Bossuet anarşi ile otoriteyi şöyle karşılaştırır: “Herkesin istediğini yaptığı yerde hiç kimse istediğini yapamaz; efendinin olmadığı yerde herkes efendidir; herkesin efendi olduğu yerde herkes köle.” İşte anarşi budur. “Saule, meşru iktidarın kumandasında tek insan gibi yola çıktı. Kırk bin kişiydiler ama tek vücut gibiydiler. İşte her ferdi kendi iradesinden vazgeçirip, onu hükümdarına devreden, hükümdarında birleştiren bir kavim böyle yekparedir.” İşte otorite bu... (Bkz. Kırk Ambar. Cemil Meriç, Sh.312)
Yukarıda ki satırlardan da anlaşıldığı üzere; Anarşi denilince bozgunculuk, otorite deyince de ‘Nizam’ akla gelmektedir. Bir başka ifadeyle anarşi; başıboşluk ve kargaşa olup, otorite ise özgürlüklere saygı duymak kaydıyla nizami disiplin demektir. Malum intizam ve disiplinden yoksun bir toplumu, şarlatanlar veya anarşistlerin idare edeceği muhakkak. Nasıl ki; başıbozukluk ve kargaşa anarşizmle özdeşse, müspet manada otorite de Nizam’la özdeştir. Onun için otorite şart diyoruz. Şart deyince elbette ki karşılıklı sevgi ve güvene dayalı otoriteyi esas alan anlayışı kastediyoruz.
Biz ki; bir zamanlar Devlet-i Aliye’mizin şefkat ve merhamet kolları altında yedi düvele hükmedip oralara adalet götürmüş milletiz, o halde yine aynı ruh ve heyecanla yeniden tüm dünyaya ışık kaynağı olabiliriz pekâlâ. Yeter ki; Nizam-ı âlem ülküsünün bir güç olduğuna inanılsın. Zira tüm insanlık medeniyet nedir? ‘Nizam-ı âlem’ sayesinde öğrenmiş oldu. Bir anlamda âlem bizim hilalimiz, hak-hukuk anlayışımız ve adalet uygulamalarımızla nizam bulmuştu. Şimdiler de ise adaletimiz işlemez olunca, hem kendi öz kaynaklarımızdan uzaklaştık, hem de tüm dünya ülkelerini kasıp kavuran bitmez tükenmez anarşi ve buhranlarla baş başa bırakır olduk. Maalesef durum vaziyet içler acısı. Küfür küfürle, hilal hilalle boğaz boğaza mücadele içinde. Değim yerindeyse tam bir ‘Anarşi âlem’ hali yaşıyoruz. Ülkeler kendi içlerinde çatırdadığı yetmezmiş gibi, kendi iç çöküş sancılarının doğurduğu bir takım marazları dışa da yansımakta. Baksanıza Avrupa ilk defa kendi içinde çöküş emareleri vermeye başladı bile. Hani her yükselişin bir zevali var derler ya, artık bu söz Avrupa için de geçerli bir akçe. Zaten bugün Avrupa denilince, eroin, uyuşturuculuk, alkol, fuhuş ve sayısız cinayetler akla geliyor. Öyle ki bu gidişat Yenidünya düzeninin patronlarını da kara kara düşündüren bir tablo. Onlar düşüne dursunlar bazı aklı başında aydınlar bu hastalıklı tablonun batı medeniyetinin son çırpınışları olarak değerlendiriyorlar. Dahası dünyanın geldiği nokta yeniden Osmanlı’nın Nizam-ı Âlem modelini arar olmasıdır. Kelimenin tam anlamıyla insanlık yeniden Osmanlı’nın adaletine hasret dersek yeridir.
Bir zamanlar Avrupa, politikasına bile anarşiyi bulaştırmış ve Makyavelizm’i rehber kabul etmiş. Tabii kılavuzu karga olunca olacağı buydu. Bakın Machiavelli şöyle kılavuz olur: “Suçlarında faydalısı, faydasızı var... Tabiatın tek kanunu var: En kuvvetlinin hakkı yalan, hıyanet, sahtekarlık dünyanın her ülkesinde geçer akçe.. Hükümdarlar da halk da kan döker. Sokakta her insan katil adayıdır... Dürüstlük özel hayatta olur, politikanın tek kuralı iktidarın menfaatidir.. İyi kalplilik felakete götürür insanı. Zulüm, yufka yüreklilikten daha az zalimdir. İç savaşları önlemek için üç beş kelle koparmak zulüm değil vazife. Halk yalnız neticeleri görür, vasıtalar ne olursa olsun hoş görülür ve alkışlanır...” İşte bu sözler eskimiş vahşi batının gerçek yüzünü ortaya koymaya yeter artar da.
