Almanya Hikâyeleri -3-
Aşağıda üçüncüsünü sunduğum hikâyeler, Almanya’da Türk çocuklarına öğretmenlik yaptığım yıllarda yaşadığım veya şâhidi olduğum bâzı olaylardır.
Alman öğretmenler
Alman okullarında görev yaparken Alman öğretmenleri yakından tanıma fırsatım oldu.
1970’li yılların sonunda, Türk Hazırlık Sınıfları’nda görev yapan bir öğretmeni unutamam. Gisela Schneider isimli bu öğretmen Türk çocuklarıyla candan ilgileniyor, okul dışı zamanlarda ev ödevlerine yardım ediyor, onların Almanca veya İngilizcelerini geliştirmeleri için maddi bir çıkar gözetmeden evde ders veriyordu. Benimle Türk velilerin evlerine geliyor, bizim okulda görevli olmayan, fakat başka bir okulda öğretmenlik yapan kocası da Türk çocuklarının derslerine yardımcı oluyordu. Çalıştığımız okulun müdürü Gisela’nın Türk çocuklarına bu ilgisine kızıyordu. Gine Türk Hazırlık Sınıfı’nda görev yapan Josef Odental isimli öğretmen de bizim çocuklarla ilgileniyordu. Üçümüz öğrencilerimizin Hazırlık Sınıfı’ndan daha iyi okullara gitmesi için çalışıyor, o okullarla irtibat kuruyorduk.
Almanya’da çalıştığım yıllar boyunca, az da olsa Türk çocuklarına yardımcı olan başka Alman öğretmen ve okul müdürleri de tanıdım. Onlar her şeyden önce kalpleri insan sevgisiyle dolu, Türklere karşı ön yargıları olmayan öğretmenlerdi.
Böyle iyi niyetli Alman öğretmenler yanında, Türk çocuklarına ayırımcılık yapan, aşağılayan, Alman öğretmenler ve okul müdürleri de tanıdım. Sözleri ve hareketleriyle Türk çocuklarına kötü davranan bu öğretmenlerin sınıflarında okuyan çocuklarımızın başarılı olması çok zordu. Bu öğretmenler en ufak bir yanlışı, ihmali olan Türk çocuklarını azarlıyor veya ceza veriyordu. Öğretmenler odasında Türk çocuklarının iyi bir özelliği hiç söylenmiyor, onların yalnız yanlışları bana şikâyet ediliyordu. Elbette bizim çocuklarımızdan yaramazlık yapan, ders çalışmayan çocuklar da vardı. Ama okulun, eğitimin görevi de bu çocukları eğitmek değil miydi?
70’li yılların sonunda Almanya’ya fazla sayıda Türk çocuğunun gelmesiyle okullarda göçmen çocukların eğitimi konusunda yetiştirilmiş yeterli sayıda öğretmen bulunamadı. Bu sınıflarda meslekten öğretmen olmayan kimselere görev verildi. Böyle bir öğretmenin sınıfında gördüğüm manzarayı unutamam.
Bir defasında benim sınıfıma bitişik diğer Türk Hazırlık Sınıfı’ndan çok gürültü geldiğini duydum. Bu sınıfta öğretmen olmadığını zannedip, çocukları susturmak için sınıfa girdiğimde, ön tarafta iki çocuğun güreştiğini, öğrencilerin iki gruba ayrılıp, ”Haydi Nevşehir, Haydi Yozgat” diye bağırdıklarını hayretler içinde gördüm. Alman öğretmen hiçbir şey olmamış gibi tahtada bir şeyler yazıyordu.
Almanya’da yavrularımızı ellerine teslim ettiğimiz, türlü türlü öğretmenler vardı!
