Bir bekleyiş söz konusudur. Çünkü Peygamber dilinden övülmüş Fatih, davetine icabet ettiği konuğunu beklemekte, gözü yoldadır hep. Nihayet birçok ilim heyetinin bulunduğu kafile yaklaştıkça Fatih’i biranda heyecan sarar, derken büyük buluşma gerçekleşir.
Zira Ali Kuşçu on beşinci yüzyılın en büyük astronomu ve matematik bilginidir.
Ali Kuşçu’nun yetişmesinde şüphesiz en büyük etken Uluğ Bey’dir. Hoca talebe ilişkisinin ötesinde birbirlerine dost olup yoldaştılar. Hem gönül yoldaşlığı hem de göklere yolculuk için ilk ders Uluğ Bey tarafından verilir ona, ama o zihninden kelam ve nakli ilimlere vakıf olmak da geçer. Hatta bunu çok arzular. Fakat bu eksikliği giderecek ilim Semerkand’ın dışındaydı. Semerkand daha çok astronomi ve matematik ağırlık ilim tahsili görevi yapıyordu. Bu isteğini Hocası Uluğ Bey’e ilk etapta açıklayamaz ve çıkış yolunu usul usul gizlice Kirman’a gitmekte bulur. Böylece Semerkand’tan Kirman’a yeni bir yıldız akar. O şimdi bilge insanların dizinin dibindedir. Kirman’da Maraga rasathane kurucusu Nasiruddin-i Tusinin kelamla alakalı Tecridü’l Kelam eserine şerh yazarak biranda dikkatleri üzerine çeker.
Nitekim matematiğin dışında kelam ilminde de otoriter olduğunu ispatlar. O nerde olursa olsun, hatta dağın vadisi üzerinde de olsa kararlıydı. Tabir caizse ilim uğruna yağmurla bile yarış edecek kadar dopdolu idi. Derken buralara astronominin tüm incelikleri aşılanır, aynı zamanda buralarda dini ilimlerle beraber astronomi araştırmalarını da sürdürür. Onun içindeki tufanı kimse bilemezdi. Nasıl bilinsin ki, yaşayan ancak anlar. Şimdilik onun için öğrenme Mecnunun Leyla’ya aşkı gibidir. Ne oluyorsa o anda içindeki tufan dile gelir: “Ne olur hocama söyleyin bana karşı eseflenmesin, ondan usandığımdan dolayı buralara gelmiş değilim. Şunu iyi bilsin ki yüreğim her an onunla. Hatta şu gök kubbeye bir sorun da anlatsın halimi. Dileğim odur ki adım yanında kalsın. Yeter ki seher çağında güllerim solmasın” der.
Kirmanda ihtiyacı olan Leyla’sına kavuştuktan sonra, neyse ki Semerkand hasreti daha fazla doruk noktaya varmadan o yıldız tekrar ana kaynağına kayar. Evet, o şimdi asıl Leyla’sı karşısındadır. Biliyordu çok üzmüştü hocasını. Çünkü iznini almadan uzaklaşmıştı buralardan. Boynu bükük vaziyette içinden; ah esirge sultanım, artık üzerimden adavetini kaldır dercesine eşiğinden içeri girip cesaretini toplayarak huzura alınır ve huzurda bedeni akkor kesilse de Uluğ Bey’in dilinden:
-Oğul Kirmandan bana ne getirdin suali yüreğini biranda rahatlatmaya yetti bile.
Cevaben Ali Kuşçu:
-Size Eşkâl-i kameri (ay’a ait ve ayın geçirdiği değişik evreleri ile ilgili risaleyi) getirdim. diyerek kendisini affettirecek jesti yapar.
Uluğ Beyde ona jest yapar, sefaret heyetini ülke dışına göndereceği zaman yanlarına muhakkak Ali Kuşçuyu da katarak kendi kabına sığmayan talebesini daha da ötelere taşmasını arzulamaktadır. Gezilerin dışında günlerini hep hocasının yanında geçirerek hizmete adadı kendisini. Hatta o hizmetlerin semeresini Kadızade Rumi ve Gıyaseddin Cemşid’in vefatlarının ardından rasathane müdürlüğüne getirilerek görecektir. Derler ya önce himmet değil hizmet, oda öyle yaptı zaten. O artık yönetilen noktada değil bizatihi yönetendir, ama yöneticiyim diye yıldızlar yücelerden kayarken, ya da renkler gecenin karanlığında sıyrılırken seyirci kalamazdı. O halde ne yapmalıydı?
Evvela ilk iş Yıldızlar katalogu eserini ortaya koymaktı, sonra da Zıc-i Uluğ Beg’i yahut bir başka ifadeyle Zıc-i Güreganı‘yı (Yıldızların hallerini belirleyen cetvel-astronomik tablolar) tamamlamak olacaktı. Rasathane müdürü olsa da ilim çilesi onun için sönmeyen bir alevdi, hayalinde gökyüzü denen âlemin sırlarını insanlığın hizmetine sunmak vardı. O gök sedanın heyecanını taşırdı hep yüreğinde. Nasıl olsa bir gün ömür tükenecek. İşte o bu duygularla her mevsim gecenin karanlığında yıldızın mavilinde seyre dalar ve ufuk penceresinde sessizce inceden inceye bir ağıt faslı başlatırdı kendi kendine. Dolayısıyla Mevla’dan hedefine erişmek iştiyakıyla O’na sığınır, durmak yok yola devam esastı onun için. Çünkü gökyüzü uçsuz bucaksızdı, enginlere koyulmalıydı, çağın çilesini yüklenmeye hazırdı her an. Bu yüzden W. Barlhod onun için '15. asrın Batlamyusu’dur demiştir.
