Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için ister istemez Sultanlık yolu yeğeni Alparslan’a açılmış oldu. Zira Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. O devletin başına geçer geçmez hemen kendisiyle uyumlu olabilecek, hatta ona yön verecek düzeyde Nizam-ül Mülk’ü vezir tayin eder.
Gerçekten de Nizam-ül Mülk’ün işbaşına getirilmesi yerinde bir karardı. Nitekim Nizam-ül Mülk açtığı medreseyle adından söz ettirip geleceğe ışık saçan bir bilge şahsiyettir. Dahası Selçuklu'nun gelişim evresinde Hakanların payı bir yana asıl dikkat çeken Nizam-ül Mülk’ün deha çapında icraatları kayda değerdir.
Alparslan’ın saltanat süreci (1063–1072) kısa sürmesine rağmen bu devre Selçuklu'nun en parlak dönemi olarak tarihe geçmiştir. Hani bir ömre bedel derler ya, aynen öyle de. Alparslan da Anadolu kapılarını Türk’e açmakla adeta bir asırlık tarih yazmıştır. Nasıl yazmasın ki, daha işin ilk basamağında yıldırım hızıyla Emir, Melik, Yabgu gibi hükümdarların yanı sıra Karahanlı hakanlarını tabiiyetine alması, bu arada içte Fatımilere, dışta ise Bizans’a karşı giriştiği seferleriyle göz dolduran bir ulu hakandır O.
Öyle ki o; Fırat nehrini geçerken Buharalı Ebu Cafer Muhammed Alparslan’a:
- Efendimiz! Nimetinden dolayı Allah’a hamd ederim. Zira köleler müstesna, bu nehri eski zamanlarda geçen yok, İslam devrinde bir Türk padişahı olarak ilk defa siz geçiyorsunuz diye iltifatta bulunur. Alparslan’da bu sözler karşısında ellerini açıp Allah’a şükreder. Zira bu kutlu yolda övünmek yoktur, tevazu vardır.
Alparslan ilk etapta Bahreyn taraflarında Karamatı sapıkları ve Şii Fatımi kalıntılarını temizleyerek işe koyulur. Böylece Şii Fatımiler Suriye’den çekilmek zorunda kalır. Tabii bu durumda Mekke Şerifi memnun kalıp Alparslan’a itaatini bildirir, hatta bundan böyle Fatımiler adına değil, Abbasi halifesi ve Türk sultanı adına hutbe okutur. Derken Ön Asya güvence altına alınmış olur. Ancak Halep Emir’inin Fatımilerin etkisiyle taraf değiştirmesi canını sıkacaktır. Şöyle ki; Alparslan din kardeşliği hassasiyetiyle:
- Rumlar karşısında bu hudut şehrini kılıçla fethetmekten korkarım diyerek hücuma geçmeden önce şehrin kendiliğinden teslim olmasını bekler. Fakat bu arada Romanos Diogenes’in iki yüz bin kişilik orduyla arkadan çevrildiğini öğrenince dikkatini o tarafa doğru odaklar. Sultan Alparslan önce barış teklifi yapar, ama Romen Diyojen bu teklifi reddeder. Üstelik gönderilen elçiye bir pişkin edasıyla Alparslan’ın nerede teslim olacağını sual eyleyecektir, hatta bu da yetmez ayrıca:
- Sizler için Isfahan mı, yoksa Hamedan mı uygundur tarzı işgüzarlıkta bulunmayı da ihmal etmez.
Türk elçisi bu durum karşısında dayanamaz:
- Biz İsfahan'da, hayvanlarımız ise Hamedan'da kışlayacak, ama sizin nerede kışlayacağınızı bilemem diye bir karşı göndermede bulunur.
Alparslan bu noktadan sonra gözünü Anadolu'ya çevirmek zorunluluğunu hissedip gereğini yapmak üzere Malazgirt hazırlıklarına koyulur. Bu arada büyüklerin duasını almayı da ihmal etmez. Öyle ki; Buharalı İmam Ebu Cafer Muhammed:
- Ey Sultan! Sen Allah’ın başka dinlere zafer vaat eylediği İslamiyet uğrunda cihat yapıyorsun. Bütün Müslümanları minberlerde sana dua eylediği cuma günü savaşa giriş, ben Allah’ın zaferi senin adına yazdığına inanıyorum müjdesi Alparslan’ın moralini artırmaya yettiği gibi yeni taktik arayışlarını da beraberinde getirir. Bu uğurda Selçukludan kat be kat üstün Bizans ordusuna karşı askerini motive etmeliydi, eder de. Derken sefer öncesi askerlerinin gaza ruhunu coşturacak konuşmasında; ‘Şimdiden beyaz kefenimi giyiyorum, ölürsem beni bu kefenimle defnedin’ deyip gaza coşkusunu ortaya koyar. Zaten öyle de olur, beyaz kefenini giyinip öyle hücum emri verir.
