Almanya Hikâyeleri -2-

Abone Ol


Almanya’da uzun yıllar Türk çocuklarına öğretmenlik yaparken bizzat yaşadığım veya şâhidi olduğum olaylardan bâzılarını aşağıda sunuyorum.

Bay Önsöz, kaç karınız var?

Almanya’da ilk defa öğretmenlik yaptığım okul; Düsseldorf’a yakın küçük bir şehir olan Osterath’da idi. Buradaki bir okulda Türk Hazırlık Sınıfı açılmıştı. Türkiye’den yeni gelen öğrenciler bu sınıfta Türkçe ile birlikte Almanca öğrendikten sonra Alman sınıflarına gönderiliyordu.  Müdür hâriç, okuldaki öğretmenlerin hepsi kadındı. Bu öğretmenler her gün bana Türkiye, Türklerle ilgili saçma sapan şeyler anlatıyordu. Kadın öğretmenlerden biri; “Bay Önsöz, kaç karınız var?” diye sordu. Ben de alayla: “Bizim evde 3 hanım var“ deyince, merakla: ”Yani 3 karınız mı var” diyerek açıklama istedi. Ben de: “Evet, bir anne, iki kız” dedim ve güldüm. Diğerleri: “Ach so!” Öyle mi? diyerek beklediklerini bulamayan bir yüz ifadesiyle bana baktılar. Bir defasında da bir öğretmen: “Bay Önsöz sizin evinizde resim var mı? Evinizin duvarlarına resim asıyor musunuz? Demez mi? Ben anlamamış gibi: “Resim mi? O nedir?” diye sordum. Kadının yüzünde acır gibi bir ifade vardı. Bir başka gün: “Siz pasta bilir misiniz?” diye sordular. Akşam evde bu soruları,  benim gibi Türk çocuklarına öğretmenlik yapan eşime anlattım. O da: “Bizi ne zannediyorlar? En iyisi bunları evimize davet edelim, nasıl yaşadığımızı görsünler. Sen de bu acayip sorulardan kurtul” dedi. Ben de meslektaşlarımı bir akşam evimize davet ettim. O akşam bütün hanım öğretmenler ve okul müdürü, baloya gider gibi, gece kıyafetleri giyerek, süslenip, püslenip bize geldiler. Eşime uzaydan gelmiş gibi baktılar; evimizi müze gibi incelediler. Neyse… Duvarlarda resimler gördüler; pasta yediler.  Bizi tanıdıktan sonra Türkiye ve Türkler hakkında görüşleri ne kadar değişti, bilmiyorum. Ancak aydınları bizi böyle gören bir toplumda, sıradan vatandaşların Türkler hakkında ne kadar çok önyargıya sahip olabileceğini düşünülebilirsiniz.

Ne yazık ki; Alman toplumunda Türkler hakkındaki bu önyargılar yıllar içinde kolay kolay değişmedi.
 
Türklerin kaç bayramı var?


Eşimin görev yaptığı okulda Nazi artığı Alman okul müdürü Türkler ve Türkiye’yi küçük düşüren alaycı sözler söylüyordu. Bir gün bu müdür öğretmenler odasında herkesin duyacağı şekilde : ”Bayan Önsöz Türklerin kaç dinî bayramı var?” diye sormuş. Eşim “2“ deyince, ”Bayan Önsöz kızmayın ama Türklerin Ramazan ve Kurban Bayramı’ndan başka, kış sonu ve yaz sonu indirimli satışlar gibi iki bayramı daha var" diye gülerek eklemiş. Irkçılık içeren, Türkleri aşağılayan bu sözlere bâzı Alman öğretmenler îtiraz etmişler. Yalnız Türklerin değil, Almanların da indirimli satışlardan severek yararlandıklarını söylemişler. Eşim bu ifâdelere başka bir söz eklememiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra Eğitim Müdürlüğü eşimi başka bir okulda, beni onun okulunda görevlendirdi. Aynı müdür yine öğretmenler odasında, Türkiye’de o günlerdeki ekonomik krizle ilgili olarak; ”Bu gidişle Türkiye’nin batacağını” alaycı bir dille söyledi.  “Öyle değil mi Bay Önsöz?” diye sorup, benim tasdik etmemi istedi. Bütün başlar bana çevrildi. Ben de yüksek sesle;  "Hayır, öyle değil; Türkiye’yi, Türkleri tanımadan böyle konuşmalar yapmayın! Görüyorum ki, Türkiye’ye ilginiz var; şimdi teneffüsteyiz, isterseniz size bu konuda, uygun bir zamanda geniş bilgi verebilirim” dedim. Alman müdür sustu; bir daha Türkiye hakkında ileri geri konuşmadı. Ancak o konuşmadan sonraki zamanda aramız iyi olmadı. Çünkü Türklere yukardan bakan, ön yargıları olan bu adamla; eş değerli, karşılıklı bir insanî ilişkide var olması gereken dengeler baştan bozulmuştu.