Meğer batının ‘Yenidünya düzeni’ sloganı, işlenen cinayetlerin örtbas etmek için söylenilen bir maskeli balonmuş. Gerçekten de ortaya attıkları ‘Yenidünya düzeni’ adlı paravan, aslında Makyavelizm siyasetini esas alan bir modeldir. Baksanıza işlenen sayısız cinayetlerin temelinde hep bu ruh vardır. Bu düşünceden dolayıdır ki insanlık bir türlü anarşi âlemden kurtulamıyor, böyle devam ederse kurtulamaz da. Anlaşılan Batı’nın Makyavelizm’i başa bela bir saik, Osmanlı’nın Nizam-ı âlemi ise tam aksine insanlığa yeniden insanlığını hatırlatan bir soluk...
Komünizm, kapitalizm, faşizm vs. hepsi Avrupa’nın icadı… Belli ki bütün “izm”lerin temelinde anarşi âlem ruhu söz konusu. Baksanıza Komünizm insanı üretim aracı olarak görüp bu yüzden kitleleri burjuvaziye karşı eyleme davet eder. Kapitalizm ise “Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” mantığıyla kargaşa ortamı hazırlar. Ya Faşizm, o da Mussolini’nin; “Bizim doktrinimiz eylemdir” sözü çerçevesinde anarşistliğini ortaya koyar. Ki, faşizmin düşünceye ihtiyacı yoktur, onun tek ihtiyacı polisiye kuvvetlerdir. Şu da bir gerçek; bütün izm’ler, savaş ve kaotik ortamlardan doğmuşlardır. Hepsi sefaletten, işsizlikten ve sanayi inkılâbının doğurduğu kargaşalıktan beslenip öyle ortaya çıkmışlar. Yani birtakım şartlar “İzm”leri geçici bir süreliğine de olsa ülkelerinde meşhur etmiştir. Bu durumda halk; denize düşen yılana sarılır misali ideolojilere sarılır hale gelmiştir. Zaten halk başka da bir şey yapamazdı. Dedik ya bir takım şartlar haramileri baş tacı yapabiliyor. Hatta o söz konusu sosyalizm yılanı bir ara bizim toprağımıza da sıçramış, derken solculuktan geçinen gençlerin sarılacağı bir moda put olmuştu. Neyse ki, komünizmin Rusya’da dokuz doğurmasıyla birlikte sosyalizm cazibesini yitirir oldu. Fakat bizim solcu geçinen kesim kendilerini boşlukta hissetmişlerdir. Çünkü ellerinde oylanacak bir şeyleri kalmamıştır. Derler ya çıkmamış candan ümit kesilmez, aynen onun gibi o ara ne oluyorsa sol aydın veya kendilerini 63 kuşağı diye tanıtan bu hızlı sosyalistlerin yeni bir kimliğe ihtiyaçları var dediğimiz anda ihtiyaçlarını gidermekte gecikmezler de. Hemen 12 Eylül sonrası modası tükenen sosyalizm yerine “Laisizm”e sarılarak kurtuluşu onda bulurlar. Bakalım bu heves nereye kadar devam edecek? Ah! Ne yapsın zavallı solcular. Vahyin soluğundan hiç solumamışlar ki. Elbette suni putlara sarılacaklar. Nizam-ı âlem ülküsünden mahrum beyinler, akıllarını başlarına toplamadığı müddetçe dönem dönem suni kavramların kurbanı olup anarşi âlem bataklığında habire debelenip duracaklardır, bu kaçınılmaz.
Şu da bir gerçek; Batının kucağında büyüttüğü “izm”ler bir zaman sonra kendisine bela olarak geri dönmüştür. Ne zaman ki Avrupa akıl edip karşı devrim hareketlerinin üzerine şiddetle değil sosyal adalet projeleriyle gitmesini bildi, işte o an meselelerin üstesinden gelebilmişlerdir. Kaldı ki şiddet, hiçbir devirde çözüm getirmedi, getiremez de. Bu yüzden Machiavelli’nin anarşiyi önlemek için üç-beş kelle koparmak sözleri artık geçerliliğini yitirmiş durumda. Anlaşılan nizamı tesis etmek için biricik yegâne yol sosyal adalet uygulamalarına ağırlık vermekten geçmektedir. Çünkü Nizami perspektifin aksi cihetinde bir yol takip etmenin her daim kaos doğurduğu artık bir sır değil.