Evet, ordunun başında tüm heybetiyle Malazgirt ovasına dalan ve karşısında ise kocaman ordusuyla övünen Bizans ordusu başkomutanı Romen Diyojen vardır. Olsun önemi yok, beyaz kefen giymeye hazır Alparslan ordusunun azlığını giderecek usta bir plan ortaya koymasını bilecektir. Şöyle ki; savaş anında Bizans'ın Balkanlardan getirdiği Şamanî Uz (Oğuz) ve Peçeneklerden hazırlanmış soydaşlarımızdan oluşan süvari kuvvetlerini derhal Selçuklu tarafına geçmelerini sağlayacaktır. Derken bu hengâme içerisinde Bizans ordusu darmadağın olur. İşte iki ordu arasında 26 Ağustos 1071'de kıyasıya geçen savaş lehimize sonuçlanıp Romen Diyojen esir alınır. Ve Alparslan’ın huzuruna getirilir. Huzurda ona;
- Şayet esirin olsaydım ne yapardın diye soru yöneltilir.
Romen Diojen bu soru karşısında;
- Öldürürdüm cevabını verir. Böyle bir cevap karşısında Alparslan Türk’e has bir davranış örneği sergileyip misilleme yapmaz, hatta azat eder bile.
Alparslan’ın Malazgirt zaferiyle Türkler Anadolu’yu yurt haline getirdiler. Artık Anadolu öz vatanımızdır, bundan böyle vatanımız olmaya da devam edecektir. Çünkü Selçukludan başlayan Anadolu ruhu bugünde var. İnşallah kıyamete kadar da var olacak.
Anadolu’yu kalıcı olarak vatanlaştıran Alparslan, emaneti oğlu Melikşah’a devredip her fani gibi o da Allah’a kavuşur. Ne var ki, ölümü bir ecnebi tarafından olsa gam yemeyiz, maalesef içeriden Şii batini hançeriyle katledilmesi Selçukluyu derinden yaralayacaktır. Gerçekten de Doğu Roma’yı fiilen tarihten silen ve Malazgirt’te Romen Diyojen’i ayağına kapanmaya mahkûm eden Alparslan’ın bünyemizde taşıdığımız bir virüsle Şii batini hançerine kurban gitmesi Selçukluyu derinden üzmüştür. Böylece Alparslan ardından birçok evladı arasında veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah’a Nizamü’l Mülk gibi devlet adamını miras bırakmanın ardından kırk iki yaşında şehitlik şerbetini içip öyle ebediyete göç eyler.
Bâtıniler Alamut kalesini karargâh olarak kullanmışlardı hep. Bu kaleyi üs olarak kullanan Hasan Sabbah’ın efsunladığı esrarkeş serseriler o günün şartlarında ölüm yeminiyle birlikte intihar timleri oluşturup etrafa korku salıyorlardı. Nihayet Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar Bâtıniliğin merkezi Alamut kalesini kuşatıp çok sayıda Bâtıni fedaisi öldürecektir. Ancak bu fesat ocağının kaldırılmasına ömrü yetmeyecektir. Hatta yukarıda bahsettiğimiz üzere Bâtıniler Alparslan’ın katlini göze alabilecek hamleyi de sergilemişlerdir. Neyse ki; tarihi kayıtlar bize Hulagu'nun bir yıkıcı olduğu kadar, bir kurtarıcı rolü ifa ettiğini gösteriyor. Belki de Hulagu istilası olmasaydı Bâtınilik fitnesi İslam dünyasını daha uzun seneler kasıp kavurup içimizi kemiren baş belası olmaya devam edecekti. İşte bu noktada her şerrin altında bir hayır vardır derler ya, aynen öyle de Moğol- Hulagu kasırgası şer gibi gözükse de Alamut kalesinin düşmesi bir hayra yol açmıştır.