Edel Hanım
Asıl adı Edelheid olan, kendisine kısaca “Edel Hanım” dediğimiz Alman hanım, bir Türkle evlenip, Türkiye’ye gelin gitmiş, İstanbul’a yerleşmişti. Eşi askerde iken, kocasının anne ve babasıyla aynı evde oturmuş, onların Almanca öğrenmesinin mümkün olmadığını görüp, kendisi kısa zamanda Türkçe öğrenmişti. Çevresine uyum sağlayan Edel Hanım, oğlu Cem’i İstanbul’da dünyaya getirmiş, çocuğuna Türk terbiyesi vermiş ve yalnız Türkçe öğretmişti.
70’li yılların sonunda kocası Vural Bey pilotluktan ayrılıp, ticaretle uğraşmaya başlayınca, Almanya’ya taşınıp Türkiye bağlantılı deri, tekstil ticareti yapmaya karar vermişlerdi. Cem’in bir Alman okulunda okuması mümkün değildi, çünkü Almanca bilmiyordu. Bu sebeple öğretmeni olduğum Türk Hazırlık Sınıfı’na kayıt ettirdiler.
Edel Hanım Alman okulunda Türk çocuklarına iyi davranılmadığını görüyordu. Okul müdürü kırıcı, alaycı, Türklere yukardan bakan, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmış Nazi kafalı bir adamdı.
Günün birinde bu müdür Cem’e bir tokat attı. Edel Hanım ve Vural Bey hemen okula gelip, müdürden açıklama istediler. Müdürün kaba konuşma ve davranışlarından da rahatsız olup, Eğitim Müdürlüğü’ne gidip şikâyet ettiler. Türk velilerden de buna benzer şikâyetler alan Eğitim Müdürlüğü okul müdürünü erkenden emekliye sevk etti.
Edel Hanım Alman olmasına rağmen, çocuğuna Türkçe öğreten, bir anne olarak aklımda kaldı.
M.’nin Türkçe konuşamayan eşi ve oğlu
Bir bayram günü bayramlaşma için tanıdık ve dostlarımızla grup halinde toplanmıştık. Aramızda Almanla evli bir arkadaşımız vardı. Biz anlatıp, konuşurken bu kadın canı sıkılmış bir vaziyette duruyordu. Ben kadın içimizde yalnız başına kalmasın diye elimden geldiğince konuşmaları tercüme ediyordum. Fakat kadın bir heykel gibi idi, yüzünde bir tepki yoktu. Yanımda oturan kocası bana: ”Abi bırak! Ne anlatıp duruyorsun! Kadının suratına baksana! Benimle 15 yıldır evli, bir kelime Türkçe öğrenmedi.” dedi.
Üç çocukları olmasına rağmen ayrıldıklarını duydum. M. Yeniden evlenmiş ve Türkiye’ye yerleşmişti. M. ile yıllar sonra Almanya’da bir Türk marketinde karşılaştım. Almanya’ya dönmüş, ailesiyle bize yakın bir şehirde yaşıyormuş. Yanında 7-8 yaşlarında, kara gözlü, kara saçlı bir oğlan vardı. Oğlu olduğunu söyleyince, ben çocuğa; “Senin adın ne?” dedim. Çocuk beni anlamayarak, babasına Almanca “ne diyor?” diye sordu. Babası sorumu tercüme edince, çocuk Almanlar gibi ilk heceyi vurgulayarak ve sondaki “s” harfini “z” yaparak “Eenez” dedi.
Bu manzarayı gördükten sonra, eski eşi değil ama, çocuğunun Türkçe konuşmamasındaki en büyük sorumluluk sahibinin M. olduğunu düşündüm.
Bir düğün
Almanya’da gördüğüm ilk düğün kilisenin küçük salonunda yapıldı. O günlerde Almanlar Türklere düğün için büyük salonları vermiyorlardı. “Kötü komşu insanı hacet sahibi eder” diyen atasözümüzde olduğu gibi, daha sonraki yıllarda bu ihtiyaçtan büyük bir pazar doğacak, Türkler kendileri düğün organizasyonu işine girecek, Türklere düğün salonu kiralayacaklardı. Davetli olduğumuz bu ilk düğünde aynı bölgenin iki ailesinin çocukları evleniyordu. Gelin eski bir öğrencimdi. Düğün oğlan tarafının söz verdiği takıları takmaması yüzünden tatsız başladı ve münakaşalarla bitti. Buna rağmen, gençler evliliklerini sürdürmeyi bildiler; ben onların çocuklarını ileriki yıllarda okuttum.