Anarşist, mevcut düzensizliğe olan şikâyetlerinde belki haklı olabilir. Fakat şikâyetlerini eyleme dönüştürdüğünde haklılıktan söz edilemez, artık o şikâyetin adı anarşizm olur. Zira pimi çekilen bombalar, oluk oluk akıtılan kanlar hiç bir zaman düzen (nizam) getiremedi, getiremez de. Anarşistin yaptığı tek şey, içi boş yaldızlı ve parlak sloganlarla etrafa korku ve dehşet saçmaktır. Şayet işbaşında antidemokratik idareciler varsa onlarda düpedüz icraatlarıyla adeta anarşiye davetiye çıkarıp kanayan yarayı iyice kangren hale getirmekteler. Bazı idarecilerde var ki anarşistin taleplerine yasak kurallar getirerek meseleyi daha da girift hale sokup, terörün değirmenine su taşımaktalar. Ne hikmetse sistemler çöküntüye uğradıklarında hep basiretsiz, beceriksiz idarecileri işbaşında buluyor. Kim bilir belki de gizli güçler öyle ayarlıyordur. İster ayarlanmış, isterse ayarlanmamış olsun bu tip iş bilmez idareciler faaliyetleriyle rejimi değil, bilakis karşı güçleri kuvvetlendirip halkına zulmetmiş oluyorlar. Hâlbuki akıllı ve basiret sahibi politikacının yapacağı tek şey öncelikle anarşistin istismar ettiği propaganda kaynaklarına yasak kurallar koymak değil, demokratik kurallar çerçevesinde üzerine gitmek olmalıdır. Hürriyetçi ortam birçok meseleleri biranda çözebiliyor. Ebette ki sıkı güvenlik önlemleri kısa vadede işe yarayabiliyor, ama asla kalıcı çözüm olamıyor. Üstelik yasakçı uygulamalar kitleleri bile zamanla fanatizme sürükleyebiliyor. Belli ki düşüncelere pranga vurmakla anarşizm önlenemiyor. Akıllı bir yönetim düşüncelere yasak koymayıp ancak düşünce eyleme dönüştüğünde müdahale etmesini bilen yönetimdir.
Toplum olarak yasaklardan nefret ederiz. Gel gör ki toplumun gerisinde kalan zihniyetin ortaya koyduğu birtakım yasakçı kurallar bireyler üzerinde ters tepki yapıp eylem hastası bir nesil türemesine neden oluyor. İşte böyle normsuzluğun ürettiği kritik ortamda biranda eylem manyağı anarşistle karşı karşıya kalır hale geliverdik. Şayet terörizme karşı mücadelede giyotinle değil, sosyal adalet projeleri ile üzerine gidilseydi kazanan anarşist değil, kazanan sağduyu ve nizam olacaktı. Ama nizamı tesis etmek kimin umurunda ki. Zaten bana dokunmayan bir yıl yaşasın mantığıyla nereye kadar gidilebilir ki. Baksanıza vurdumduymaz politikalarla devlet terörü uygulayan rejimler tıpkı Rusya’da olduğu gibi güveni sağlayamadıkları gibi, bir gün günü vakti geldiğinde çökmüşler de. Demek ki; faşizan uygulamalar çok kere akıbetleri hüsranla sonuçlanıyormuş.
Eninde sonunda yaşamasını kanla sağlayan totaliter zihniyetler pılını pırtısını toplayıp geri plana çekilebiliyor. Artık bir noktadan sonra onlarda sarıldıkları ideolojilerinin iflas ettiğini farkına varıp hatalarını kabul eder hale gelmişlerdir. Batı bu gerçeği geçte olsa anlamış durumda. O halde bizim de anlamamız gerekiyor. Avrupa, ne zaman ki iç bünyesini sarsan anarşizmin üstüne kaba kuvvetle değil, sosyal adalet uygulamaları ile gitmiş, işte o zaman ancak rahat nefes alabilmiştir. Böylece çözümü sosyal adalet ve özgürlüklere başvurmakta bulup, bu tür uygulamalarla anarşistin istismar kaynaklarını kurutabilmişlerdir. Dolayısıyla elinde avucunda hiçbir istismar malzemesi kalmayan anarşist, ister istemez kitleleri eskisi kadar kandıramaz hale düşmüştür.
Peki ya Türkiye..!
Maalesef bizde batının eski düştüğü kuyuda çözüm arıyoruz. Polisiye tedbirler en son başvurulacak çözüm olarak alınması gerekirken, sanki biricik çözümmüş gibi ona sarılmaya devam ediyoruz hala. Oysa bize ruh katan motive kaynağımız Nizam-ı âlem ülküsüdür. Nizamın gücü kendi içinde taşıdığı sırda gizli... Fatih’in elinde kendini gül ile resimlemesi ne ise Nizam-ı âlem ülküsü de odur. Batılının elindeki Roma ruhu baltası ne ise anarşi âlem de odur.
Batı giyotinle nice kıydığı canları unutmuş gözükse de biz unutmuş değiliz. Dolayısıyla bize ikide bir insan hakları dersi vermeye kalkışmasını abesle iştigal buluyoruz. Onların hürriyet, adalet dedikleri sadece kendi yaşadığı topraklar için geçerli akçe. Sınırların dışına çıkıldığında ne adalet ne de hürriyet var, sadece etrafta gözyaşı ve kan görüyoruz. Meğer yenidünya düzeni dedikleri şey işledikleri vahşilikleri gizlemek içinmiş. Anlaşılan batılı içinde taşıdığı elinde Roma ruhu baltasını terk etmedikçe dünyanın değişik bölgelerinde işledikleri cinayetlerin ardı arkası kesilmeyecek gibi.
*
Hâsılı kelam sosyal adaleti sağlayacak güçlü ve lider bir Türkiye doğduğunda, Osmanlı misyonu Nizam-ı âlem ülküsünün yeniden dirilişe geçeceğine inancımız tam ve ümidimizi henüz yitirmiş sayılmayız. O halde gün ümit tazeleme günü deyip yola koyulmalı...
Eylül 2012