yakışmaz sana, hocan onlar...” Onu da çekip sürüklüyorum. Dekan zile basmış olacak ki, görevliler doluşuyor odaya, beni çeke sürüte, yalvara yakara dışarı çıkarıyorlar.

Nârâlar atıyorum kapının önünde, “Çıkın ulan dışarı ırzı kırıklar” diyorum. Polis çağıramıyorlar, iş fena büyüyecek, altından kalmayacaklar. Dışarı da çıkamıyorlar, nerde onlarda o yürek. Telefon edip, yakın arkadaşım olduğunu bildikleri öğrenci derneği başkanını çağırıyorlar. Bu arada sesimi duyan tüm öğrenciler de yığılıyorlar kapının önüne. Herkes tepkili. “Gereğini yapacağız, sen sakin ol kardeşim” deyip beni zar-zor ikna edip uzaklaştırıyorlar oradan.

Ertesi gün, bizim sınıfın sağı-solu, orak eylem kararı alıp, boykot ediyor Ticaret Hukuk dersini. Hoca giriyor sınıfa, masasında yaptıklarını kınayan bir bildiri ile karşılaşıyor.

İş büyüyor, daha da büyüyebilir. Rektör çağırtıyor makamına, önce bensiz bizim sınıfı, sonra da beni.
-Evladım, arkadaşlarınla görüştüm, sen istersen bitirecekler boykotlarını. Zaten sen de istemezsin onların devamsızlıktan bir yıl yitirmelerini...
-Ticaret Hukuk Hocası, yıl yitirmeyecek mi Hocam? Nerden hep bize yükleniyorsunuz?
-Hocanla uğramayı bırak, bak şikâyet etmiş seni Dekanlığa, Dekanlık da bana göndermiş, Üniversite ile ilişkinin kesilmesini istiyorlar.
-Kesin o zaman Hocam, herkes sonucuna katlanır bunun. Ayrıca bu Hoca ile Dekan, ikisi de hukukçu.. Ben hukuksal yollardan hakkımı ararım, bakalım el mi yaman bey mi? Öğrencisini dersten atma, sonra da tekme atma hakkını hangi yasa veriyormuş onlara, görelim!
-Sus bakayım! Dilini koparırım senin! Ne biçim konuşuyorsun benimle? Onlar dedi diye hemen ilişkini mi keseceğim!.. Ben sana yardımcı olmaya, arayı bulmaya çalışıyorum. 
-Hocam sağ olun ama, tepkisiz olmamı istemeyin benden.
-Tepki yok! Tepki yok! Gidip şimdi Dekan Bey’in elini öpüp barışacaksın onunla!
-Yok yahu?! Ben onursuz muyum be?!
-Yahu yavrum neden onursuzluk olsun, el öpmekle dudak kirlenmez ki? Büyüğündür...
-Kirlenir!.. Ben gidiyorum!
Kalkıp tutuyor omuzlarımdan oturtuyor.
-Yahu sakin ol oğlum, celallenme hemen, tamam öpme. Yahu ama çok ağır hakaret etmişsin Dekan Bey’e.
-Hocam... Bana tekme attı diyorum size...
-Yok yok ondan önce, sen çok ağır hakaret etmişsin.
-Hayır Hocam , tekmeye kadar benim ağzımdan kötü söz çıkmadı.
-“Siz yalan söylüyorsunuz” dedin mi?
-Evet... Yalan söylüyordu Hocam, ben de yalan söylüyor dedim.                        
-Bak gördün mü?.. Yavrum, hukukta en büyük hakaretlerden biri budur, karşında iki hukuk hocası var, sen onlara yalancı diyorsun, bu küfürden ağırdır onlara.
-Allah Allah!... E peki ne demem gerekiyordu?
-Sen onlara diyecektin ki “Hilaf-ı hakikattır sizin beyanlarınız”
Güleyim mi, kızayım mı, susayım mı?.. Ne diyeyim, ne edeyim şimdi? “Hilaf-ı hakikattır sizin beyanlarınız”, yani “sözleriniz gerçeğe aykırı”. Yani doğru değil. Doğru değilse, yalan be, yalan işte!... Ama diyemezsin bunu orada yüksek sesle. Bir garip öğrencisin sen. “Bundan sonra öyle derim Hocam” deyip çıkıyorum Rektör Bey’in odasından. 
Bu öykümdeki dekanın adı Prof. Dr. Turan Tufan Yüce’dir, Ticaret Hukuku Hocasının adı da Dr. Celal Cihangiroğlu. Bu iki isim, Ayhan Toraman Hoca’nın kitabında da var. “E olur, aynı fakültede öğretim üyesi değiller mi?” diye soruyorsunuzdur şimdi ama, öyle değil, bu iki isimle ilgili özel anıları var Sayın Toraman’ın…