Akıl hastahânesindeki Türk kadını


Okulda veli-öğretmen görüşmesinde Karadenizli öğrencimin babası: “Ev doktorunun eşini hastahâneye sevk ettiğini, orada yatılı tedâvi göreceğini, söyledi. Ben de; “Geçmiş olsun! Şifâlar dilerim” dedim. Fakat o, üzüntülü bir sesle: “Hocam, akıl hastahânesine yatırdılar” deyince, hayret ettim. Çünkü ailece de tanıdığımız bu Karadenizli hanımın bildiğim kadarıyla; yalnız yabancı toplumda yaşamaktan dolayı bazı sorunları vardı. Memleketinde sabahtan akşama kadar tarlada, bahçede çalışırken Almanya’ya gelince, dilinden anlamadığı komşuların olduğu büyük apartmanda küçük bir daireye hapsolmuştu. Gece geç vakitlere kadar çalışan kocası işe, çocukları okula gidince, evde tek başına kalıyor, duvarlarla konuşuyordu. Yaşadığı bu gurbet hayatı onu bunalıma sokmuştu.

Akşama doğru eşimle ismi geçen hastahâneye gittik. Girişte hastanın ismini vererek,  ziyârete geldiğimizi söyledim. Burası hastahâneden ziyâde hapishâneye benziyordu. Elinde anahtar demeti taşıyan iri yarı Alman hemşire bizi art arda kilitli kapıları açarak bir odaya götürdü. Hastamız bu odada yarı karanlıkta pencere kenarında sandalyede tek başına oturuyordu. Bizi görünce çok sevindi. Buradaki doktora Almanya’daki hayatının hiç iyi olmadığını, mutsuzluğunu kırık dökük Almancası ile anlatmaya çalışmış, bâzı anlamadığı sorulara da başını sallayarak cevap vermiş. Doktor bunları “Evet” ve hastalığının belirtisi olarak kayda geçirip, yatılı hasta olarak almış. “Burada deliler kalıyor, ben bunların arasında ne yapacağım? Beni buradan çıkarın, ne olur?” diyerek ağlamaya başladı.   Karşılaştığım bu manzara karşısında etkilenerek, bizimle gelen hemşireye; “Bu kadının yeri burası değil, derhal çıkartılması gerek!” diye âdeta bağırdım. Alman hemşire; "Buna ben karar veremem” diye cevap verdi. Bunun üzerine: “Kim karar verecekse derhal onunla görüşmeliyim” dedim. Beni doktorun yanına götürdü. Doktora: “Türk hasta Almanca bilmediği için kendini anlatamamış. Onun sorunu; yabancı bir çevrede yalnızlığı ve çektiği memleket özlemidir. Evinde onu bekleyen çocukları ve eşi var; burada tutarsanız gerçekten hasta olur ve siz sorumlu olursunuz” dedim. Doktor anlattıklarımdan sonra iknâ oldu ve hastanın taburcu edilmesini hemşirelere söyledi. Öğrencimin annesi hemen hazırlandı; arabamızla evine bıraktık. Eşi ve çocukları onu karşılarında görünce çok sevindi.

Bu durumun böyle sürmesinin eşini gerçekten hasta edeceğini anlayan öğrencimin babası onun yalnızlığını, memleket özlemini giderecek çâreler aradı. Bir müddet sonra hanımına meşgale olur ümidiyle apartmanların arkasında bulunan hobi bahçelerinden birini kirâladı. Artık Karadenizli kadın, çocuklarını okula gönderdikten sonra; yağmur, rüzgâr demeden, küçük bahçesinin yolunu tutuyordu. Orada bütün gün sebzeleri ve çiçekleriyle uğraşırken gurbeti ve gurbetin dertlerini unutuyordu.

Ercan

Üstünde siyah kaban, başında siyah bere, siyah sakallı, 40-45 yaşında görünen bir adam önümde durdu. ”Beni tanıdınız mı Hocam?” dedi. Dikkatli bakınca onun eski öğrencilerimden Ercan olduğunu anladım. ”Tanıdım elbette Ercan. Nasılsın, ne yapıyorsun?” diye sordum. Ercan, bir solukta başından geçenleri anlattı. Türk hazırlık sınıfı ve 10. sınıftan sonra Alman lisesine başlamış; büyük umutlarla girdiği bu okulda kendisine ayırımcılık yapılmış; başarılı olamamış. Bu durumu kabullenemeyen Ercan’ın psikolojisi bozulmuş. Bu okuldan ayrıldıktan sonra, ancak vasıfsız işçi olarak bir fabrikada iş bulabilmiş. Evlenmiş, 2 çocuğu olmasına rağmen evliliğini yürütememiş, boşanmış. Psikolojik sorunları yüzünden iş yerinden hastahânelere düşmüş. Genç yaşta ruhsal hastalığı nedeniyle, iş göremezlikten emekliye sevk edilmiş. Ercan: “Lisede yaşadığım başarısızlık hayatımın dengesini bozdu…” diyerek cümlesini bitirdi. Ercan’a ne diyeceğimi bilemedim. “Mevcut olanla mutlu olmaya bak, sağlığın her şeyden önemli” desem de, dinlediklerimden çok üzüldüm.   
                                                                   
