İnsanın belli bir yaştan sonra doğduğu yerlerden, ailesinden, yakınlarından, komşularından, kişiliğini ve kimliğini oluşturan kültür ortamından ayrılıp; dili, dini, gelenek ve göreneği farklı bir ülkeye göç etmesi hayatında karşılaşabileceği en zor işlerden biridir. Zorunlu veya gönüllü, hangi durum altında yapılırsa yapılsın; Almanya’ya göç edip yaşamak zordur. Çünkü Alman toplumu yabancılara karşı ön yargılarla doludur; kendi kültürlerinden olmayan insanları ötekileştirilerek toplum dışına iter. Eğitimci olarak gittiğim Almanya’da uzun yıllar kalırken, Alman komşularımızla yaşadığımız aşağıda anlattığım bazı olaylar Almanların yaşama kültürlerini, yabancılara karşı olan tavırlarını ve Türklere bakışını ortaya koyar.
Ben bu Türkleri iyi bilirim
Bir gün arabamla okula giderken evimizin yakınındaki kavşakta, geçiş üstünlüğü bende olmasına rağmen, soldan gelen bir vasıta arabama çarptı. Sürücü bir Alman hanımdı; arabasından indi, yanıma geldi: “Hatanın kendisinde olduğunu, bende bir şey olup olmadığını” sordu. Arabamın sol tarafındaki hasarı gösterip, Alman hanımla yol kenarında konuşmaya başladık. Kadın ”polis çağıracağını” söyledi. Bu sırada yanımıza oradaki küçük bir lokanta sahibi ve gazete bâyii olan tıknaz, gözlüklü Alman yaklaştı. Kendisini hiç ilgilendirmemesine rağmen, bizden izin almadan konuşmamıza karıştı ve Alman kadına dönerek: “Neden polisi çağırıyorsunuz? Ben bu Türkleri iyi bilirim, sizi aldatırlar.” Dedi. Ben adama; “Siz kimsiniz? Beni nereden tanıyorsunuz? Konuşmamıza ne hakla katılıyorsunuz? Türkler hakkında böyle aşağılayıcı sözler söyleyemezsiniz!”diye bağırdım. Biraz sonra polis geldi. Kazaya soldan gelen sürücünün sebep olduğunu gösteren bir tutanak yazıp, ikimize birer kopyasını verdi. Alman lokantacı polise: “Bu Türk çok hızlı gidiyordu” diye itiraz etti. Polis: “Hızı bir aletle mi ölçtünüz? Araba hızlı olsaydı durduğunda teker izi olurdu.” Deyince sustu. Polisler gittikten sonra kazayı yapan hanıma: “Siz bu adamın demin Türkler hakkında söylediklerine şahit misiniz?” diye sorup, “Evet” cevabını alınca, Alman lokantacının yanına giderek; “Demin söylediği sözlerden dolayı benden özür dilemesini” istedim. Adam küstahça bana: “Haydi git buradan!” diye seslendi. Ben de “Yakında avukatımdan haber alırsınız!" dedim.
Avukatım ismini adresini verdiğim lokantacıya: “Müvekkili olduğu benden en geç 10 gün içinde özür dilemesini, aksi takdirde mahkemede dava açacağını” yazdı. Türk düşmanı adam, galiba uğrayacağı zararı düşünerek on gün dolmadan benden yazılı olarak özür diledi.
Kızınız neden bahçemden geçti?
Evimizi yeni almıştık. Bizim ve diğer komşularımızın bahçeleri yapılmamış, bahçeler arasındaki çitler henüz dikilmemişti. Bir gün kızım yan komşumun çayır halindeki bahçesinden geçmiş. Biraz sonra kapımızın zili çalındı. Gelen komşu hanımdı. Çok sinirli görünüyordu. İçeri buyur ettik. Girmedi. Öfkeli bir şekilde konuşmaya başladı. “Biraz evvel kızınız izin almadan bahçemden geçti. Böyle olmaz! Çocuğunuza bir başkasının bahçesine elini kolunu sallayarak giremeyeceğini öğretmeniz gerekir! Sizin ülkenizde olabilir ama burada olamaz!” dedi. Kadın çok sinirliydi. Biz, uzatmadık. “Çitler olmadığı için, çocuk geçebileceğini zannetmiş, bundan sonra bir daha olmaz!” dedik. Kadın ayrılırken hâlâ bizi uyarıyordu. Aslında buna benzer olaylarda karşılaştığım gibi; Almanlar yabancılara yukarıdan bakıp, ders vermekten hoşlanıyordu.