Özel anılar şu: 1971 Askeri Rejimi gelmiş, Atatürk Üniversitesi’nde de solcu avı başlamış, askeri müdahaleden önce sesleri solukları çıkmayanlar birdenbire solcu düşmanı kesilmişler bir yerlerin dürtüklemesi ve yönlendirmesi ile ve muhbirliğe soyunmuşlar. Ayhan Toraman o zaman ÜNAS adlı öğretim üyelerinin kurduğu sendikanın başkanı. Ve ÜNAS şimdi topun ağzında. İşte bu Prof. Dr. Turan Tufan Yüce ile Dr. Celal Cihangiroğlu, o zamanki akademik unvanı ile Dr. Ayhan Toraman’ı ihbar etmişler, dava açılmış Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi’nde ve ilk duruşma günü. Gerisini hocamın kaleminden sunayım:

“Mübaşir önce beni içeriye aldı. Üç hâkim ve bir savcının oturduğu kürsünün önünde özel bir alana girmemi sağladı, hâkimler izin vermeden oturmamamı tembihleyerek kenara çekildi. Mahkeme reisi durmadan sorulara sorarak, muhbirlerin dilekçelerinde yaptıkları ithamlara karşı savunmamı yeniden sabırla dinliyordu.

(…) Sıra baş muhbire gelmişti. Bu profesyonel bir muhbirdi ve isminin tarihe geçmesi şarttı. Sayın Ceza Hukuku Profesörü aynı zamanda Dekanım Turan Tufan Yüce içeri girdi. Dilekçeyi kaleme alan kişinin kendisi olduğunu itiraf edip beni bozguncu olmakla suçladı. Fakültedeki solcu öğrencilerin hamisi olduğumu, birkaç ay önce Sıkıyönetim Savcılığı tarafından tutuklanarak Diyarbakır’a gönderilen İsmail Beşikçi ile aynı odada oturduğumu, ÜNAS’ın başkanı olarak bu sendikanın propagandasını yaptığımı tekrar edip durdu.

Hâkim tam zamanında sordu: ‘Sanık özerklik haftasında Lenin’in doğum gününe rastlayan bugünde ben de ülkemizde devrimci hareketi başlatıyorum dedi mi?’ Alınan yanıt: ‘Ben toplantıda yoktum’ oldu. Ağır Ceza Reisi öyle bir azarladı ki yerine dibine batması gerekir diye düşündüm.

Sıra bana geldi. Mahkeme Başkanı, Hoca’nın iddialarına karşı diyeceğim olup olmadığını sordu. Çantamdan çıkardığım bir yığın gazete kupürünü göstererek ‘Sayın yargıcım! Hoca fakültede yasal olmayan birçok iş yaptı. Kendisi ile mesleki konularda tartışan asistan arkadaşların görevine hiçbir gerekçe göstermeden son verdi. ÜNAS başkanı olarak defalarca bu eylemlerine karşı çıkmak zorunda kaldık. Her defasında değişik yöntemlerle bizi karalamaya çalıştı. Sayın Yüce aslında eski tüfek diye biline komünist örgüt mensubudur, elimde kendisinin Tan Matbaası’nda basılmış komünizmi savunun makaleleri vardır’ diyerek elimdeki kupürleri mübaşire uzattım.

Başkan, ‘Koyun onları çantanıza, konumuz o değil!’ dedi. İfadesini reddediyorum, yalan söyleyip iftira ediyor, diye üsteledim. Hoca sessizce kenara geçip oturdu. O meşhur yazıların benim elime geçeceğini hiç tahmin etmemişti. Eminim kenara çekilirken o yazıları okulda dağıtırsam ne yapacağını düşünmeye başlamıştı.