Bir ölüm
Türkler göçmenliğin ilk yıllarında Almanya’dan Türkiye’ye genellikle arabaları ile gittiler. Uçak yolculuğu kalabalık aileler için çok pahalı olduğu için kara yolunu tercih ettiler. 70’li yıllarda Türkiye’ye giderken orada bulunmayan birçok şeyi arabalarında yakınlarına hediye olarak götürdüler. Almanya’ya geri dönerken, burada bulamadıkları yiyecekleri getirdiler. Ancak bu geliş-gidişlerde çok kayıp verdiler. Öğrencim Gürsel’in babası ve amcası eski Yugoslavya’da bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişti. Eşimle beraber aileye baş sağlığı dilemeye gittik. Evden içeri girdiğimizde merhumun eşi, öğrencimin annesi bir ağıt söylemeye başladı. “Kalk Gürsel, mektebin hocaları geldi" diye başlayan bugüne kadar kulağımdan çıkmayan, bu iç parçalayan ağıtla duygulanmamak mümkün değildi.
T’nin staj yerindeki hırsızlığı
Almanya’da Hauptschule denilen, bir mesleğe hazırlayan 5-10. sınıflarda, öğrenciler 8. sınıfta “Praktikum” denilen uygulama, staj yaparak, ilerde seçmeyi düşündükleri meslekleri tanımak amacıyla, 3 hafta bir iş yerinde çalışırdı.
Öğrencim T.’de gittiği bir alış-veriş merkezindeki mağazada tezgâhtar olarak çalışırken bir eşyayı cebine atmış; iş yeri sahibi tarafından bu hırsızlık fark edilmiş, T’nin stajına son verilip, durum okula bildirilmişti. İşyerinin olayı polise bildirmemesi öğrencinin geleceği için iyi idi. Bu olay okul için iyi değildi. Çünkü iş yerleri gelecek senelerde böyle bir öğrencinin geldiği okuldan staj için öğrenci almıyordu.
Türklere ve Türk çocuklarına sevgi duyan bu okulun müdürü durumu bana anlattı. Öğrencinin babasını okula çağırdık. Baba duydukları karşısında bir şey söylemedi. Okul müdürü babanın bu tepkisizliğine kızarak; çocuğunun yanlış bir iş yaptığını, kendine, ailesine ve okula bu davranışıyla zarar verdiğini, baba olarak bunu oğluna öğretmesi gerektiğini söyledi.
Baba hâlâ çocuğunun yanlış bir iş yaptığını düşünmüyordu. Müdürün bu isteğine bir anlam vermeyerek, çocuğuna bu ikâzı yapacağını söyleyeceği yerde, müdürün yanından ayrıldıktan sonra bana dönerek, "Bu müdür Türk düşmanı mı?” dedi.
Çocuğunun yanlışını görmeyen ve bu konuda onu uyarmayan bu babanın ilerde oğlu ile ilgili daha büyük sorunlarla karşılaştığını söylememe bilmem gerek var mı?
Almanya’da Türk çocuklarının kimliği nasıl inşa edilecek?
Alman okullarında din derslerinde ayda bir kere Katolik, Protestan mezheplerine mensup ailelerin çocukları için yakındaki bir kilisede papazların iştirakiyle “ekümenische Gottesdienst” denilen iki mezhebin mensuplarının katıldığı müşterek bir ibâdet yapılır. Paralel sınıflardaki bütün Alman çocuklar bu dini toplantıya gittiğinde, sınıflardaki Türk öğrenciler başlarında “öğretmen yok gerekçesiyle” birlikte götürülürdü.