Türk bavulu
Evimizin bulunduğu caddede düzenlenen sokak şenliğine ben de katıldım; oturduğum masada komşularımızla sohbet ettim. Bir ara karşımdaki Alman hanımın yanındakilere; “Türk bavulu ile buraya gelmiş!” dediğini duydum. Bazı ırkçı Almanlar, ucuz bir market olan, Aldi’nin naylon poşetlerine “Türkenkoffer (Türk bavulu)” diyordu. Böylece Türklerin yalnız basit Aldi mağazasından alış-veriş yaptığını ve eşyalarını yalnız bu marketin naylon poşetleriyle taşıdığını anlatmak istiyorlardı. Kimin için söylenirse söylensin, bu ifade Türkleri aşağılayıcı bir sözdü. Kadın birden benim masada olduğumu fark edince kıpkırmızı oldu. “Özrü kabahatinden büyük” deyimimize örnek olacak şekilde; “Özür dilerim Bay Önsöz, ben sizin için söylemedim” dedi.
Komşumuzun çocuğunun ve annesinin ölümü
Komşu ailede yalnız kadın çalışıyor, erkek ev işlerini yapıyordu. İki erkek çocukları vardı. Bir gün komşunun 5 yaşındaki küçük oğlu elim bir trafik kazasında öldü. Kepenkleri kapatılmış evlerinde yalnız başlarına kalan acılı aileyi kimse ziyarete gelmedi.
Bir yaz tatili sonunda komşu kadının, oğlunun vefatından sonra kansere yakalandığını, durumunun iyi olmadığını öğrendik. Eşim hastalık süresince bu kadınla ilgilendi, yemek götürdü, ölümünde yanında bulundu. Hastalık sırasında ve ölümden sonra kimse aileyi ziyarete gelmedi. Ailenin tek kalan büyük oğlu üniversiteyi bitirdikten sonra evlenip, başka bir şehirde çalışıp, oturmaya başladı. Bir yılbaşı tatilinde babasına geldiğinde bize uğradı. ”Almanya’da başka bir şehirde yaşarken sık sık sizi düşündüm. Bir yerde yabancı olmanın çok zor olduğunu gördüm. Kim bilir siz dili, dini, gelenekleri farklı bu ülkede ne güçlükler çektiniz? Buna rağmen sizin, kardeşimin ve annemin vefatında bizimle ilgilenmenizi unutamam!" deyip ağladı.
Yaşlı komşum ve pişmaniye
Beş ev ilerimizde oturan yaşlı bir Alman çiftle genellikle konuşur, hal ve hatırlarını sorardım. Bu aile 50. Evlilik yıldönümü kutlamasına bizi de davet etmişti. Yaz tatillerinde Türkiye’ye gittiğimizde “Ne olur, olmaz" diye evimizin anahtarını bıraktığım bu insanlara Türkiye’den gelirken hediye olarak pişmaniye getirdim; bir buket çiçekle birlikte verdim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra pişmaniyeyi nasıl bulduğunu sordum. Yaşlı komşum; “Kusura bakmayın Bay Önsöz yiyeceğiniz bozulmuştu, üzerinde küf vardı. Yemedik, çöpe attık” dedi. "O küf değil, fıstık ezmesi idi” deyince komşum şaşırıp, “bilmiyordum” der gibi başını salladı.
Bu yaşlı çiftten kadın biz Türkiye’de iken, eşi de uzun bir hastalıktan sonra öldü. Bir akşamüzeri cenaze firmasının adamlarının ailenin tek erkek evlâdı ile konuştuklarını ve evden cenazeyi bir sedyede, arabalarına koyup götürdüklerini gördüm. Evlerini hiç kimse ziyaret etmedi. Komşumuzun cesedinin karısında olduğu gibi yakıldığını, küllerinin ormana serpildiğini duydum.