(…) Yedinci muhbir, Dekan Yüce’nin asistanı, hukukçu Doçent Dr. Celal Cihangiroğlu idi. Her akşam üniversite lokalinde birlikte olduğumuz Cihangiroğlu, bu görevi nasıl üstlendi bilmiyorum. İfade verirken çok zorlandı. Celal, toplantıyı takip eden tek muhbirdi ve çok zor durumda kaldığı her halinden belli idi. Bugüne kadar muhbir olduğunu bizden saklamayı başarmıştı. Zaman zaman arkadaşlarla, ailelerimizle bir araya geldiğimizde Celal de bizlerle olurdu. Kendi sülalesi, halası ve bazı akrabaları halen Rusya’da oturmaktaydı. Celal’i ziyarete geldiklerinde birlikte olduğumuz olurdu. Hâkimin sorularına kısa net cevaplar verip ifadesini bitirdi.

Mahkeme Başkanı, ‘Lenin’in doğum gününe rastlayan bugünde ben de ülkemde devrimci hareketi başlatıyorum’ deyip demediğimi ısrarla soruyor, yanıt bekliyordu. Celal tekrar edilen bu sözü söyleyip söylemediğimi hatırlamıyordu. Toplantıyı izleyen tek muhbir, en can alıcı iddiayı duymamıştı. Sıkıyönetime gönderilen dilekçede yazılanları tam söyleyip söylemediğimi hatırlayamıyordu.

Mahkeme Reisi bu ifadeye karşı diyeceğim olup olmadığını sordu. Söz alıp muhbirin ifadesini kabul etmediğimi, onunla aramızda kan davası olduğu için beni itham ettiğini söyledim. İfade verip kenarda oturan muhbirlerle hepimizi çok iyi tanıyan yargıçlar ve savcı şaşırıp kaldılar. Celal, şaşkınlıktan ne diyeceğini unuttu. Hâkim, bu ne demek diye sordu. Ben de, efendim karşı binadaki nüfus idaresinden kayıtları bulabilirsiniz. Benim dedem Aziziye Tabyası’nda şehit düşmüştür. Celal’in dedesi de Rus’tur ve Erzurum’u işgale gelen orduda görevliydi. Şimdi bu şahsın torunu karşıma çıkmış benim komünist olabileceğimden dem vuruyor. Bunu hangi akıl kabul eder, dedim.”


Evet işte böyle Ayhan Toraman Hocam ile aynı hedeflere ateş etmişiz, aynı kişilerle boğuşmuşuz. Gelgelelim aynı cephede değildik. Ben ülkücü idim ve Ayhan Toraman’a da karşıydım. Bu “karşılık” sonunda bir itişmeye de yol açmıştı ve ben az daha fakülteden atılıyordum.

Ayhan Hoca, o “itişme”ye yol açan olayları da anlatıyor kitabında, tabii ki kendi görüş ve değerlendirmeleriyle. ÜNAS özerklik haftası adı altında bir toplantı düzenlemiş İşletme Fakültesi’nin anfisinde. Biz de karar verdik, gideceğiz ve düşüncelerimizi açıklayıp tartışacağız onlarla. Vardık. Gidip kürsünün yanında duran ve suratından hiç hoşlanmadığım Naci Gürşin adlı asistana dileğimiz ilettim. Kovar gibi sözler etti, biz de ona ettik, ortalık karıştı. Tam o sırada ÜNAS mensubu başka öğretim üyeleri araya girerek bize “Niye olay çıkarıyorsunuz, bu toplantıya davet edilmeden geldiniz, buranın kurallarına uyacaksınız” dediler, biz de “Hocam, burası herkese açık, biz de bu üniversitenin öğrencileriyiz, bizim de hocalarımız var burada, bizim konuşmamızdan neden ürküyorsunuz?” diye karşılık verdik. Ve şöylece anlaştık. Onlar konuşacaklar, bitirecekler, sonra da biz konuşacağız. Tamam dedik ve sonuna dek biz onları dinledik. Tam bize sıra geldi, hepsi ayağa kalktı, salonu terk etmeye başladılar, biz de çıldırdık “Oturun ulan yerinize!” deyip oturttuk. Sonraki yıllarda Profesörlüğe kadar yükselen ve Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı da yapan Sadık Kemal Tural’ı kürsüye çıkardık. Sadık şöyle dedi: “Ülkü Ocakları bu üniversitede her bakımdan rüştünü ispat etmiş bir kuruluştur. Burada bir bilimsel, yönetsel toplantı olacaksa, o ocak da olacak ve sözünü diyecektir. Bunu kafanıza sokun. Fikir özgürlüğünü kimseye bırakmıyorsunuz ama kendinizden başka kimseye tahammülünüz yok!”