Z. nerede?

10. sınıfların okulu bitirme törenine Türkçe derslere devam eden öğrencilerimle hazırladığımız Almanca-Türkçe şiir ve şarkılarla biz de katıldık. Programdan sonra diplomalarını alan öğrenciler, akşam bir salonda bütün mezunların düzenledikleri eğlenceye beni de davet ettiler. Orada kısaca bulunup, çocuklara vedâ ettim. Ertesi gün, kız öğrencilerimden Z.’in o gece eve gitmediğini babasının bir telefonuyla öğrendim. Benden yardım isteyen babaya, hemen polise gitmesini söyledim. Ancak oradan olumlu bir cevap alamadı. Sınıf öğretmenini arayarak Z. hakkında bir şey duyup duymadığını sordum. Alman bayan öğretmen bir şey bilmediğini anlattı. Bunun doğru olmadığını, her şeyi onun planladığını sonradan öğrendim. Polise gidip gelen, kızlarının bulunmasını isteyen baba sonunda Z’in bir gençlik yurdunda olduğunu, ancak onunla konuşmalarına izin verilmediğini öğrendi. Buna gerekçe olarak; ailenin kızlarını bu yaz Türkiye’ye götürüp, bir akrabalarının oğluyla evlendireceklerini, bunu Z.’in istemediğini, Alman yasalarına göre bu durumda çocuğu aileye karşı koruma altına aldıklarını ileri sürmüşler. Aile ne yapıp ettiyse kızlarını Gençlik Yurdu’ndan alamadı.

Hasan’ın oğlu

Daha ziyade Türklerin oturduğu büyük bir apartmanın kapıcı ve yöneticiliğini yapan Hasan’ın her birine değişik isimler koyduğu 5 kızı vardı. Öğrencilerim olan bu kızlardan birine Amerikan dizisinde görüp beğendiği bir kadın karakterin ismini vermişti. Karısı da bir iş yerinde çalışarak aile bütçesine katkıda bulunuyordu. Hasan’ın bu dünyadaki tek isteği bir oğlan çocuğu sahibi olmaktı.5 kızından sonra bir oğlu oldu. Oğlunun doğumu sebebiyle onu tebrik ettim. Çok mutluydu. ”Hocam, daha ne isterim, bir oğlum oldu!” dedi.

Yıllar geçip gitti. Hasan’ın kızları meslekler öğrenip, evlenip, yuvadan uçtu. Fakat Hasan’ın oğlu bir baltaya sap olamadı. Bir gün şehirde Hasan’a rastladım. O dağ gibi adam çökmüştü. Çok mutsuz bir şekilde yürüyordu. Bana hemen oğluyla ilgili kaygılarını anlattı.

Almanya’ya bin bir ümitle gelen Türkler bu acı vatanda en fazla; üzerlerine titredikleri çocuklarının kendilerine yabancılaşmasına veya  yanlış yollara sapmalarına dayanamadılar.

Mahmut


Mahmut, Karamanlı fakir bir köylü ailenin en büyük çocuğu idi; bir erkek ve bir kız kardeşi vardı. Almanya’ya işçi olarak gelip, Neuss’da Harvester Traktör Fabrikası’nda çalışmaya başlayan babası, 70’li yılların sonunda daha iyi gelecekleri olsun diye, eşini ve 3 çocuğunu yanına getirdi.

Türkiye’de İlkokulu bitiren Mahmut, babasının gurbette olduğu yıllarda erkenden olgunlaşmış, sorumluluğunu bilen bir çocuk olmuştu. Kısa zamanda Almanca öğrendiği Türk Hazırlık Sınıfı’ndan Alman Okulu’na geçince, yaz tatillerinde bile; köyde harmanda, evlerinin inşaatında kızgın güneş altında çalışsa da elinden Almanca ve İngilizce ders kitaplarını hiç düşürmedi. 10.sınıfı başarıyla bitirip liseye ve oradan üniversiteye gidip Tıp Fakültesi’nde okumaya başladı. Mahmut gayretli, disiplinli çalışmalarının meyvesini alarak doktor oldu. Şimdi başhekim ve cerrah olarak Almanya’da bir hastahânede çalışıyor.

Mahmut gibi Alman üniversitelerini veya meslek eğitimini bitiren, başarılı olan binlerce Türk çocuğu var. Ancak onlar genel Türk öğrenci sayısı içinde hâlâ yüzde ona bile ulaşmadılar. Bu durumun sebebi: Birleşmiş Milletler ve Pisa tarafından yayınlanan raporlarda;  “Alman okullarında Türk çocuklarına sunulan imkânların fırsat eşitliğine aykırı olduğu ve ayırımcılık yapıldığı”  şeklinde açıklanmaktadır.