Alman komşularımızın bayramları
Alman komşularımızın en büyük bayramı 24 Aralık’ta kutladıkları “Weihnacht” dedikleri Hz. İsa’nın doğum günü idi. İnansın inanmasın herkes bu bayrama katılıyor, aile üyeleri bir araya gelmeye gayret ediyor, kiliseye gidiyor, evlere süsledikleri bir çam koyup, birbirlerine hediyeler alıyorlardı. Ancak Almanlar bu dönemde hediye almak için yaptıkları koşuşturmadan ve bir araya gelince yaşadıkları gerilim yüzünden strese giriyorlar ve bu durumdan şikâyetçi oluyorlardı. Biz Alman komşularımızın bu bayramını tebrik etmemize rağmen, hiçbir Alman komşumuz bir dini bayramımızda bizi tebrik etmiyordu.
Komşularımız 31 Aralık’ta yılbaşı geceleri havai fişekleri sokakta patlatıyorlardı. Biz de pencereden veya dışarı çıkıp, havaya atılan fişeklerin gökyüzünde çeşitli şekillerde patlamasını seyrediyorduk.
Komşularımızdan daha ziyade gençler bahara doğru yapılan karnavalda değişik kıyafetler giyerek bu deliler bayramına katılıyor, paskalya yortusunda aileler çocukların bulması için ağaçlara boyanmış, içi boş yumurta asıyorlardı.
Kasım ayının ilk haftasında Aziz Martin gününde çocuklar ellerinde fenerlerle kapıların zillerini çalıyor, ilâhiler söylüyor, karşılığında şeker, çikolata alıyorlardı. Biz de kapımızın zilini çalan çocuklara şeker ve çikolata veriyorduk.
Mahallî bir bayram da “Schützenfest” denilen “Avcılar Bayramı” idi. Aslı, tarihteki bir Alman askerî zaferinden gelen bu bayramda yalnız erkekler, askerî üniformaya benzeyen aynı kıyafetleri ve omuzlarında tüfeğe benzeyen ucunda bir çiçek olan tahta silâhlarıyla caddelerde bir bandonun müziği eşliğinde dolaşıyorlardı. Her mahallenin avcı birliği vardı. Bizim mahallenin avcılarının krallığına bir komşumuz, büyük masraflar yaparak seçilmiş, karısı da kraliçe olmuştu. Bu bölgede “Biz” duygusunu kuvvetlendiren, iş yapmak ve önemli görevlere gelmek isteyenlerin mutlaka üye oldukları avcı birliklerinin böyle bir anlamı vardı.
Memleketinize ne zaman dönüyorsunuz?
Alman komşularımız için önemli olan tatil ve hava atma vesilesi de tatilde gidecekleri yabancı ülke idi. Bize tatilden önce “Memleketinize gidiyorsunuz değil mi?” diye sorarlardı. Emekli olduktan sonra da “Memleketinize ne zaman geri dönüyorsunuz?” Diye sorarak, âdeta bu ülkenin kendilerinin olduğunu, bizim ait olduğumuz yerin başka bir ülke olduğunu hatırlatırlardı.
Bir Türk öğrenci sınıfın en iyisi nasıl olur?
O yaz ailemle birlikte İspanya’ya gittik. Kiraladığımız bir evde kaldık. Kızımın liseden sınıf arkadaşı olan, bir kızın ailesi de bizim gittiğimiz bölgeye geliyormuş. Kızlar birbirlerine gidecekleri yerin adreslerini vermişler. Biz aileyi tanımıyorduk. Bir gün bize haber vererek buluşmak istediklerini bildirdiler. Biz de kabul ettik. Adam bir lisede öğretmendi. Söze şöyle başladı: “Sizi, çocuğunuzu merak ettim; kızınızın sınıfın en iyi notları olan öğrencilerinden biri olduğunu duyunca, “Bir Türk çocuğu sınıfın en iyisi nasıl olur?” diye düşündüm. Bunun için sizi tanımak istedim” dedi. Biz Türkleri ilkel varlıklar zanneden bu eğitimciye alayla; “Gördüğünüz gibi biz de sizin gibi insanlarız “ dedim.