Bir iki kişi daha konuştu, onları hatırlayamıyorum şimdi. Tam o sırada Ayhan Toraman içeri girdi, sanki tutsakları kurtarmaya gelmiş gibi arkadaşlarına “Hadi çıkın ne oturuyorsunuz?” diye bağırdı ve kendisi önde olmak üzere dışarı çıkma girişiminde bulundular. Çıkış kapısının önünde ben duruyorum, geldi Ayhan Hoca, bana “Çekil bakayım” dedi. “Konuşmalar bitsin ondan sonra çıkarsın, git yerine otur” karşılığı geldi benden. İtti beni, ben de onu itekledim, neredeyse 3-4 metre arkaya savruldu. Tam o sırada birisi koluma yapışıp beni salonun başka bir yerine çekti. Baktım Bayburtlu hemşerim ve sınıf arkadaşım Halit Yıldız (Deli Halit), “Yavu Ayhan hemşerimiz (Ayhan Hoca’nın annesi Bayburtlu), benim samimiyetimi de bilirsen, ben sene kaç sefer dedim, ona bişe deme!” Rahmetli Halit’le birkaç dakika küfürleştik, o arada kapının oradan yine gürültüler geliyordu. Şimdi kitaptan öğreniyorum ki, Ayhan Hoca’yı epeyce hırpalamışlar…

Ve gün oldu benim bu iteklemem önüme başka türlü konuldu. Dört yıllık fakülte dönemi bitmiş, ben çalışmaya başladığım için yığdığım derslerimi verip mezun olamıyorum. Üniversiteler Kanunu değişmiş, benim durumumda olan öğrencilere bir gün bir tebligat yapıldı. Bu dönem ya bitirirsiniz ya da atılırsınız. Bitirmem gerek ama tam 12 tane dersim kalmış. Birisi de Ayhan Toraman’ın “ekonometri” dersi. Girdim sınavlara kimisini hak ederek, kimisinde durumumu göz önüne alan hocaların iyi niyetiyle (sözgelimi Metin Turko, istese bırakabileceği yazılı kâğıdına geçer not verdi) 11 dersi verdim. Yalnızca ekonometriden kaldım. Oysa yazmıştım, yapmıştım. Belli ki bir kasıt vardı. Oturdum uzun bir dilekçe yazdım dekanlığa, o toplantıdan ve o itişmeden söz ettim, Ayhan Toraman’ı suçladım ve sınav kâğıdının yeniden okunmasını istedim. Dekan Prof. Dr. Orhan Türkdoğan dilekçemi okumuş, tutuşmuş, Doğu’nun başbuğu ve üniversite kütüphanesinin memuru Yılma Durak’ı aramış telefonla “Yahu ne yapıyor bu çocuk, söyle edepli bir dilekçe yazsın getirsin, bu dilekçeyi de geri alsın, tamam gereğini yapacağım…” Yılma Durak’la epeyce bağrıştım, Orhan Türkdoğan’a güvenmediğimi söyledim. Ama sonunda başka arkadaşların da araya girmesiyle gidip dilekçeyi geri aldım ve “normal bir dilekçe” verdim. Türkdoğan bölüm başkanı Prof. Dr. Talat Güllap’a havale etmiş, çağırdı Talat Bey beni, severdi beni. Dedi ki “Delikanlı, bu kâğıda kıskanılarak not verilmiş, geçmesi gerekir… Ben itirazını kabul edecektim fakat Dekan diyor ki onu geçirirsek fakültede kötü çığır açmış oluruz. Bir sınav hakkı daha verelim, gidip yeniden girsin…”

Yeniden girmek… Ya bu sefer gerçekten geçemeyecek bir kâğıt verirsem ne olacak? Bu kaygımı ilettim Talat Bey’e. Bir düşündü “Git gir, Ayhan öyle bir şey yaparsa, sana söz, ben bu kâğıdı işleme koyacağım. Ama saygılı ol Ayhan’a, sakın bir delilik etme!”

Ayhan’a niye delilik edeyim, benim hedefim, ülkücülüğü, MHP’liliği kimseye bırakmayıp sonra da idarecilik adına ayak oyunları döktürerek beni ortada bırakmaya çalışan Orhan Türkdoğan’dır. Kalırsam, onun çekeceği var elimden.