Bâtınilik o kadar tehlikeli bir akım ki, Şah İsmail kanalıyla yeniden gün yüzüne çıkıp Osmanlıyı uğraştıracak maraz bir mesele olur. Dahası Uzun Hasan’la başlayan ve Şah İsmail’le devam eden bu Türkmen bölünmesi, Şah İsmail’in şahsında Osmanlıya karşı Bâtıni muhalefet cephesi oluşturmaya dönüşür. Öyle ki; Şah İsmail ve Erdebil Tekkesi Şeyhi vasıtasıyla coğrafyamızda sürekli ayrılık tohumları yeşertilmiştir. Bu durum dini karar olmayıp, siyasi bir kararın önümüze koyduğu bir oyundu. Zira bazı Yörük Türkmen unsurlar Şah İsmail’in etrafında birleşip yerleşik Türkmenlere karşı topyekûn savaş ilan etmişlerdir. Şah İsmail böylece Safevi Devletinin Şahı unvanıyla Müslümanların bir zamanlar yıktığı Pers imparatorluğunu yeniden ayağa kaldırıp bütün ihtilafları yeniden körükleyecektir. Maalesef bir kısım Yörük Türkmenlerde kendilerinden olmayanları yozlaşmış ve bozulmuş olarak ilan edip Müslümanlar arasına ayrılık tohumları serpecektir. Oysa tarihin bize öğrettiği önemli not; ihtilafların kaynağında göçer-konar toplulukların yerleşik hayata intibak edemeyişi veya yeni bir düzene geçişte yaşanan bir takım sancıların doğurduğu tepki ruhu söz konusudur. Zaten tarih, yerleşik kalmayı tercih eden hem Anadolu ve Suriye Selçuklularını, hem Eyyubi ve Osmanlı'yı kuran Türkmenleri haklı çıkarmıştır.
Safevi Türkmenlerden geriye baktığımızda onların bakiyesi sayılan İran ve Anadolu’da hala zaman zaman ciddi olaylara neden olan ayrılık tohumları niteliğinde topluluklar kalmıştır sadece. Şayet bu değerlendirmeyi dini yaklaşımla değil, ancak siyasi gözlükle baktığımızda bu tespitimiz o zaman anlam kazanacaktır. Haçlı ve Moğol saldırılarının Türkmen dağılmasının sebebi olarak gösterilse de, asıl sebep yıllardır süren Yerleşik-Yörük çekişmesidir. Bu iç mücadeleler sonunda Sünni Müslümanlığı terk edenler bizim topraklarımıza ait olmayan İran kökenli Şiiliğin bir değişik versiyonu niteliğini taşıyan ekolün peşine takılacaklardır. Türkmenlerden yerleşik hayatı tercih edenler ise özünden taviz vermeyip Türk tarihinde yepyeni bir sahife açacaklardır.
Batı Türklerinin, ya da diğer bir ifadeyle Yerleşik Türkmenlerin Büyük Selçuklu eliyle başlattıkları Rönesans, Sultan Sencer’in bir iç savaşta yenilip esir edilmesiyle birlikte Türkmenlerin intiharı gerçekleşir. Kelimenin tam anlamıyla Selçuklu yıkıldıktan 300 sene sonra Fatih Sultan Mehmet’in elinde bir çağ kapatılıp yeniçağın kapıları açılacaktır. Yörüklere gelince onlarda Müslümanlığı terk edip Şiiliğe kanalize olacaklardır. Bu yüzden Türkmenler tarafından İran, Şiiliğin kalbi olarak görülmüştür. Bu durumun tehlike boyutlarını sezen Osmanlı Balkan kavimlerinden devşirdikleri askerler vasıtasıyla Anadolu’da Şii Türkmen yayılmasına fırsat vermeyeceklerdir. Dolayısıyla Yavuz Sultan Selim’in neden batıya değil de doğu'ya doğru sefer düzenlediğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Belli ki doğuyu emniyete almadan batıya yöneliş hiç yoktan koca imparatorluğu maceraya sürüklemek olacaktı. Zaten Yavuz’da ziyadesiyle gereğini yapmıştır. Bugün Anadolu’nun değişik yörelerinde halkın bir kısmı Yavuz’un davranışını dini nedenlere bağladıklarından ona iyi gözle bakmazlar. Oysa o yaptığı hamlelerle bütün Türk İslam âlemini büyük bir badireden kurtarmıştır.
Velhasıl; dün fitne tohumları nasıl ki Selçuklu ve Osmanlı’yı uğraştırmışsa, Türkiye'mizde de kâh Kahramanmaraş, kâh Malatya, kâh Çorum, kâh Sivas Madımak, kâh İstanbul gazi mahallesi veya gezi parkı olayları ve kâh 1 Mayıs veya Nevruzu bahaneyle kana bulayıp birliğimize ve dirliğimize balta vurmaktalar.
Vesselam.
Kasım 2013