Alman komşularımızla yaşadıklarımız yalnız bu olumsuz hikâyelerden ibaret değil. Elbette, insanî tavırlarını gördüğüm, yabancılara karşı ön yargısı olmayan, kalpleri sevgi dolu komşular da tanıdım. Böyle örnekler olsa da; insanın tarihini, töresini, değerlerini, dilini, düşüncesini benimseyemediği yeni bir toplumda kendi yaşamına tutarlı süreklilikler sağlayacak ilişkiler kurmasının zor olduğunu bizzat yaşadığım göçmenlik hayatımdan ve tanıdığım Türk göçmenlerin şahidi olduğum yaşantılarından biliyorum.
Ben bu Türkleri iyi bilirim
Bir gün arabamla okula giderken evimizin yakınındaki kavşakta, geçiş üstünlüğü bende olmasına rağmen, soldan gelen bir vasıta arabama çarptı. Sürücü bir Alman hanımdı; arabasından indi, yanıma geldi: “Hatanın kendisinde olduğunu, bende bir şey olup olmadığını” sordu. Arabamın sol tarafındaki hasarı gösterip, Alman hanımla yol kenarında konuşmaya başladık. Kadın ”polis çağıracağını” söyledi. Bu sırada yanımıza oradaki küçük bir lokanta sahibi ve gazete bâyii olan tıknaz, gözlüklü Alman yaklaştı. Kendisini hiç ilgilendirmemesine rağmen, bizden izin almadan konuşmamıza karıştı ve Alman kadına dönerek: “Neden polisi çağırıyorsunuz? Ben bu Türkleri iyi bilirim, sizi aldatırlar.” Dedi. Ben adama; “Siz kimsiniz? Beni nereden tanıyorsunuz? Konuşmamıza ne hakla katılıyorsunuz? Türkler hakkında böyle aşağılayıcı sözler söyleyemezsiniz!”diye bağırdım. Biraz sonra polis geldi. Kazaya soldan gelen sürücünün sebep olduğunu gösteren bir tutanak yazıp, ikimize birer kopyasını verdi. Alman lokantacı polise: “Bu Türk çok hızlı gidiyordu” diye itiraz etti. Polis: “Hızı bir aletle mi ölçtünüz? Araba hızlı olsaydı durduğunda teker izi olurdu.” Deyince sustu. Polisler gittikten sonra kazayı yapan hanıma: “Siz bu adamın demin Türkler hakkında söylediklerine şahit misiniz?” diye sorup, “Evet” cevabını alınca, Alman lokantacının yanına giderek; “Demin söylediği sözlerden dolayı benden özür dilemesini” istedim. Adam küstahça bana: “Haydi git buradan!” diye seslendi. Ben de “Yakında avukatımdan haber alırsınız!" dedim.
Avukatım ismini adresini verdiğim lokantacıya: “Müvekkili olduğu benden en geç 10 gün içinde özür dilemesini, aksi takdirde mahkemede dava açacağını” yazdı. Türk düşmanı adam, galiba uğrayacağı zararı düşünerek on gün dolmadan benden yazılı olarak özür diledi.
Kızınız neden bahçemden geçti?
Evimizi yeni almıştık. Bizim ve diğer komşularımızın bahçeleri yapılmamış, bahçeler arasındaki çitler henüz dikilmemişti. Bir gün kızım yan komşumun çayır halindeki bahçesinden geçmiş. Biraz sonra kapımızın zili çalındı. Gelen komşu hanımdı. Çok sinirli görünüyordu. İçeri buyur ettik. Girmedi. Öfkeli bir şekilde konuşmaya başladı. “Biraz evvel kızınız izin almadan bahçemden geçti. Böyle olmaz! Çocuğunuza bir başkasının bahçesine elini kolunu sallayarak giremeyeceğini öğretmeniz gerekir! Sizin ülkenizde olabilir ama burada olamaz!” dedi. Kadın çok sinirliydi. Biz, uzatmadık. “Çitler olmadığı için, çocuk geçebileceğini zannetmiş, bundan sonra bir daha olmaz!” dedik. Kadın ayrılırken hâlâ bizi uyarıyordu. Aslında buna benzer olaylarda karşılaştığım gibi; Almanlar yabancılara yukarıdan bakıp, ders vermekten hoşlanıyordu.