Bu durumu engellemek için Alman okul müdürüne, ben de Türk çocuklar ile yakındaki câmide böyle bir toplantı düzenlemek istediğimi söyledim. Okul müdürü: “Bence bir mahsuru yok. Hatta iyi olur. Bütün çocuklar aynı saatte bir ibadethanede olurlar.” Dedi. Bunun üzerine câmi hocasıyla konuşup, fikrini almak istedim. Alman okulundaki uygulamayı anlatarak, velilerin iznini alıp, ayda bir kere, bir saat öğrencilerimle câmiye geldiğimizde, önceden seçeceğimiz dini, millî bir konuda, özellikle gurbette büyüyen Türk çocuklarını İslâm ahlâkının özellikleri hakkında bilgilendirmesini istedim.
Örnek olarak; sağlığı koruma, uyuşturucu ve alkolden uzak durma, kadınlara merhametli ve şefkatli davranma, başkasının malına el uzatmama, aile, millet ve diğer insanlara iyilik yapma, günlük hayatta büyüklere nazik ve saygılı, küçüklere koruyucu olma, küfürlü konuşmama, temizliğe dikkat etme, israftan kaçınma, çevreyi ve doğayı koruma, helâli- haramı, sevabı ve günahı bilme, bayrak ve vatan sevgisi gibi konuları teklif ettim.
Diyanet görevlisi İ.B isimli Hoca, “Hocam benim bu konuyu önce Düsseldorf Başkonsolosluğu’ndaki Din İşleri Müşaviri’ne sorup, izin almam lâzım. Bu isteğinizi yazılı bir metin halinde verirseniz, daha iyi olur. Ben de müşavire aynen iletirim.” Dedi. Konuyu Türk çocuklarının câmide katılacağı etkinlikler olarak “Çocuk iftarı, temel dini bilgiler soruları yarışması şeklinde genişleterek yazılı bir halde hocaya verdim. Ancak aradan birkaç hafta geçmesine rağmen hocadan olumlu, olumsuz bir cevap alamadım. Sonunda ben yanına gidip, sorunca; Hoca bu çalışmaya Müşavirliğin izin vermediğini açıkladı. Anlaşılan, Din Müşavirliği okul ve câmi işbirliği olacak, gençlere İslâm ahlâkının özelliklerini öğretecek böyle bir çalışmayı istemiyordu.
Hâlbuki bulunduğumuz bölgede 1997 yılında kurulan benim de üyesi olduğum bir dernek vasıtasıyla Türk vatandaşlardan toplanan para ile, 7-8 milyon marka mal olan, tapusu Ditib’e verilen, 400 kişinin ibâdet edebileceği, konferans salonları, kafeteryası, hoca evi bulunan bir câmi yapıldı. Bu câmi yalnız cuma ve bayram namazlarında kalabalık oluyordu. Çocuk ve gençlerin İslâm din bilgisi eğitimi denilince, Kur’an Kursu’na devam edip, Kur’an’ı anlamadan okumak anlaşılıyordu. Câmiye gençler ve çocuklar az geldiği gibi, onlar için millî kültürümüzle ilgili bir etkinlik, bir millî bayram kutlaması yapılmıyordu. Câmide vaizlerde örnek verilen tarih, hep devr-i saadet denilen ilk 4 halife dönemi, örnek gösterilen insanlar ise o dönemdeki Arap toplumunun insanları oluyordu. Binlerce yıldır İslam’ın kılıcı ve kalkanı olmuş Türklerin tarihinden ise hiç bahsedilmiyordu. Mehmet Âkif’in, Çanakkale Şehitleri için yazdığı muhteşem şiirinde “Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi” mısrâında, Bedir’de savaşanları Çanakkale’de vatan savunmasında hayatlarını veren kahramanlarımıza benzetmesi uygun bulunmuyordu.
Sâhi, bu anlayışla gurbette büyüyen Türk çocuklarının kimliği nasıl inşa edilecek?