“Bütün maddelerin yapısına temel olan bir yapı olduğu (diğer bir deyişle sonsuza kadar bölünemeyeceği) inancı, M.Ö. 420’de ilk kez Yunan filozofu Democritus tarafından dile getirilmiştir. Bileşikler, elementler olarak bilinen basit maddelerin bileşiminden oluşan maddeleri, her zaman kitlesel olarak aynı oranda içeriyorlardı, elementlerin bileşimi sabitti. 1803 yılında İngiliz öğretmen John Dalton bu ilişkiyi açıklamak için Democritus’un atom kavramını kullandı ve elementlerin bu son derece küçük, yok edilemez, bölünemez parçacıklardan oluştuğunu söyledi.
1897 yılında İngiliz fizikçisi Sir J.J.Thomson, Cambridge Cavendish Laboratuvarında çalışırken, tüm atomların, elektron denilen eksi yüklü parçacıklar içerdiğinin ipuçlarını elde etti. Atomların elektriksel olarak nötr oldukları bilindiği için Thomson, elektronların eksi yüklerini dengelemek için atomun içinde artı yüklü parçacıklar bulunmalı diye düşündü.
Cavendish Laboratuvarında Thomson’un ardılı Yeni Zellandalı fizikçi Lord Ernest Rutherford, Thomson’un modelinden işe başladı. Thomson’un hipotezinin öncüllerine dayanan tümdengelim düşünce biçimin kullanıp, henüz gözlenmemiş olaylar hakkında öngörüde bulundu. Eğer atomlar artı yüklü, içinde elektronların saçıldığı bir hamurdan oluşuyorsa, bu atomlar, ince bir altın yaprağa doğrudan yöneltilen atomaltı parçacıkların geçişine çok az direnç gösterecekleri şeklinde akıl yürüttü. Bu yeni modelde, artı yüklü çekirdek eklenmiş, atomun küresel biçimi ve aynı zamanda eksi yüklü parçacıkların varlığı korunmuştu. Modelini, güneş sistemini anımsatır biçimde eksi yüklü elektronlar ile artı yüklü çekirdek çevresinde dolanır biçimde betimlemeye karar verdi bu bilgin. Böylece Rutherford’un ‘atomun güneş sistemi modeli’ doğmuş oldu.
Rutherford’un modelinin ve ardılların akıllıca çevrimi, bizi, günümüzdeki ‘kuantum mekaniği modeli’ne ulaştırdı.
Kuantum mekaniği modeli, en son model mı olacaktır? Bilimsel yöntemin doğası gereği buna asla evet diyemiyoruz.”
Yukarıdaki satırları, Charles M.Wyn ve Artur W.Wıggins tarafından yazılan “Yanlış Yönde Kuantum Sıçramalar” adlı kitaptan aktardım (Tübitak Yayınları).
“Atomik Maddelerin Evrimini”ni bu kitaptan okurken, bir olgu, bir acı gerçek beynimi oyup durdu. Batı bilimsel çalışmalara böylesine istek ve ısrarla devam ederken, Türk ve İslam Dünyası, yukarıya aldığım atom konusunda yapılan çalışmalar zincirinin herhangi bir yerinde yoktu, bunlardan haberi bile yoktu. Neden yoktu? Çünkü onların gündeminde bilim yoktu, kendi âlemlerindeydiler onlar; kendilerini yineliyorlar, asla yenilemiyorlardı; kendilerini pek beğeniyor ama kendileriyle yüzleşip hesaplaşamıyorlardı; tıpkı bugünkü gibi. Buna “inanç inadı” deniyor bu kitapta. Bu inat, şunları der açıkça: “İslam her şeyi ve hayatın her alanını kapsar. Elbette her konu din'le ilişkilendirilecek, din dışında hiçbir şey yoktur, olamaz da…"1
Atatürk, laikliği bu kafalar yüzünden getirmişti, din ve dünya işlerini ayıracaktık. Bundan dolayı, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” demişti… O büyük aydınlanmacı öldü, laiklik de hırpalanır, geri itilir oldu. Sonuç: Bilimde nal toplayan, özgür düşünemeyen, durmadan gericiliğin altını besleyen bir Türkiye…
1897 yılında İngiliz fizikçisi Sir J.J.Thomson, Cambridge Cavendish Laboratuvarında çalışırken, tüm atomların, elektron denilen eksi yüklü parçacıklar içerdiğinin ipuçlarını elde etti. Atomların elektriksel olarak nötr oldukları bilindiği için Thomson, elektronların eksi yüklerini dengelemek için atomun içinde artı yüklü parçacıklar bulunmalı diye düşündü.