Türk bavulu
Evimizin bulunduğu caddede düzenlenen sokak şenliğine ben de katıldım; oturduğum masada komşularımızla sohbet ettim. Bir ara karşımdaki Alman hanımın yanındakilere; “Türk bavulu ile buraya gelmiş!” dediğini duydum. Bazı ırkçı Almanlar, ucuz bir market olan, Aldi’nin naylon poşetlerine “Türkenkoffer (Türk bavulu)” diyordu. Böylece Türklerin yalnız basit Aldi mağazasından alış-veriş yaptığını ve eşyalarını yalnız bu marketin naylon poşetleriyle taşıdığını anlatmak istiyorlardı. Kimin için söylenirse söylensin, bu ifade Türkleri aşağılayıcı bir sözdü. Kadın birden benim masada olduğumu fark edince kıpkırmızı oldu. “Özrü kabahatinden büyük” deyimimize örnek olacak şekilde; “Özür dilerim Bay Önsöz, ben sizin için söylemedim” dedi.
Komşumuzun çocuğunun ve annesinin ölümü
Komşu ailede yalnız kadın çalışıyor, erkek ev işlerini yapıyordu. İki erkek çocukları vardı. Bir gün komşunun 5 yaşındaki küçük oğlu elim bir trafik kazasında öldü. Kepenkleri kapatılmış evlerinde yalnız başlarına kalan acılı aileyi kimse ziyarete gelmedi.
Bir yaz tatili sonunda komşu kadının, oğlunun vefatından sonra kansere yakalandığını, durumunun iyi olmadığını öğrendik. Eşim hastalık süresince bu kadınla ilgilendi, yemek götürdü, ölümünde yanında bulundu. Hastalık sırasında ve ölümden sonra kimse aileyi ziyarete gelmedi. Ailenin tek kalan büyük oğlu üniversiteyi bitirdikten sonra evlenip, başka bir şehirde çalışıp, oturmaya başladı. Bir yılbaşı tatilinde babasına geldiğinde bize uğradı. ”Almanya’da başka bir şehirde yaşarken sık sık sizi düşündüm. Bir yerde yabancı olmanın çok zor olduğunu gördüm. Kim bilir siz dili, dini, gelenekleri farklı bu ülkede ne güçlükler çektiniz? Buna rağmen sizin, kardeşimin ve annemin vefatında bizimle ilgilenmenizi unutamam!" deyip ağladı.
Yaşlı komşum ve pişmaniye
Beş ev ilerimizde oturan yaşlı bir Alman çiftle genellikle konuşur, hal ve hatırlarını sorardım. Bu aile 50. Evlilik yıldönümü kutlamasına bizi de davet etmişti. Yaz tatillerinde Türkiye’ye gittiğimizde “Ne olur, olmaz" diye evimizin anahtarını bıraktığım bu insanlara Türkiye’den gelirken hediye olarak pişmaniye getirdim; bir buket çiçekle birlikte verdim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra pişmaniyeyi nasıl bulduğunu sordum. Yaşlı komşum; “Kusura bakmayın Bay Önsöz yiyeceğiniz bozulmuştu, üzerinde küf vardı. Yemedik, çöpe attık” dedi. "O küf değil, fıstık ezmesi idi” deyince komşum şaşırıp, “bilmiyordum” der gibi başını salladı.
Bu yaşlı çiftten kadın biz Türkiye’de iken, eşi de uzun bir hastalıktan sonra öldü. Bir akşamüzeri cenaze firmasının adamlarının ailenin tek erkek evlâdı ile konuştuklarını ve evden cenazeyi bir sedyede, arabalarına koyup götürdüklerini gördüm. Evlerini hiç kimse ziyaret etmedi. Komşumuzun cesedinin karısında olduğu gibi yakıldığını, küllerinin ormana serpildiğini duydum.
Alman komşularımızın bayramları
Alman komşularımızın en büyük bayramı 24 Aralık’ta kutladıkları “Weihnacht” dedikleri Hz. İsa’nın doğum günü idi. İnansın inanmasın herkes bu bayrama katılıyor, aile üyeleri bir araya gelmeye gayret ediyor, kiliseye gidiyor, evlere süsledikleri bir çam koyup, birbirlerine hediyeler alıyorlardı. Ancak Almanlar bu dönemde hediye almak için yaptıkları koşuşturmadan ve bir araya gelince yaşadıkları gerilim yüzünden strese giriyorlar ve bu durumdan şikâyetçi oluyorlardı. Biz Alman komşularımızın bu bayramını tebrik etmemize rağmen, hiçbir Alman komşumuz bir dini bayramımızda bizi tebrik etmiyordu.