Sadece bir yerde duraklamıştır, beklenmedik anda Hocası Uluğ Bey’in oğlu tarafından sinsice kiralanan Abbas tarafından hançerlenerek katledilmesi onu derinden etkilemiş ve iç dünyasında uzaklara gitme isteği bürümüştür bu elim olayla. Her taraf toz duman, hava puslu idi, karabulut sarmıştı etrafı. Semerkand Uluğ Bey’ini kaybetmişti çünkü. Bir anda tabuta gözleri takılır, tutku gözlerle dosta doğru bakar son kez. Zira Bilge Uluğ Bey ebedi istirahat gahına uğurlanırken ağla karanfil ağla ağıtıyla tüm Asya ağlar ardından. Öyle ki Uluğ Bey’in ölümüyle derya gibi dalgalanan sevgi tükenmeye yüz tutar ve birçok âlimin kolu kanadı kırılır adeta. Semerkand’tan bu yüzden ayrılmışlardır her biri. Güneş saçanlar tenha gurbetlere seferber oldular böylece.
Ali Kuşçu içindeki hüznü dindirecek iksirin bir anda Mekke ve Medine’de olduğunu düşünür. Şimdi o kutsal topraklardadır. Mescidi Nebevideki nübüvvet kokusu kendine getirmiştir ve yerinden doğrulur tekrar başını yerden kaldırır diker gözlerini göklere, hatta ötelere. Kutsal toprakları ziyaret dönüşü yol güzergâhı onu Tebriz’e getirir. Tebriz bir ışığa şahit olur. O ışıktan Tebriz’de bereketlenir. Akkoyunlu Hükümdarı âlime olan saygı gereği onu en iyi şekilde ağırlar, hatta ona elçilik görevi de verilir. Akkoyunluların o yıllarda özellikle Osmanlı ile ilişkiler hiçte iyi değildir. Bu yüzden Fatihe elçi olarak gönderilir. Fatihin huzuruna çıktığında birbirlerine hayran olacak kadar etkileniverirler, hemhal olurlar adeta. Öyle ki birbirlerinde eriyerek fena fiş olurlar sanki. Öyle bir etkilenme ki Fatih ondan İstanbul da kalmasını talep eder, ama o kendisine verilen görevi en iyi şekilde deruhte etmesi gerektiğini, kendisini buralara kadar gönderene emaneti ulaştırıp vefa borcumu ödedikten sonra olabilir der. Gerçektende öyle yapar. Nitekim Uzun Hasan gezi ile ilgili raporunu aldıktan sonra bir süre Tebriz’de dinlenip iki yüz kişilik bir heyetle uğurlanır yollara. İstanbul’a dönüşü de adından söz ettirecek derecede muhteşem olur, yani en iyi şekilde karşılanır. Bu topraklara adım atar atmaz hemen Ayasofya Medresesinin başına getirilir.
Derslerine Mirim Çelebi, Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi gibi bilge insanlar bile iştirak etmişlerdir. Fakat çekememezlik denen kıskançlık ne yazık ki burada da devreye girer. Yinede o her ne kadar ulemanın hasedini çekse de kınayanın kınamasına aldırış etmeden ilminden taviz vermeyerek sayısız hizmetleriyle Osmanlı’nın astronomi ve matematikte en parlak dönemlerin yaşanmasına vesile olur. O astronomi ve matematik derslerinin yanı sıra daha önce yanlış hesaplanan İstanbul’un boylamının elli dokuz derece, enleminin ise kırk bir derece on dört dakika olduğunu tespit ediyor. Tüm bu hizmetlere ilaveten güneş saati kurarak da İstanbul’u taçlandırır adeta. Kuşkusuz en dikkat çeken eserleri Risale-i Fi’l Hey’e (Astronomi risalesi), Risale-i Fi’l Fethiye, Risale-i Fi’l Muhammediye ve Risale-i Fi’l Hisab (üç bölümden oluşmuş matematik kitabı)’tır.
Hakeza o dur durak bilmeden 1473 yılında Akkoyunlu savaş esnasında bile çalışmalarına ara vermez. Üstelik yazdığı Fetih Risalesini Fatihe takdim eder de. Sadece bu eseri değil tabii ki, birtakım matematiksel hesaplarla ilgili Muhammedi’ye eserini de sunar. Fatih orta Asya’nın emanetçisinin İstanbul’a kattığı hizmetler karşısında adeta kendinden geçer. Sanki Fethi Mübin’in gerçekleştirmesine karşılık Allah’ın bir armağanıydı o. Allah’ın bir lütfü de diyebiliriz.
O bir yandan telif eserler bir yandan kendi araştırma ürünü eserleri yazarken diğer yandansa bilim tarihine üç isim kazandırır: Torunu Mirim Çelebi, Hoca Sinan Paşa ve Molla Lütfi’dir.
***
Velhasıl; Dünya onun serlerini okuyarak gökyüzüne uzandı, öteleri araladılar, hatta ayın bir kraterine hocası Uluğ Bey’in adı, bir bölgesine de Ali Kuşçu adı verilmiştir. Dünya onları anladı, ama biz hala onları kütüphanemizin tozlu raflarına terk etmiş durumdayız. Yine de bir gün elbet o tozlu raflarda uzanacak evlatlar yetiştiğinde yeniden diriliş gerçekleşeceğine ümit varız. Vesselam.
Mayıs 2012