Cavendish Laboratuvarında Thomson’un ardılı Yeni Zellandalı fizikçi Lord Ernest Rutherford, Thomson’un modelinden işe başladı. Thomson’un hipotezinin öncüllerine dayanan tümdengelim düşünce biçimin kullanıp, henüz gözlenmemiş olaylar hakkında öngörüde bulundu. Eğer atomlar artı yüklü, içinde elektronların saçıldığı bir hamurdan oluşuyorsa, bu atomlar, ince bir altın yaprağa doğrudan yöneltilen atomaltı parçacıkların geçişine çok az direnç gösterecekleri şeklinde akıl yürüttü. Bu yeni modelde, artı yüklü çekirdek eklenmiş, atomun küresel biçimi ve aynı zamanda eksi yüklü parçacıkların varlığı korunmuştu. Modelini, güneş sistemini anımsatır biçimde eksi yüklü elektronlar ile artı yüklü çekirdek çevresinde dolanır biçimde betimlemeye karar verdi bu bilgin. Böylece Rutherford’un ‘atomun güneş sistemi modeli’ doğmuş oldu.
Rutherford’un modelinin ve ardılların akıllıca çevrimi, bizi, günümüzdeki ‘kuantum mekaniği modeli’ne ulaştırdı.
Kuantum mekaniği modeli, en son model mı olacaktır? Bilimsel yöntemin doğası gereği buna asla evet diyemiyoruz.”
Yukarıdaki satırları, Charles M.Wyn ve Artur W.Wıggins tarafından yazılan “Yanlış Yönde Kuantum Sıçramalar” adlı kitaptan aktardım (Tübitak Yayınları).
“Atomik Maddelerin Evrimini”ni bu kitaptan okurken, bir olgu, bir acı gerçek beynimi oyup durdu. Batı bilimsel çalışmalara böylesine istek ve ısrarla devam ederken, Türk ve İslam Dünyası, yukarıya aldığım atom konusunda yapılan çalışmalar zincirinin herhangi bir yerinde yoktu, bunlardan haberi bile yoktu. Neden yoktu? Çünkü onların gündeminde bilim yoktu, kendi âlemlerindeydiler onlar; kendilerini yineliyorlar, asla yenilemiyorlardı; kendilerini pek beğeniyor ama kendileriyle yüzleşip hesaplaşamıyorlardı; tıpkı bugünkü gibi. Buna “inanç inadı” deniyor bu kitapta. Bu inat, şunları der açıkça: “İslam her şeyi ve hayatın her alanını kapsar. Elbette her konu din'le ilişkilendirilecek, din dışında hiçbir şey yoktur, olamaz da…"1
Atatürk, laikliği bu kafalar yüzünden getirmişti, din ve dünya işlerini ayıracaktık. Bundan dolayı, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” demişti… O büyük aydınlanmacı öldü, laiklik de hırpalanır, geri itilir oldu. Sonuç: Bilimde nal toplayan, özgür düşünemeyen, durmadan gericiliğin altını besleyen bir Türkiye…
1) Yeni Şafak Gazetesi yazarı Yusuf Kaplan, Habertürk Tv’de katıldığı bir açık oturum programında, Onur Öymen’in “Her konunun döndürülüp dolaştırılıp dine getirilmesinden” rahatsız olduğunu ifade etmesi üzerine, söyledi bunları…