Uzattığımın farkındayım ama o yılları anlatmanın bugünün Türkiye’sine de yararları var. 

Ayhan Toraman’ın odasında olacakmış sınav, tek kalan benmişim… Vardım odasına, Dr. Demir Aslan’la oturuyorlar. Başladı bana söz saymaya Ayhan Hoca “Bir dersten kalınınca, varsa bir derdin, önce o dersin hocasına gelirsin… Sen kırk yeri karıştırdın, ne geçecek eline?”

Susuyorum, o konuşmaya devam ediyor. Sonunda Demir Bey, gülerek dedi ki “Kalk git buradan yahu ben yaparım sınavı…” Ayhan Hoca ters ters baktı ona. Bana soru kâğıdını uzattı “Al aynı soruları soruyorum, otur yaz…” Hiç beklemediğim bir durum. Kalkıp gittiler ikisi de, kaldım odada yalnız. Her yan kitap dolu. İstesem kopya da çekerdim. Yapmadım. Aynı cevapları yazdım ve bekledim. Geldiler. Ayhan Hoca, baktı kâğıda, “Aynı soruları sordum, aynı cevapları vermişsin, kalmıştın, yine kalıyorsun!”
Ne durumda olduğumu tahmin edin. Hoca bakıyor yüzüme, soruyor;
“Ne diyorsun şimdi?”
“Bir şey demiyorum, nasıl bilirseniz öyle edin…”
Başını sallıyor bana ve “Benden bulma hadi, git bir tane protokol kâğıdı getir, doldurayım al götür de düş yakamdan…”
Yani geçiyorum…

Evet yarım yüzyılı aşan bir olay… Yıllar beni değiştirdi. O yıllarda zaten arayış ve sorgulama içindeydim. “Yahu şu devrimcilerle yüzde seksen aynı şeyleri düşünüyoruz, şu nurcu ve selametçilerle ise yüzden seksen ayrı düşünüyoruz… Ama biz devrimcilerle kavga ediyoruz, ötekilerle cephe birliği yapıp… Bu işte bir terslik yok mu?” diyordum. Bunları dediklerimi doğrulayacak birçok arkadaşım hâlâ hayatta. Ancak o yıllarda, o gürültü ve patırtıda benim dediklerim nazara alınmadı. Neden alınmadı? Çünkü sol’un büyük bir kısmının da, bizim de ipimiz başkalarının elinde idi. Ayhan Hocam, Berfin Yayınları arasından çıkan “Tanış Ünlüler Anılar ve Giz Dökümleri” adlı kitabımı lütfedip okursa, ülkücüler açısından ne demek istediğimi anlar. Ama kışkırtıcı ajanlar her iki tarafta da vardı. Hocam hatırlar, Müslüm Seval adlı öğrencinin kendisini yakmasının (daha doğrusu yaktırılmasının) ardından Ziraat Fakültesi Dekanı ile Rektörün koltuklarının yakılması olaylarını (kitabında yazmamış onları). O olayları başından sonuna dek izledim ben. Müdahale etmememiz için bize ocaktan talimat verilmişti. Öğrencilerin başında Erzurum Lisesi’nden sınıf arkadaşım Necati adlı bir subay çocuğu vardı. Ben o güne dek Necati’nin solcu olduğunu ve öylesine lider konumunda olduğunu dahi bilmezdim. Ve Ziraat Fakültesi önünde bir bidonla öğrencilere benzin veren İ.B adlı bayan öğretim üyesi. Bu iki kişi hakkında herhangi bir yasal işlem yapılmadı ve ülkücüler de her solcuyu dayaktan geçirirken bunları özenle kapsam dışı tuttular. Neden? Kimdi bunlar Hocam? Hani Erzurumlu demiş ya “Çok türkü bilirem de sesim getirmir!”

Ben kendimle de, çevremle de yüzleştim, hesaplaştım, ortaya “Kemalist Türkçü” (bu adda bir de kitabım var) bir adam çıktı. Ve dinsel inançlarımla hesaplaştım, ortaya “İslam’dan Deizme” adlı dört baskı yapan bir kitap çıktı.

Bu hesaplaşmaları herkes yapmalı, 50 yıl sonra bile tek yanlı değerlendirme yapmak hiçbirimize yakışmaz. Aha geldik gidiyoruz Hocam…

Evet Hocam, bana hakkınızı helal ediniz, bir hakkım varsa helal ettim.