Asya çağında kültür ve sanat, Mehmet Ulusoy

Abone Ol

1990’dan sonra ivme kazanan, hızlanan, kendini rakipsiz ve tek seçenek gören ve sunan bir küreselci karşı devrim sürecini yaşadığımızı devrimciler bilirler, acıyla yaşarlar.

Devrimciler, küreselci karşı devrimin en önemli yansıması ve kozu olan postmodernizmin “Sanatın, sanatçının ve öznenin sonu” savında olduğunu da bilirler.

Oysaki “Gerçek estetik ve sanatsal yaratıcılık her zaman devrimcidir” diyor Mehmet Ulusoy. Nerede diyor? Berfin Yayınları arasından çıkan “Asya Çağında Kültür ve Sanat/Anlamsızlığın, Sığlığın ve Bayağılığın Meydan Okumasına Karşı” adlı yeni kitabında.

Ulusoy, Türkiye, dünya ve Asya ölçeğinde değerlendiriyor bu konuları ve şu belirlemeleri yapıyor öncelikle: 

“Atatürk de, Marks da, Lenin ve Mao da devrimci siyaseti bir sanatsal incelik ve zarafetle, estetik bir zevk olarak kavramışlar ve devrimi bir sanat olarak benimseyip uygulamışlardır.”

“Sonuç olarak nereden bakılırsa bakılsın, kültür ve sanatta büyük bir devrimci atılımın gerçekleştirilmesi gerektiği ortada…”

Ortada ama Türkiye’nin durumu da ortada. Ulusoy onu da görüyor doğal ki: “Üç ayrı kültürün televizyonlarıyla, basın-yayın organlarıyla kendi kapalı dünyalarının av alanlarının yaratıldığı kültürel olarak bölünmüş bir Türkiye yaratıldı.”

“Çürümenin, ahlaksızlığın, vatansızlığın, ihanetin, bayağılığın ve cehaletin meşru gösterildiği bir ‘estetiğin’ teorisi yapılmıştır bu çevrelerce. Akıl yerine akıldışını, bilim yerine hurafeyi yücelten, evrensel doğru kavramını ve bilimselliği reddeden, göreceliği mutlaklaştırarak tekil bireyin öznel yargısını öne çıkaran Batı merkezli postmodern kültür ve ideolojiye göre nesnel geçeklik ve ortak doğrular ortadan kalkmaktadır. Bu durumda eleştiri ve tartışma kültürünün anlamı kalmamaktadır.”

Yani iş çetin…

Bu çetin işin başı ise aslında yanlış ve haksız olarak, teey Mehmet Âkif-Tevfik Fikret kavgasına kadar gidiyor/götürülüyor. 1946’dan sonra ise büyük oyun başlıyor, Amerikancı bir karşı-devrim ağlarını örmeye başlıyor, “Doğucu-İslamcı/Batıcı-laik” kamplaşması kışkırtılıp keskinleştiriliyor. Bu kamplaşmada pek çok aydın yolunu ve yönünü şaşırıyor. Kim gibi? Cemil Meriç gibi sözgelimi.

Ama arada bir 68 rüzgârı var, devrimci-ulusalcı bir rüzgâr, onu da boğuyorlar askeri rejimle, saptırmaya, yozlaştırmaya uğraşıyorlar. Mehmet Ulusoy “12 Eylül küreselci karşı devrimi; Kemalizm’e ve 68’e karşı gerçekleşti” diyor. 

AKP hareketi bilindiği gibi 12 Eylül ve 28 Şubat ürünü bir hareket. Kültürel olaraksa köksüz, şaşkın bir hareket. İslamcı gelenekten geliyor, oralı değil tam artık; azıcık liberal, çokça tutucu ve sözüm ona batılı değerlere açık. Bu çelişkiler elbette bir kültür krizi yaratıyor AKP tabanında ve tavanında. “Ümmetçi-tarikatçı bir milli kültür” savı, çürük bir sav, bir temcit pilavı aslında. Mehmet Ulusoy tam işte burada, Yusuf Kaplan’ın o sözünü anımsatıyor: “Osmanlı ruhu olmadan asla!” Osmanlı ruhu ne ki? Bugün için hiçbir şey aslında, tuz ruhu kadar önemi yok.

Oysa Mehmet Ulusoy, ulusal kültürün kurucu ve yapısal ögelerinin Türk ruhu ve Türk Milleti olduğunu söylüyor ve Halkevlerini örnek veriyor. Sonra da şu önemli soruları soruyor:
-Ulusal kültür mü, mafya-tarikat kültürü mü?
-Ulusal kültür mü, postmodern emperyalist kültür mü?

Başka çözümlemeler de var bu kitapta, Ulusoy, Ahilik ve Ahi Evren konusunu da işliyor ve solun bir bölümünün ezberlerine dayalı bir değerlendirmeye değiniyor. Ahilik, kapitalist üretim biçiminin bir versiyonu değildir. Anadolu’ya özgüdür, özgündür, sömürü değil emek vardır temelinde, ahlak vardır. Sosyalizme bu dizgenin aykırı hiçbir yanı yoktur.

Nazım Hikmet’i bugün nasıl anlamalıyız, sorusunu da soruyor Mehmet Ulusoy ve bu arada Nazım’ın Süleymaniye camisine olan hayranlığını aktarıyor. Nazım “Bence Süleymaniye o kadar da cami değildir” diyor ve şöyle devam ediyor: “Süleymaniye benim için, Türk halk dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir.  Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi feraha çıkmış hissederim…” 

Eh bunun üstüne daha ne denir ki? Ben de burada sözüme yekûn vurup, bu kitabı okuyun mutlaka, ufkunuz açılacak, doğru yönü bulacaksınız, diyorum son olarak.