Komşularımız 31 Aralık’ta yılbaşı geceleri havai fişekleri sokakta patlatıyorlardı. Biz de pencereden veya dışarı çıkıp, havaya atılan fişeklerin gökyüzünde çeşitli şekillerde patlamasını seyrediyorduk.
Komşularımızdan daha ziyade gençler bahara doğru yapılan karnavalda değişik kıyafetler giyerek bu deliler bayramına katılıyor, paskalya yortusunda aileler çocukların bulması için ağaçlara boyanmış, içi boş yumurta asıyorlardı.
Kasım ayının ilk haftasında Aziz Martin gününde çocuklar ellerinde fenerlerle kapıların zillerini çalıyor, ilâhiler söylüyor, karşılığında şeker, çikolata alıyorlardı. Biz de kapımızın zilini çalan çocuklara şeker ve çikolata veriyorduk.
Mahallî bir bayram da “Schützenfest” denilen “Avcılar Bayramı” idi. Aslı, tarihteki bir Alman askerî zaferinden gelen bu bayramda yalnız erkekler, askerî üniformaya benzeyen aynı kıyafetleri ve omuzlarında tüfeğe benzeyen ucunda bir çiçek olan tahta silâhlarıyla caddelerde bir bandonun müziği eşliğinde dolaşıyorlardı. Her mahallenin avcı birliği vardı. Bizim mahallenin avcılarının krallığına bir komşumuz, büyük masraflar yaparak seçilmiş, karısı da kraliçe olmuştu. Bu bölgede “Biz” duygusunu kuvvetlendiren, iş yapmak ve önemli görevlere gelmek isteyenlerin mutlaka üye oldukları avcı birliklerinin böyle bir anlamı vardı.
Memleketinize ne zaman dönüyorsunuz?
Alman komşularımız için önemli olan tatil ve hava atma vesilesi de tatilde gidecekleri yabancı ülke idi. Bize tatilden önce “Memleketinize gidiyorsunuz değil mi?” diye sorarlardı. Emekli olduktan sonra da “Memleketinize ne zaman geri dönüyorsunuz?” Diye sorarak, âdeta bu ülkenin kendilerinin olduğunu, bizim ait olduğumuz yerin başka bir ülke olduğunu hatırlatırlardı.
Bir Türk öğrenci sınıfın en iyisi nasıl olur?
O yaz ailemle birlikte İspanya’ya gittik. Kiraladığımız bir evde kaldık. Kızımın liseden sınıf arkadaşı olan, bir kızın ailesi de bizim gittiğimiz bölgeye geliyormuş. Kızlar birbirlerine gidecekleri yerin adreslerini vermişler. Biz aileyi tanımıyorduk. Bir gün bize haber vererek buluşmak istediklerini bildirdiler. Biz de kabul ettik. Adam bir lisede öğretmendi. Söze şöyle başladı: “Sizi, çocuğunuzu merak ettim; kızınızın sınıfın en iyi notları olan öğrencilerinden biri olduğunu duyunca, “Bir Türk çocuğu sınıfın en iyisi nasıl olur?” diye düşündüm. Bunun için sizi tanımak istedim” dedi. Biz Türkleri ilkel varlıklar zanneden bu eğitimciye alayla; “Gördüğünüz gibi biz de sizin gibi insanlarız “ dedim.
Alman komşularımızla yaşadıklarımız yalnız bu olumsuz hikâyelerden ibaret değil. Elbette, insanî tavırlarını gördüğüm, yabancılara karşı ön yargısı olmayan, kalpleri sevgi dolu komşular da tanıdım. Böyle örnekler olsa da; insanın tarihini, töresini, değerlerini, dilini, düşüncesini benimseyemediği yeni bir toplumda kendi yaşamına tutarlı süreklilikler sağlayacak ilişkiler kurmasının zor olduğunu bizzat yaşadığım göçmenlik hayatımdan ve tanıdığım Türk göçmenlerin şahidi olduğum yaşantılarından biliyorum.